İçimizdeki Boşluk

sosyal medyada “boşluk” temalı bir paylaşım üzerinden sevgili Mustafa Sedat Kılıç ile hayli uzun bir muhabbet eyledik. benim sivas’ın köyüne gidişim sebebi ile araya internet kopuklukları da girince mektup kıvamını alan yazışmalar oluştu. mektuplar kıymetlidir, içimizdir. bizi bize gösteren aynamızdır bir bakıma..

o nedenle yazışmayı olduğu gibi “doğaçtan muhabbetler” tadında paylaşıyoruz… arada kişisel gibi görünen, duruma veya içinde bulunulan hâle ilişkin cümleleri bilerek yazıdan çıkarmadık. o cümleler hem bir nefes imkânı okura, hem de yazı bittiğinde de anlaşılacağı gibi sahiliğini ve yaşamın içindeliğini bu noktalar açık ediyor diye düşündük..

biz söyleştik, söyleşirken söyleşirken birbirimizle tanıştık. kendimizle tanıştık. buyrun gelin, beraber olsun… önce sebep olan alıntı:

“Her insanın içinde görünmeyen bir delik vardır. bazısı bunu arkadaşla, eş dostla doldurur; bazısı satın aldığı şeylerle doldurur. Ben doldurmuyorum. Çünkü rüzgara karşı doğru açıyla durursam bu deliğin ıslık çaldığını fark ettim.”

Not: KitapEki.com yazarı Aynur Uluç yazılarında büyük harf kullanmamayı tercih etmektedir.

20 TEMMUZ 2017

Mustafa Sedat:

Günaydın. İnsanın içindeki boşluğun oluşmasına neden olan özne veya nesnenin, o boşluğa (elinde olarak veya olmayarak) neden olan eylemini her ne kadar kendisi gerçekleştirse de, o boşluğun biçimini ve boyutunu (o özne veya nesnenin varlığında verdiğimiz önem, değer ve hayatımızda açtığımız yer nedeniyle) biz, kendimiz belirleriz. Gitme eylemiyle, içimizdeki o boşluk biçim değiştirerek son şeklini alır ve öyle kalır, eskimeye, paslanmaya başlar. Yarın geri dönse, onu tekrar kazandığımızı düşünsek ve biz bunu istesek, izin versek bile, onun o anki biçimi, şekli giderken şekil değiştirerek bıraktığı o boşluğa uymayacaktır. Dolayısıyla o boşluk artık hiç dolmayacaktır. Kaybedilen, giden geri dönse, bulunsa, dönmesine izin verilse bile, kalıp gibi o boşluğa oturtulup o boşluğu birebir doldurması imkansız olacaktır. Biz, o boşluğu bir başka “şey”le de dolduramayız. Deneriz, isteriz ancak bu imkansızdır. Ne koyarsak koyalım, ucunda kenarında ışık sızdıran veya karanlık noktaları kalan küçük boşluklar kalır. Bu, avuntudur. O boşluğu doldurma iradesi, bu nedenle bizi bile aşar. Yani, kendi doğamız bizim kendi kendimizi kandırmamıza da izin vermez. Paslanarak değerini zaman içinde yitirir o boşluk. Belki, en iyisi, o boşluğu kapatacak bir tablo yapıp üstüne asmaktır. Belki de ressamlar bu yüzden… Kim bilir!

O boşlukların üstüne kendi yaptığın bir resmi, tabloyu, kendi yazdığın bir şiiri asmak iyidir. Başka türlü kapanmaz o boşluklar. O boşlukları açan özne veya nesnenin, geri dönecek olsalar kendileri bile. Resim, şiir iyidir. Veya, o cüret varsa boş bırakıp rüzgara tutarak ıslığını dinlemek de.

Aynur

çok parlıyor ekran. sonra okuycam. büyük ihtimal netim kopacak az sonra. şimdi sivas-zara’dan çıkıyoruz. köyde sakin sakin okurum keyifle.

Mustafa Sedat:

Ne zaman uygun olursanız elbette. İyi yolculuklar. Dikkatli olun. Selamlar.

21 TEMMUZ 2017

Aynur

içimdeki boşluklarla nasıl baş edebilirim kendimi o boşluklarda nasıl yeniden yaratabilir, yarattığım o yerde nasıl yeniden üretebilirim bu sorularla cebelleşmek, biraz o boşluğun tam da dibine düşmeyi sağlıyor, iyice bir acıyor canınız, her bir hücrede atomlarımızın içindeki boşlukları düşününce ki ayla güneş arası gibi mesafelere denk düştüğünü söylüyor bilimciler, boşlukların olmasına kafayı takıp bunu eksik veya geçmesi gereken bir şey olarak tanımlamaktan çıkartıp o boşluğun farkında olmanın tadı da çıkartılabilir.

biz hep doluluklar üzerinden algılamaya alıştırmışızdır dünyayı aralarındaki sessizliğe değil sadece sözlere bakarız, havadaki boşluğa değil nesnelere bakarız. belki de boşluklarımız ve doluluklarımızla oldukları gibi barışık yasamayı başarabilirsek; ki bu da bunun da mümkün olduğunu kavramaya çalışmakla başlıyor bence, göğsümüzdeki nefes genişleme olanağı bulabilir belki.

işte o zaman a boşluğun ıslık çaldığını duyumsama şansımız olabilir, aklımızla ben bununla nasıl baş edebilirim demek değil çünkü o yenmemiz gereken bir rakip değil bize ait, aynı doluluklarımız gibi… işte o zaman sadece içinde kalabiliriz, kulağımızı uzatıp bize söylediği şarkıyı dinleyebiliriz, o şarkının dağın, taşın, denizin şarkıları ile olan bağlarını keşfedebiliriz ve işte o zaman yazdığımız şiir yaptığımız resim boşluğun üstünü örtmeye değil içinde yüzmemize olanak verebilir öyle sabit bir katı gibi davranmaz o zaman o da.

kenarları açılır kapanır esner büzüşür, ayrı değil birlikte davranır. neyin boşluk neyin doluluk olduğunun önemi kalmaz. göğsünüzde örtseniz de dibinden fısıldayan bir sancı iken artık değişip dönüşüp sizin bir parçanız olur , sizin de onun bir parçası olduğunuz gibi:- olacağınız gibi:)

“yer yatağı” isimli şiir kitabımda bir şiirin finali şöyle bitiyordu “suyum kaba şekil veriyor”

birden aklıma geldi sözün burasında. (bu arada ara not: adres ve telefon bilgisi verirseniz istanbul’a döndüğümde iki kitaptan da size imzalı olarak kargoyla göndermek istiyorum.).

kaldığım yerden konuya devam edeyim. eğer boşluklarımızla böyle içerden bir yerden ilişkilenmeyi gerçekleştirebilirsek onunla bir oyun hamuru gibi oynayabilmeyi, tabu alanlarına dokunabilmeyi, dile getirilmez kabul edilene seslenebilmeyi, tam da orayı dile getirebilmeyi içselleştirdiğimiz bir yerden temas kurmayı hayata geçirebilirsek; bizde o boşluğu oluşturduğunu düşündüğümüz kişinin de boşluğuna ulaşma şansımız olur, şans diyorum çünkü şifalaşmak ancak böyle yumuşacık okşamalarla gerçekleşebilecek bir şey.

o okşamalarsa ellerimizin yapısında zaten mevcut. fazla olan kamburlarını almak yeterli olabilir:) ki ışık ortaya çıksın.

21 TEMMUZ 2017

Mustafa Sedat:

Işık gözümü aldı

Son cümleme dönersem, demek ki o cüret var. Bu da, kendisiyle barışık ve yaratıcı kılar insanı. Çok ciddi yüzleşmelerin sonuçları, çok değerli.

Kitap öneriniz için ise çok teşekkür ederim. Çok zarifsiniz. O yoğunlukta bunu size yük etmeyeyim. Ama bir gün görüştüğümüzde çoktan okumuş olacağım o iki kitabınızı yanımda getirip imza rica ederim, çok da mutlu olurum elbette.

Teşekkür ederim tekrar.

Aynur

ben ciddiyim okurken renkli okuyun isterim çünkü kitaplara resim yapıyorum. her bir kişi için özel bir resim… her imza ayrı.. benim her bir kişi için onları imzalama ve boyama anımda ayrı olmam gibi

Aynur

yaniii adresi bekliyorum ve tel tabii ki.. kargo için.

Mustafa Sedat:

Peki  Bir ricam var. Kargoyu karşı ödemeli göndermenizi rica ediyorum.

Aynur

anlaştık istanbul’a dönünce haber edicem

Mustafa Sedat:

Teşekkür ederim  Bu incelikler üstüne daha çok yazmalısınız.

Aynur

siz de

***************************************

22 TEMMUZ 2017

Aynur

merhaba tekrar boşluk konusu kafamda dönmeye devam ediyor. sabahın sessizliğinde evde herkes uyurken dışarıdaki kuş seslerini dinliyorum ve kuşlar belki de boşlukta uçabildikleri için boşluğa kanatlarıyla bin bir görünmez resim çiziyorlar. belki de bu sebeple boşluğa davet ediyorlar insanı sanki. korkma diyarlar uçmaktan; düşmekten korkma, süzül içinde ve diyorlar herkes kendi kanatları ile uçabilir, ancak birlikte uçabiliriz ama kanatlarını sevmelisin önce.

bir dizi film var bugünlerde televizyonda gösterimde: “şefkat yerimdar”… bayılıyorum o diziye; oradaki nerdeyse her karakterin kendi doğallığında oluşuna. bunu ayrıca uzun uzun konuşabiliriz isterseniz ancak şimdi söz etme sebebim şu: orada bir diyalog vardı aşkı tarif ediyorlardı. kadın karakter insanın içinde boşlukları olduğundan söz ediyordu, şefkat de o boşluğu ancak bir başkasının boşluğu doldurabilir mealinde bir cümle ile karşılık veriyordu ona. bu cümlede kaldım resmen… şöyle bir “oyy” dedim “eski aynur olsa bayılırdı bu söze, başı dönerdi” ama yok artık!.. boşluğumuzla ancak ve ancak kendimiz oyun hamuruyla oynar gibi oynayabileceğimizi, keşfedebileceğimizi, merak ve heves edebileceğimizi, dün de dediğim gibi içinde yüzebileceğimizi öğretti bana hayat… bu boşluğu gelip bir başkasının doldurmasını ummak aşktan çok şey medet ummak olur, sakat olur. o aşk boşluğunu doldurur belki ama sizin de dediğiniz gibi kalıplar uymaz ki o da sırf bu umma hâli ile kendisine bel bağladığınız için, için için uff ne boşluklar da o açar içinizde… belki kendi içinde de… bunu istemeden yapar hem de. siz yem bekleyen yavru kuşlar gibi ağzınızı açmış beklediğiniz için her olayı, her sözü yarası açık bir serkeş gibi beklediğiniz için bir dolar gibi olur o boşluk; bir kocaman yenisi açılır hemen. konulara böyle baktığınız için o boşluklarda dans etmeyi de bilmiyorsunuzdur. kendi ayaklarınızın dibine çökmeniz an meselesidir. bir süre sonra, sözler, sesler, anılar en güzel giden aşkta bile biriktikçe birikir. güzeller uçar gider acıtanlar sürekli boşluğun kenarlarını esnetir ve büyütür ne büyük kısırdöngü…

üstelik de yola ilk çıktığınızda olan boşluk da halen durmaktadır içinizde. belki de artık onu tanıyamayacağınız kadar dipte saklanmış olarak. iki yaralıdan bir bütün etmez ama iki kendi yaralarını yalayabilen sevgili diğerine de al yala yaramı da dese, gel uçalım birlikte de dese, ben bir uçup geleyim senle şurada buluşalım ya da beni bekle de dese olur. o eşiğe varıp aşabilince olur, hem de pek güzel olur. kendi yarasını yalayabilmeyi başaran kişi diğerine de yarasını yalaya yalaya iyi edebileceği konusunda rehberlik edebilir olur artık.

bazen de insan uçmayı bilir de uçtuğunu bilemez. bunun farkında olması dile getirmesi de uçması kadar önemli. bir şiir yazmışım yıllar yıllar önce on iki on üç yıl olmuştur sanırım; orada yazdığım felsefedeki kıymeti fark etmek ve bilerek dile getirebilmek bunca yılımı aldı. ki o zaman da canım acıyarak çığlık gibi yazmıştım. elbette içinde felsefe olduğunu fark etmekle etmemek arası bir yerde…

ama sanırım içsel olarak biliyormuşum ki ismini “mola yerinde” koymuşum )))

şiir şöyle başlar:

“bin bir aşktan geçerek geldim / meleği şeytanı süzerek geldim / bak yüzüme kum taneleri işlendi çölleri aşarken / kaynayan kazanlarda piştim de geldim

gözlerimde ince alay arama / deler bakışlarım bedenini / doğmamış iblise değer ellerim / tırnaklarım zehirli tükrüğüm merhem/ lokman hekimden el aldım da geldim”

şiir bu halde olabilmek neyi gerektiriyorsa öyle devam etmiş (şimdi buradan anlıyorum) iki kıtası daha var, internete yazılınca çıkıyor ama muhabbetin bu bölgesi için bu bölümler yeterli.

kendine ve birbirine şifa olabilmenin anahtarı bu bölümde saklıymış şimdi bugün bu bilgim ve bu bakışlarımla görebiliyorum. o yüzden diyorum bilgi olarak bilmek de yapabilmek kadar önemliymiş rüzgârda sürüklenip ara ara gitmek istediği yönde yolculuk yapan bir yaprak gibi olmamak için rüzgarın işleyişini, sizin bedeninizden nasıl geçebileceğini az çok tahmin ediyor olmalısınız. tam bilmek hiçbir zaman mümkün değildir. en başa dönersek rüzgar işte o zaman boşluğunuzda bir ıslık çalar ve siz de o ıslığın ritminde dans edebilir olursunuz.

artık o dansa kimi alıp kimi almayacağınız size kalmış:)

ne garip handikaplar… rüzgârda savrulabilmeyi göze alıp kaybolabilme bilgisinde yol… kendisini ince ince ören bir spiral gibi.

ve de kendini ince ince bulabilme bilgisinde o kaybedişte…

****************************************

Aynur

köyde internet bağlantısı olmadığı için sabah kalkıp iki gündür “ya nasip” deyip yazıyorum ikisinde de aynı gün gitmesi gerçekten nasip oldu. telefondan yazmak zor. direk yazıp enter’a basıyorum doğaçlama… ne yazdım sonra okuycam kendimi de))))))

Mustafa Sedat:

Tahmin ediyorum zorluklarınızı. Ziyanı yok. Gayet anlaşılır.

Aynur

“boşluk” konusunda düşünceler oluştuysa devam edelim derim. çok iyi gidiyor.

Mustafa Sedat:

Öyle olacak gibi görünüyor.

Aynur

kendi kendimize dökmek zor. böyle suyu çok iyi götürüyoruz..

Mustafa Sedat:

Haklısınız. O konuda bildiğim bir şey varsa, yeni bir aşkın bir öncekinden kalan boşluğu dolduramayacağı. Doldurmasın da zaten. O boşluğu taşıyamayan, yeni bir aşka yelken açmasın da zaten.

Aynur

“boşluk” bahsinde aşk üzerinden gittik ama her türlü ilişkilenme için geçerli bence. söz etmezsek mevzu eksik kalır.

Mustafa Sedat:

Heidegger’le 1966’da yapılan bir röportajı okuyordum. Dün gece bitti.

Aynur

offff süper. “bosluğunu taşıyabilmek…” buradan biraz açar mısınız… uygun zaman olunca…

Mustafa Sedat:

Haklısınız. Boşluğun yegane kaynağı aşk değil elbette. O kaynaklardan sadece biri.

Aynur

ve bakalım daha nerelere evrilecek konu.. çünkü hiç bir tema diğerinden bağımsız değil.

Mustafa Sedat:

Konu girift ve kapsamlı haliyle. Elbette, değineceğim bir yönü de o olacak; Taşıyabilmek.

Aynur

eril taraf dişil taraf dengesi ile de yine göbekten bağlı “boşluk” teması.

Mustafa Sedat:

Aynen öyle. Bir de şu sizin şifalı tükürüğünüz; Merhem…

Aynur

evet o dizenin yarayı yalamak bahsi ile ilgisini bu sabah size yazarken fark ettim. yazarken anlamını bilmiyordum.

Mustafa Sedat:

Kıvamı, tadı, yarayı yalarken, yaranın üzerinde bıraktığı ince tabaka.

Aynur

içsel bi şekilde yazmışım. yazabildiklerime varmak çok zamanımı aldı.

Mustafa Sedat:

İçsel evet

Aynur

yara, kabuk, boşluk, hiçlik, heplik teması, nokta felsefesi… bu gidişle konuşmaları toparlayana kadar bir kitap yazacağız birlikte

Mustafa Sedat:

Umarım

Aynur

umarım

Mustafa Sedat:

Şöyle bir şey yaptınız mı hiç;

Aynur

hayır.. ama çok kıymetli ve kendimi bulmamı sağlayan çok özel yazışmalarım oldu dostlarımla. yazışmaların kitap olmasını düşündüğüm üç arkadaşım oldu. öyle güzel yolculuklar oldu ki gerçekten bir tek bende olması yazık diyeceğim. ancak özel mevzuları ya da şiirlerimden incelemeleri içerdiği için çalışma zorluğu yaratacak çok malzeme içermesi sıkıntı olabilir. sizle olanlarsa sanki al direk kitaba koy gibi gidiyor.

Mustafa Sedat:

Öyle bir şey değil. Şöyle bir şey; Birinin (dişil, eril farketmez) Hikâyesinden etkilendiğiniz birinin kendisini ifade ettiğini söylediği bir şarkıyı açmak, renkleri seçebileceğiniz kadar ışığı olan bir ortamda, o beyaz bir tişörtle bir taburede oturacak, onu ifade ettiğini söylediği şarkıyı dinlerken, müziğin ritmine, rengine, vurgularına, iniş ve çıkışlarına uygun hareketlerle , mesela sadece işaret ve orta parmağı bitiştirerek fırça gibi kullanıp üzerindeki tişörte resim yapmak. Böyle bir şey yaptınız mı?

Aynur

bunu yapmadım. süper fikirmiş. ama müzik dinleyip telefona çizdim. müziğin ezgi ve ritmleri bana ne yaptırıyor diye merakla.

Mustafa Sedat:

Bunu ben de çok merak ediyorum. Sizin ritim ve müzikle ilgili de enteresan bir bağınız olmalı. Müzik zevkiniz hakkında hiç bir fikrim yok.

Belirleyici olan bu değil, belirleyici olan, ağırlık verdiğiniz renkler, tonlar, vurgular, kısaca resimdeki tarzınız ve yazdıklarınız. Resimler ve yazdıklarınızın içinde ki gelgitler, vurgular, çalkantılar, hep hayatın kendisine ait ritimlerden. Bu konuya da gireriz. Ya da, girmelisiniz.

Aynur

kesinlikle girelim.

Mustafa Sedat:

Bir de Heidegger demiştim. 1966’da Der Spiegel Dergisi’nin kendisiyle yaptığı röportajda şunu demiş bir dilden diğerine şiir çevirileri için;

“Söz söze çevrilmez!”

Şiir ve felsefede, bunu yapmaya kalktığında, o şiirin yazıldığı dilde saklı ruhunu çeker alırsın içinden.

Ben, ileriye dönük bir kaç not daha olsun diye bir kaç parça cümle ekleyeceğim izninizle. Burada dursun. Daha sonra beraber döneriz.

Aynur

kaçtım

Mustafa Sedat:

Kaçın.  Laf lafı açıyor. Şair şunu demiş;

“Uç uç uç kırlangıç / Uç uçabildiğince / Ama yine geri dön bana her / Göç mevsiminde…”

Heidegger, “Söz söze çevrilmez”, demişti. Biz de “boşluk” mevzuunda aynı gerekçelerle benzer bir tespit yapabiliriz; Boşluk boşlukla kapanmaz. Kapanmasın zaten. Dert o değil. O olmamalı. Bu, elde var bir.

Bir şeyin veya birinin yokluğunun bıraktığı boşluğu, kendisi veya yerine ikame edilebileceği düşünülen alternatifi tekrar elde edilip “var” kılındığında, bu “yeni” varlık o boşluğu doldurmaz. O boşluğu bırakan bir “şey” veya “kişi”nin kendisi bile olsa. Boşluk, bizden gitmiş bir “şey”den geri kalandır.

Oluşmasında gidenin olduğu kadar, bizim ona yüklediğimiz anlam nedeniyle kalanın yani bizim de katkımız vardır. Oluşmasında değilse bile, oluşan şeklinde bu katkı kesindir. Verilen o değer o kadar değil de bu kadar olsa, veya ona yüklenen anlam o değil de bu olsa, kalan boşluğun şekli böyle bir şey değil de işte şöyle bir şey olabilirdi.

İşte, insanın biraz da kendi doğurduğu şeydir bu boşluk. Bunu en çok eril olanın öğrenmesi gerekir. Dişil olan, doğurmayı eril olandan öğrenecek değil, değil mi ama?

İşte, o boşluğu doğurana kadar içinde, doğurduktan sonra göğsünde taşımayı bilmek gerekir. Hatta, büyüyüp ağırlaştığı zamanlarda sırtlayıp taşımayı. Yorulup bir yerde bırakamayız. O boşluk, en çok, işte daha önce bahsettiğim, içimizde kurduğumuz o müzeye yakışır. Hayatımız boyunca biriktirdiğimiz bütün değerli parçaları kaldırdığımız, tek ziyaretçisi kendimizin olduğu o müzede saklanır o boşluk(lar) da. Gözleriniz, o müzenin vitrin camıdır. Gözlerinizden izlenebilir biriktirdikleriniz. Hepsini görmek mümkün olmaz tabi. Bu kadarını göre(bile)cek olan da, yine yaşadıklarından en değerli parçaları kendi içinde bir müze kurmayı başarmış ve içinde biriktirebilmiş bir başkası fark edebilir.

Belki, çekimin adı konmamış bilinmeyen nedeni, bağı budur.

Hayat bir matematiktir.

İnsan da, müzik de, resim de, renkler de, şiir de, duygular da ve kaçınılmaz olarak düşünceler de…

Bütün bunlar arasında da uyum yakalamak bir meziyet ise, uyumsuzluğundan beslenmek de aynı değerde bir meziyet sayılmalıdır. Madem doğada her şey zıddıyla var!

Şu tişört konusunu önemsiyorum. Bunu bana düşündüren sizsiniz.

Bunu deneyin. Bir insan, onun hikayesi, müziği arasındaki uyum ve uyumsuzluktan, parmaklarınızın ucuna inecek akımla, titreşimle, temaslarla ortaya çıkacak tabloyu merak ediyorum. İyi tanıdığınız birinde de deneyebilirsiniz, hiç tanımadığınız birinde de. Seçtiği şarkı kaç dakika? 4 dk. Hikayesini 4 dk.da anlatsın. Ve açın müziği. Sonrası serbest. Müzik, bittiğinde tekrar başlayacak biçimde ayarlanmalı. Müzik, resim bitene kadar susmamalı, değişmemeli. Bitmeli ve hemen tekrar başlamalı. Resim bittiğinde bitebilir artık her şey. Müzik de.

Bunun içinden kaos da çıkar, büyük çalkantılar da, ahenkle tişörtün yakasına vuran dalgalar da çıkar, tutku da, aşk da, şehvet de, şevkat de, acı da, yıkım da, duru bir suyun dinginliği de. ne doğurur bilmiyoruz. O hikâyenin, müziğin ve parmaklarınızın arasında tutturacağınız ritmin kendisi bilir bunu.

Şimdilik aklınıza, zekanıza, içinizden kıvrıla kıvrıla yükselecek duyguya ve parmaklarınızın ucuna bin selam.

**********************************

24 TEMMUZ 2017

Aynur

günaydın

bu yeni bir gün… köyde sadece kuşların sesi var yine, ben açık pencereden bir yandan onları dinlerken bir yandan yatağımda oturmuş yazdıklarınızı düşünüyorum, meraklı hevesli bir uç uç böceği olduğum için; ya da bir heves kuşu… elbette çok heyecanlandırdı ama bir yandan da ürküttü, ürkmem kendi adıma değil, bir kişi hele de onu etkileyen bir şarkı yoluyla kendi hikâyesine dalarsa çok derin bir şekilde kendisine dalacak, büyük ihtimalle dip kuyularına düşecektir. o zaman sadece onunla ilgilenmek gerekir ellerinden tutmak usul usul okşamak gerekir bileklerini. tatlı bir sesle güven veren bir sesle onunla belki minik minik konuşmak, yardımcı olmak çırpınışlarının bir dengeye varmasına. yani resim yaparsam onu yalnız bırakmış Olurum, sonra belki o resmi görmek onun dengesini bulmasında Onu ona gösterdiği için faydalı olabilir ama bunu kalkışmak suretiyle yapmak riskli, yada benim gönlüm el vermiyor kimle olursa Olsun. ancak bunu a kişinin hikayesinden bana bir şey sızıyor zaten hayattaki hallerinden, sürecinden o halin resmini yaptığım Oldu, ve bunu o kişiye göstermenin etkili Olduğunu gördüm, habersiz olabilir bu çalışma, zaten dinliyordur şarkısını ve şansa yakalarsınız o halini, anlarsınız Şarkısı olduğunu ve çizersiniz bir resim, ben resim yaparken ellerini tamamen serbest bırakıyorum ne çizeceğini ben de bilmiyorum, ne renkleri kullanacağını

öylece akıyor telefon ekranına çizdiğim için çoğunlukla anında çıkartıp o esnada da çiziyorum tramvayda, vapurda, otobüste bir ağcın dibinde durup, bir dost Sohbetinde, konser dinlerken, izlerken, aksaray’da marmaray’dan inip o caddenin kaosunda dikilip bir köşeye çekilerek -gölge olması yeter ki ekranı göreyim- çiziyorum

kardeşimi, daha doğrusu ondan bana geçenleri imge olarak çizmiştim bitince anladım Onu Çizdiğimi, sürecini görünür yapmanın akışı Olumlu anlamda etkilediğini gördüm daha sonra, resim ve şiir garip bir şekilde boşluk dediğimiz şeyin İçini gösteriyor sanki bize, boşluk duygusu tanımlandığı anda bile somutlandığı için boşluk olmaktan çıkıyor böyle bir ironi ile açıklayabiliriz sanırım durumu çünkü çizdiğinizde ya da yazdığınızda hep o boşluğu anlatıyorsunuz, o zaman somutlanıyor ve diyorsunuz ki içinde meğer ne çok şey varmış

telefonu elime alıp ses kaydını açarak ne diyeceğimi hiç bilmeden konuşmaya başladığımda kendiliğinden oluşan şiir de böyle bir şey ki yazışım ile konuşuşum arasında zerre fark yok , kağıdı elime aldığımda veya ekran, karşıma aldığımda da ne yazacağımı hiç bilmiyor oluyorum. sadece yazmağım veya konuşmağım gelmiş onu biliyorum

her somutladığımız şey içimizden çıkıyor bu doğru

mesajları okurken şu bölümde gözlerim yaşardı bu güzel bir işaret, ve simdi okuduğumda da aynı şey oluyor bu demektir ki bu bana bir hediye hayattan, canlı bir titreşime işaret ediyor içimde hala yolculuğu süren / bunun için teşekkür ederim, konuya devam ederiz bu ara not olsun, rotayı dağıtmayalım derim ,o bölüm şurası idi:

(işte, o boşluğu doğurana kadar içinde, doğurduktan sonra göğsünde taşımayı bilmek gerekir. hatta, büyüyüp ağırlaştığı zamanlarda sırtlayıp taşımayı. yorulup bir yerde bırakamayız. o boşluk, en çok, işte daha önce bahsettiğim, içimizde kurduğumuz o müzeye yakışır. hayatımız boyunca biriktirdiğimiz bütün değerli parçaları kaldırdığımız, tek ziyaretçisi kendimizin olduğu o müzede saklanır o boşluk(lar) da. gözleriniz, o müzenin vitrin camıdır. gözlerinizden izlenebilir biriktirdikleriniz. hepsini görmek mümkün olmaz tabi)

net çekmeyince face’de takılı kalanları görüyor ancak insan. onları bir işaret imkânı görüp bakayım dediğimde kendi şiirimden bir bölüm çıkardı karşıma.:

“suyum kaba sekil veriyor” diye biten şiirin içinden bi bölüm:

“duydun mu anne, sen de duydun mu demliğin kulpuna bir kahve çiz, içini ben çizerim”

sanırım yine boşluk teması ile ilgili.. bir fincanın içindeki boşluğu doldurmaktaki kendine güven ki fincandan hiç söz edilmiyor))))) ama anneden istenen cesaret… insan aynï anda hem cesur hem ürkek olabilir mi…. olur… aslında tam da öyle olur. hiç bir duygu yūzde yūz değil içimizde… aynı anda bile…

belki de bize lazım olan tam da budur ürksek de cüret de etsek içimizdeki o boşlukların dolabilir yeniden boşalabilir daha önce de dediğim gibi esneyebilir ve büzüşebilir canlı organizmalar olduğunu bilmek… ve cesaretle ve ürkerek onlarla oynamaktan korkmamak… hem ödü patlamak hem de gitmek içine içine. ama ben çizerim içini yeniden renklendiririm diyen bi iç güvenle…. bir tebessümle.. kendine sarılma isteği ile… tamam yavrum ben temizlerim çöplerini senin teker teker… öpe seve temizler çiçekler ekerim.içine senin diyerek kendine

Seni bloke eden her turlu dokuyu öpe seve temizlerim toprağını havalandırırım.. usul usul kabartırım sularım konuşurum seninle tek tek her hücrenle diyerek… ne güzel bi yolculuk olur hem bu.. içtenlikle seve seve yaparım bunu kendime diyen bir iç sahiplenişle…

şu an öğlen.. araya bir kahvaltı girdi kardeşime çizdiğim resmi göndereli. güneşi içine çekme girdi ceplerime arada.. bir tırtılın karınca ile kenetli o çimenden o çimene atlayışını, kıvrılışını uzun uzun izleme girdi meral’le… karınca mı tırtılı, tırtıl mı karıncayı götürüyor çözme merakı girdi. karıncaymış… bedenini kıvırıp kendisini karıncadan ayırınca tırtıl, belki on beş yirmi dakika sonra emin olduk…

temizlik girdi araya… lavaboların altındaki hortumları kesip yeniden bağlama girdi… bacaklarımızda şimdiye dek hiç oynatmadığımız kasları oynatmaya çalışıp nasıl bir şey olduğuna bakmak girdi… sonra geldi hepsi bos bir fincanın içine girdi iste..m demek ki karşıma çıktı o eski dize.. bir rehber oldu bir zamanlar yazdıklarım gelip gözüme girdi..

size anlatıyorum usul usul ki birbirini takip eden şifacı mektupların burasına girdi

hayatin içindeydi geldi yeniden hayata girdi.. görüyorsunuz değil mi nasıl da her şey birbirine girdi desem değil… zaten birlikteydiler…

24 TEMMUZ 2017

Mustafa Sedat:

Diyalektik budur ki

Boşluk konusuna biraz ara vermek iyi gelir mi size?

Bu arada, gönderdiğiniz videolardan birini, Meral ile beraber olanı izledim.

Diyalektiğin ve arayışın böylesine net, canlı, heyecanını hissettiren ve ulaştıklarının değerinin farkında bir sohbeti izlemek çok keyifliydi, bir dolu soruyu asıp gidiyor insanın aklına.

Aynur

boşluk konusunda kısa bir iki şey yazacam aklımda ama sonra yazabilirim sözün burasında dursun istiyorum

Mustafa Sedat:

Peki. Boşluk konusundaki o bir iki şeyi merakla bekliyor olacağım.

**********************************

Aynur

boşluk… boşluk nasıl doldurulurdan doldurulmalı mı’ya kadar pek çok ara duraktan geçtik bu noktaya gelene kadar. ama hala söz etmediğimiz kavşakları var gibi geliyor bana. o boşluğun bir fırsat olduğunu biraz daha açmalı sanki.. öyle hissediyorum. size “serendipty” diye bir sözcükten hiç söz etmedim. benim hayatımda özellikle farkındalığımın yükselmeye başlaması ile birlikte çok sık kendisini gösterir oldu.aradığın bir şeyin kendiliğinden gibi bir şekilde önüne adeta düşmesi. önceden beri de vardı ancak son dört beş yıldır bunun çok farkındayım. birden karşınıza çıkıyor gibi oluyor o yanıt. önceleri bu durumu ilgi algıyı, algı ilgiyi artırır cümlesi ile izah ediyordum kendime. bunun da payı.olmakla birlikte odakta duracak açıklama bu olamaz dedirtecek şekilde deneyimler yaşadım ilgi ve algi meselesi daha çok yakalamanızı sağlamada işlev görüyor. ama artık biliyorum ki hayat bana o uçlarını verecek serendipty’i açmadım değil mi unuttum. yoksa açtım mı… bir yandan ihtiyacınız olan bilginin bir şekilde önünüze düşmesi ya da gereksinimiz olan birisi ile karşılaşmanız gibi söylenebilir. örneğin bir bilgiye ihtiyacım var ama arayacak vaktim yok. birden bir kitaba elim gidiyor alıyorum elime yani düşünerek o kitaba gitmiyorum elim gidiyor sanki. bir sayfasını açıyorum ve baktığım paragrafta o bilgi var. bir trans gibi o gidiş. ya da farkında olmadan açış gibi. gördüğümde ne yaptığımı fark ediyorum aradığımın bile farkında değilim. hayat hediye ediyor gibi bir şey. ki serendipity kavramını bile bu şekilde öğrendim. beyoğlu’nda girdiğim bir kitap evinde elim bir kitaba gitti. isminde kedilerle ilgili bir şey vardı; bilgesu erenus’undu anımsıyorum. kedilerle işim yoktu o zamanlar. ne alâka bu kitabı elime aldım dedim içimden ve açtım.  tam da okuduğum yerde “ya nedir bu her aradığım önüme çıkıyor” sorusunun yanıtı vardı, nedir acaba bu kolektif  bilinç denilen şey ya da ortak bilinçaltı ben muhtemelen şiir yazarken o bölgeye oldukça çok giriyorum ya da resim yaparken ama daha fazla anlasam iyi olacak dediğim anda işyerinde birlikte çalıştığım arkadaşım dedi ki eşi için: “aynur, arzu’nun son kitabı çıkacak yakında, “koan/ içsel biliş hikayeleri,.,”

birden anladım yanıtlar için rehberim geliyor, hemen internet siparişi verdim çıktığı gün bana doğru yola koyulsun diye , kitap geldi ancak elimi bile sürmedim artık içimin ne zaman ihtiyaç olacağını da hissetmeye başladım. çünkü daha değil dedim zamanı gelince anlayacağım ve elime alırım sivas’ın bu köyüne valizimde bile değil çantamda getirdim ama hiç kapağını bile açmadım içime baktım henüz değil zamanı gelince anlayacağım bir ritüele hazırlanır gibi bir dingin merak.. o buluşma anının yaşamda nereye düşeceğine dair bir heves… kendinin kendine ne sürpriz hediye vereceğini bir ince bekleyiş hali bu, ve derken geçen gün size yazarken geldiğim son cümle .. ve ertesi sabah birden elim kitaba gitti allah allah diyordum öncesinde kolektif  bilinç konusunu merak etmeme rağmen neden bu kitabı açmıyorum ne bekliyorum acaba
açtığım anda anladım, boşluk temasının da belli bir yere gelmesini bekliyormuş içim… alın size bir içsel biliş hikayesi işte. bu kitaba de öyle langır lungur girilemezdi herhalde.

şu cümle ile başlıyor kitap;

“doluluğun bir karşıtı olmayan bir boşluktan doğulur ve yine ona dönülür.”

oyy dedim gülümseyerek, işte bunu hiç beklemiyordum, bombalara gel…

heyecanım ve merakım bir anda tavan yaptı. sayfanın sonuna kaydı birden gözlerim; aynen şu yazıyordu:

“eskiyi korkutan bir haldi bu boşluk meselesi . bu yüzden hiç yer kalmamacasına ıkış tıkış doldurmaya çalışırdı torbasını, kesesin, biriktirir, biriktirir, biriktirirdi hep, varlığını bu biriktirdikleri şeyler zannederek onlara tutunarak yaşar ve onları hiç bırakmadan ölürdü ne yazık ki, bu yüzden bu eski varoluşun bu tutunan hali, tüm o eski evlerin tam tavan arasına benzerdi; örümcekli, trajik , buruk aşklar/ azar azar kalbi yoranlar, esir alan hatıralar ve buna rağmen bir türlü havalandırılmayan, atılamayan, bırakılamayanIarla dopdolu bir mezar”

ne müthiş bir viraj şimdi bu değil mi

bir yandan müzelerimize kıymetler düzerken içine girilen ne müthiş bir ironi… o boşluğu yaratan anıları ve malzemeleri yine çevirip o boşluğu dönüştürmek için kullanırken boşluğun kurtulunması gereken bir şey olmaktan bir anda kurtulması müjdeye bakın şimdi:) savaş alanının aynı zamanda şifa alanı olduğu bilgisi ile bir kez de buradan yüzleşmek… çok değil biraz ötesinde şöyle söylüyor arzu yüksel de; “ama bir şey var; umut, beklenti ya da benzeri benzerlerine benzemeyen bir şey var. o şey geçmiş insan hikayesinin evrilip çevrilme olasılığına dair bir şey hoppala….. ıslığa mı geldik Simdi yine , yani en başa hayat ne garip sürprizler veriyor böyle.. yine kitaptan önüme düşen bir cümle İle bitireyim ” iki anlamlı bir bölge burası, kutupluluk arasında gidip gelmeye alışkın olan insan zihni için hiç de kolay anlaşılabilir bir tarihi zemini yok buraların. hatta bu birliğin insan akl sağlığını zedeleyen yanı ancak gelecek nesillerce sağaltılabilinir büyük olasılıkla şimdilik insan zihninin savaş alanı aynı Zamanda bir şifahane olduğu farkındalığından oldukça uzak”

boşluk temalı yazışmalarımızı kitapeki.com’a göndermek istiyorum izniniz olursa. orada ayda bir yazıyorum. kitaba bağlanması da kendiliğinden oldu ama ne iyi oldu

orada okumayı ciddiye insanlara ulaşma imkânı bulur daha çok.

Mustafa Sedat:

İzin de ne demek. Rica ederim. Lütfen. Kitaba, özellikle o kitaba bağlanması çok enteresan oldu. İçimde gezinip duran bir sorunun başını okşayıp duruyor başından beri yazdıklarınız.

Çok enteresan bir başka boyutu da, çok uzun yıllardır kendimi öyle hissettiğim an(lar)ı ifade için kullandığım “içim tam bir savaş alanı” tanımının burada karşıma çıkması. Üstelik o savaş alanının beni yeniden yaratan bir şifa alanı olduğunu keşfetmem de yeni değil. Dağınıklıklarımızın aslında içimizdeki düzenin, düzenimizin ta kendisi olduğu gerçeğinin bir tık üstü bu.

Biz sizinle daha önce karşılaşmış, tanışmış olabilir miyiz?

Ciddi soruyorum bunu  Galata kulesi civarında eski, tarihi bir binada oturmuşluğunuz var mı?

15- 16 yıl kadar önce meselâ?

Aynur

hayır… ama evet tanışmış gibiyiz. şimdi ayrılıyoruz; mezarlıktaydık ve burada çekmişti internet… görüşmek üzere

Mustafa Sedat:

Peki. İlk fırsatta devam edeceğim. Görüşmek üzere

24 TEMMUZ 2017

Mustafa Sedat:

Günaydın. Devam edelim. İlgi, algı, bilinçaltı, farkındalık, kollektif bilinç, beden, duygu, düşünce gibi kavramlardan yola çıkıp bunu mesela “insanoğlunun bilinç olarak yeni bir çağa doğru ilerlediği şu anda” “yeni enerjinin ruh ve beden birlikteliğindeki devinimi”ne bağlayan ve “aklın değil, tamamen işleyen sezgilerin ürünü olan” bir kitaptan çıkmak, itiraf etmem gerekirse beni ilk anda tedirgin etti. Yeni bir çağa doğru ilerlediğimizden ciddi anlamda şüpheli olmamdan tutun da mikro düzeyde çeşitli ve çok sayıda “inanç”lar, “mini inanç kapsülleri” yaratmaya aday (kısmen amacına ulaşmış!) bu tip girişimlerin mevcut hallerimizi açıklamaktan çok mevcut hallerimizden ve bu halleri anlamak, algılamaktan bizi uzaklaştıran birer “bilinçli” girişim olduğunu düşünmeme varana kadar kişisel bir takım nedenlerimin etkisi ve sonucu tabi bu. Ancak, bu o kitabın sizin o anki ihtiyacınıza cevap verme işlevini reddetmemizi gerektirmiyor. Ki, muhtemelen kitabın amacından, vermek istediğinden bağımsız olarak, ancak o amacı gerçekleştirmek üzere içerdiği, yer verdiği bir bilgiyi size ulaştırmış olması, o an için bir “serendipity” olarak misyonunu yerine getirdiğinden, hiç kuşku yok ki “iyi”dir. Tedirginliğimin ana kaynağı ise, o hallerimizden uzaklaşmaktan çok yüzleşmeye olan ihtiyacın benim için ağır basması ve kitabın akıldan çok işleyen sezgilerin ürünü olduğunu söylemesi. İçinde bulunduğumuz her hangi bir anın gerektirdiği karar ve davranışlar için kendi kendimize, hadi bakalım, bunu akılla mı yoksa sezgiyle mi çözelim türünden bir ikilem yaşamayız. Akıl ve sezgi de birbirini dışlamaz. Ancak aklı neredeyse dışlayan bir sezgiye yaslanmak ve hele bu ikisini de aşan bir üçüncü kaynak olarak işin içine “enerji”nin sokulması beni benden alıyor Bu, o enerjiye, taşıdığından farklı ve neredeyse ulvi anlamlar yükleme eğilimi içinde gelişen yeni akım mikro inanç kapsüllerinin olası yan etkilerini tamamen göz ardı eden, zaten iddiası gereği göz ardı etmek zorunda olan ve bu yüzden yanıltıcı yönlendirmeler ve daha çok bir Pollyannacılık vaad eden vaazlara dönüşebiliyor. Bu açıklamanın, o kitabı yargılamak türünden bir haddi olmadığını, sadece bu konudaki genel eğilimlere karşı kendi kendime bir uyarı olduğunu belirtmek de bu noktada samimi bir not olsun. Değilse, konunun bu noktası sabahlara kadar tartışmaya değer bir yönü tabi.

Konumuzun esasına dönecek olursak, bize ödettiği, yaşattığı, vaat ettiği, tattırdığı her ne olursa olsun, boşluk aynı zamanda bir fırsattır, evet. Bir fırsat olması veya fırsata dönüştürülmesi de, o boşluğun farkında olmak, boşluğun kenar ve kıvrımlarına parmaklarımızla dokunarak, hissederek şeklini algılamak, keskin ve yumuşak hatlarını bilmek ve bu hatların sertlik derecesine göre o boşluğa neden olan şeyin hem kendi (gidiş) nedenleri hem bizim buna izin vermemiz, razı gelmemiz, göz yummamız, mahkum olmamız, kabullenmemiz veya kabullenmek zorunda kalmamız, tercih etmemiz ve buna bağlı sonuçlarının ortaya çıkıp algılanmasıyla başlar.

Kopuş ve o boşluğun oluşum anında algılanamayan veya eksik/yanlış algılanıp yorumlanan her ayrıntıyla yüzleşmeyi içeren bir süreçtir bu.

Bu yaklaşım, her şeyden önce, giderek/koparak/kaybolarak o boşluğa neden olan şeyin hayatımızdaki (ve hayattaki) o ana kadar olan kazanılmış hak ve değerlerine olduğu kadar ondan sonraki hak ve değerlerine dair de sağlıklı bir muhakeme için fırsat tanır. Herhalde öncelik de, o şeyin hayatımızdaki anlamıyla orantılı olarak bu yönde olacaktır. Ama devamında, bu muhakeme ile ortaya çıkan yeni tablonun, nihai değerlendirmenin hem kendisinden hem de (giderek, koparak, kaybolarak bunun önünü açtığından, ) bundan da bağımsız olarak

sonuçlarından yola çıkıp kendimize dönmemize fırsat verir.

İki kere rafine olan bu durum, kendimizle yüzleşmek için tam bir fırsattır ve süreç genelde ağrılı, sancılı olabildiğinden bu fırsatın farkında olunamayabilir. Yine de, kendi kararımızı teyit etmek, benimsemek, özümsemek veya kabullenmek için bu “fırsat”la yüzleşmek kaçınılmazdır. Biz farkında olmasak da, tepsek de, kaçsak da o “fırsat” bize rağmen kendisini bize er yada geç dayatır. “Keşke”lerin muhtemel sebeplerinden biri de kaçılan bu fırsatlardır.

Bitmiyor tabi. Bu yönüne ilişkin arayışlar, açıklama ve anlama çabaları sürdürülebilir olmakla beraber, içimizde oluşan bu boşluk(lar)la zaman zaman içine düştüğümüz boşluklar arasındaki ayrım da yakın ilgiyi hak ediyor. Fırsat buldukça bu yönünü de kurcalamakta fayda var. Klasik kategorik algı biçimlerinin üstünden atlayarak ve atlarken oluşacak geniş bakış açısından yararlanarak bakmak daha saf bir bilgi için sanırım gerekli olabilecek tek anahtarımız.

İçimizdeki boşluklar daha çok içsel, kendimizi içinde bulduğumuz boşluklar ise içsel nedenlerin de katkı verdiği daha çok dışsal faktörlerin [bizden gidenler de artık gittikleri andan başlayarak birer dışsal faktöre dönüşmüşler(mi)dir]birer sonucudur. Geri kalanı, artık o boşlukların öz(n)el kaynakları ve buna bağlı türleri konusuna girer her ikisi içinde. Bu da, ciltlerce daha sürecek bir yolculuğa çıkmaktır.

***************************

25 TEMMUZ 2017

Aynur

merhaba:)

sizinle konuşmak çok genişletici bir duygu veriyor insanın göğsüne öncelikle bunu söylemek istedim tam bu virajında yolun, yol farklı yönlere doğru korkusuz ve kaygısızca gidebilirse arayış keyifli olur, yoksa sınırı önceden çizilmiş bir haritada coğrafyacılık oynamak gibi bir hissimiz olurdu, konuya göre değil birbirimize göre Serbet verdiğimiz. farklı düşünmek der geçerdik en ileri düzeyde bile, oysa birlikte aramak yolun hiç bir durağının sabit olmadığı ve dolayısıyla olmayacağı bilgisini de içerir, bu farkındalığımızı sözün burasında ifade etmek de istedim, içimizdeki boşlukların farklıklara olan tahammülsüzlükle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. sezgiyi öven kitapların akıla ya da zihne karşı görünen hallerini iyi irdelemek gerekir, arzu yüksel’in kitabının aklin karşısına sezgiyi çıkarttığına dair bir şey henüz sezinlemedim, ki zihin de bedene ve an’a dair de bir şeydir. o anda zihnimizle hafızamızla, edindiğimiz deneyimlerle dolayısıyla aklımızla da bulunuruz , sezgilerimizin de Akil yoluyla zenginleşmesi ve kendini katmerlendirmesi de birbirinin içinde süreçlerdir bence çünkü bilgi ile de yakından ilgilidir . enerji bahsi ise bize sunulandan çok daha farklı bir algı bilgisi içeriyor diye düşünüyorum, bilimsel yaklaştığımızda maddenin enerji olduğunu biliyoruz atomun içindeki proton ve elektronların arasındaki dengelenme halleri ile tüm katı ve sıvı ve gazlardaki hareketlerin olduğunu biliyoruz. bu noktada şiddetle önereceğim bir belgesel dizi film var on iki bölümden oluşuyor evrenin Oluşumu insan biyolojisi içine dalan mikrokosmos ile tüm evreni anlamaya çalışan makrokosmosu inceliyordu bilim adamlarının tek tek insanlık tarihindeki yerlerini yaşamlarını renk skalasını kızılötesi lşıkları nasıl bulduklarını, ses dalgalarından benzindeki kursunun hikayesine kadar her ince detay hikayedeki yerini birbirini tamamlayarak sürdürdü on iki bölüm boyunca, kara deliklerin oluşumunu öğrenirken köpeklerin evcilleşme sürecini de anladım) ısı enerjisinin Işık ener,isine nasıl dönüştüğünü..  neil de grasse tyson sunuyordu programı, izlediği izlek ise karl sagan’ aitti. enerjiyi anlama çabamı ben buralardan de yol aldırıyorum, bir anlama biçimi geliştireceksek bize sunulan yollara başka yollarla da gitme becerisi geliştirmeliyiz. einstein‘in çok sevdiğim sözüdür; “problemleri onları oluşturan düşünme biçimiyle çözemezsiniz

hazır bilgileri hep birbiri ile kararak kendi yolumda gitmeyi bu yüzden çok seviyorum hiçbir yaklaşıma mesafe koymadan ne tür müzik seviyorsunuz diye so^ muştunuz geçen gün bana değen her türlü müziği seviyorum tek ölçüm içime değmesi kurgu ile oluşturulmamışsa, kaynağını yaşamdan almışsa illâ ki değiyor kullandığı enstrüman; ritmi ya da dili hiç fark etmiyor

ben bir metni okurken evet doğru söylüyor gibi okumuyorum ya da hadi canım olur mu öyle şey gibi de.-okurken onun bana nüfuz etmesine izin vererek okuyup nerdeyse okuduklarımı sonra unutacak olduğumu bilerek, o yüzden bana oradan bir öz kalıyor ve yolculuktaki yerini kendisi buluyor belki serendipityler de o yüzden karşıma çıkıyor sıkça)))

koan kitabından bir alıntı yapayım şimdi bu mantıkla (alacağım bölüm bir hikâye içinde geçiyor yani okura hitaben bu böyledir cümleleri değil yazacaklarım.

öyküde gördüğü rüya içinde  einstein karakterinin genç bir gazeteci olan kahramanımıza söylediklerinden bir bölüm;

bir anlamda fantastik bir hikayeden zihni kışkırtma cümleleri diyelim:

“taşıdığımız beyin ikiye ayrılmadan çok önce bir bütün olarak çalışıyordu,o zaman her şey zarif ve sakindi. onun bütün hikayesi ikiye ayrıldıktan sonra başladı….. / o zamanlar dünyanın haritası böyle değildi/ atmosferi Simdi kinden farklıydı, ruhu henüz bu denli yaralanmamıştı. lakin o günden sonra dünya aşkını yitirdi, kalbini sisledi, ruhunu zedeledi..-…/yan yana ama ikiye ayrılmış bir anlayışın üveyik tohumlarını ekmeye başladı dünyaya insanoğlu.- ….. / ikiye ayrılmışlığı, tahammülsüzlüğü, düşmanlığı farklılığı daha da pekiştirmenin en iyi yolu nedir bilir misin evlat? insanları önce birbirine, sonra kendine yabancı kılmak…. iste dünya bu zorlu aşamadan geçti binlerce yıl-ve sonra ne oldu? eksik olan bir şeylerin varlığını sezip ama bunun ne Olduğunu bir türlü bulamadılar, analizler analizler analizler. bilim adamları, sosyologlar , din adamları, ruhsal gelişimciler her şeyi en küçük parçasına kadar ayırıp incelediler gözlerinin önündeki bütünü görmek yerine her şeyi parçalayıp dağıttılar.-. tıpkı önündeki oyuncağı parçalayan meraklı çocuk gibi.

yaşamın her alanını darmaduman ettiler, aslına bakarsan buraya kadar her şey normal zira merak gelişmek için yararlıdır, ama dağıttığın parçaları bir araya getirmeyi biliyorsan, bu parçaları birleştirmenin kaçınılmazlığını anımsıyorsan. -/ dünyanın en büyük sıkıntısı bu evlat….. / parçaları bir araya getiremiyor.

beyin, bölünmüşlüğünün gerçek olmayan bilgisini var olan her şeyi bölerek edindi , ama çekirdeğindeki bütünlük bilgisini hiçbir zaman yitirmedi.

—.-./bu yüzden zorlanıyor, zorlandıkça savaşıyor, zorlandıkça ruhunun yasası olan birliği, bütünleşmeyi reddediyor, yıllardır bildiği tek şey bölünmek…

kendini kamplara, dinlere, gruplara büsbütün bir çılgınlıkla ayırıyor.bu insan zihninden biyolojisine, oradan duygularına oradan beden diline yansıyan kimyasal bir süreç ve bu süreçte sürekli mutasyona uğruyor insan aslında aşkına kavuşmak, kendine sarılmak, kendiyle bütünleşmek istiyor insan

ne kadar uzun bir alıntı yaptım, telefonda kalemle yazarken de hayli yoruldum ama ilginç bir açıdan bakış, para ilişkileri, modernizmin insanı baskılayan kontrol altına alan disipliner yapısı kadınların, hayvanların üzerindeki baskılar tıptan fiziğe her şeyin kapitalizme hizmet edecek şekilde düzenlenen tavrı daha sonra postmodernizm de her şey çok daha medeni ve haklara saygılı gibi görünen hali ile insanların her alanda müşteriye dönüştürülme süreci, petrol savaşlar|, insan kıyımları, doğa katli… konu çok boyutlu ama boşluktan başlamıştık sohbete dünyalar| da alsa insanın İçindeki hiç dolmayan boşluk meselesi olarak da bakabiliriz meseleye

kendine ve birbirine yabancı kılınması yöneticileri de yönetilenler kadar içine alan bir algılama biçimi

kendi kazdığınız kuyuya düşmek gibi bir şey.

burada bırakayım yazmayı ben yarın bir şekilde net olan bir yere gidip postalayabilme dileğimle  (bu gecelik bu kadar olsun)

Mustafa Sedat:

Çok güzel. Söylediğiniz her cümlede anlaşıyoruz. Bu “anlaşma”, aslında birbirimizi öncelikle ve esasen samimi olarak anlama çabası ve onun bir sonucu olarak anlamayı ifade etmek için. Arkasından da, özgürce ve kendini sınırlama kaygısına düşmeden tamamlama ve yol açma. Yol üzerindeki işaret levhalarını yıka yıka. Varsa kendi içimizdekiler de dahil olmak üzere üstelik. Çok güzel. Çok değerli bu.

Aramızdaki bu iletişim ve üzerine konuşulan konulara ilişkin söylenenler açısından sadık kalınması gereken tek kural varsa, o da kaygısız ve korkusuz olmak ve yazmaktır. Yazdığınız ilk paragrafla, aramızda şu ana kadar yazılmamış, söylenmemiş olan bu kuralın altını çizmişsiniz.

Devamla, kitaba ve bu bağlamda akıl, sezgi ve enerjiye ilişkin yorumlarınıza da katılıyorum. Benim için enerji ile ilgili ifade ettiğim ve ilk andaki o tedirginlik duygusuna neden olan tarafı kitaptan da bağımsız, kitabı yargılama niyeti gütmeyen, sadece kendime yönelik bir uyarı idi ve belirtmiştim. Söylediklerinize katılmamak elde değil, ancak enerjiye kaynağı ve yapısı gereği akıl ve sezgiye içkin olduğunu düşündüğümden, onların yanında üçüncü bir baş rol vermiyorum, hepsi bu. Bir neden de, olay ve olgulara ilişkin duygu ve düşüncelerimizi ve bunların ötesine geçen duygu durumlarını açıklamakta mekaniklikten kaçınıyor olmam. Bu ayrıntıları didiklerken yazarak ifade etmek durumunda kalmanın zorluklarını da yaşıyoruz bir yandan. Kurulacak bir cümlenin ortasında müdahale etme veya katkı koyma ihtiyacını / imkanını elimizden alan bir durum bu biraz. Biraz da beynimizin düşünme hızına yetişemeyen yazma eyleminin getirdiği zorluklar var haliyle.

Bir yandan da karşılıklı konuşma/yazışma olmadığından, her bir cümlesini önemsediğim bu akışta herhangi bir ayrıntıyı atlamış olmamak, yanıtsız bırakmamak veya değinmek gerekiyorsa pas geçmemiş olmak için sürekli geri dönüşler yapmak durumunda kalıyorum ki kendi bütünlüğü içinde sürdürülebilir olsun ve genişleme imkanını bu akışın elinden almış olmayayım.

Sonuç itibarıyla sadece mevcut sistemin değil insanın kendi kendisine (çeşitli nedenlerle) koyduğu rezervleri de aşacak bir bakış geliştirmek esas olmalı.

************************************

26 TEMMUZ 2017

Aynur

sanırım bu konuyu burada toparlamalı sizin son sözlerinizle.-. einstein’ın ( probIemleri onları oluşturan düşünme biçimiyle çözemezsiniz) cümlesinin altını çizen bir final olsun böylece; “boşluk” temasını bitirirken.

buradaki son sabah (saat 6.3o) öğlen zara’dan otobüse bineceğim beni nasıl bir istanbul bekliyor bilmiyorum. kuşların ve ağaçların başına gelenler… insanların korkularını bolca saldıkları bir şehre gideceğim duygusu var karanlık görüntülerden… belki de hayat normale döndü bile ben buradan böyle algılıyorum dışında kaldığım için,

göreceğiz…

hayli çok fotoğraf çektik bir albümle paylaşırım ilk uygun fırsatta face’de meral türkü söylerken hayli video de çektim. 3-4 tane oldu güzel çok şey öğrendim burda, sabah sohbetlerimiz güzeldi mektup tadı oluştu kendiliğinden karşılıklı yazışmanın da bir telaşı olur bu format bir dinginlik de veriyor ben hâlimden memnundum köyde olmak bu imkanı daha çok verdi çünkü öte yandan

sizinle tanıştığım için çok zenginleşmiş hissediyorum kendimi. istanbul’a gittiğimde orada da kendine bir format bulacağından eminim yazışmaların.

Mustafa Sedat:

Ne mutlu. Oradan her anlamda dolu dolu dönüyor olmak müthiş. Vardığınızda, muhtemelen kendi gündemine dönmüş bir İstanbul bulacaksınız ancak sizin gözleriniz, İstanbul’un göstermek istediklerine rağmen farklı ayrıntılar yakalayacaktır. Sizden saklayamayacaktır hiç bir şeyi.

Dediğiniz gibi, Boşluk konusu Einstein’in işaret ettiği o uyarıyla toparlanabilir.

Tanışıklığımıza dair hissiyatınız, fikriniz benim için çok değerli şüphesiz. Çok teşekkür ederim. Çok zarifsiniz. Bu tanışıklık, benim için de ağırlıklı olarak takip ettiğim konuların dışında bir pencere açmış oldu. Dolayısıyla ben de kendimi zenginleşmiş hissediyorum. Kavramların, insan algısının, bakış açılarının sınırlara koşulmadan konuşularak havalandırılması, sulanması, yeniden filizlendirilmesi hem yaşamsal önemde ve cesur bir girişim hem kendi içinde çok keyifli bir yolculuk hem de herşeyin genel geçer ifadelerle savuşturulduğu günümüzde kendi içinde özel ve değerli. İnsan yenilenmiş hissediyor.

Bu yaklaşım, elbet her koşulda kendi formatını yaratır, kendi yolunu açar.

Şimdilik iyi yolculuklar diliyorum. Kendinize iyi bakın. Vardığınızda fırsat bulur da haber edebilirseniz ne iyi olur. Sevgiler, selamlar.

**********************

Aynur

zara’da otobüsteyim kalkmak üzere… garajdayız.

Mustafa Sedat:

Kaç saatlik bir yolculuk gerekecek İstanbul’a?

Aynur

on beş saati bulur sanırım. şunu söylemek isterim; teşekkür etmek çok güzel bir farkındalık getiriyormuş yaşama. eskiden bunu bilmiyor ve ne gerek var diyordum. şimdi teşekkür etmenin ve edileni bihakkın kabul edebilmenin ne özel bir şey olduğunu öğrendim hayattan, bu anlamda ben teşekkür ederim; iyi ki kitapeki’nde yayımlanan yazıma mesajla yorum yazmışsınız… yıllardır bilgisayarımda bir dosyada öylece duran mektubun aynı zamanda bir edebi yazı olduğunu fark edip kitapeki sitesine göndermeyi akıl edebildiğim için de kendime teşekkür ediyorum tabii

facedeki boşluk temalı paylaşım vardı ya, ilk yola çıkış noktamızdı; ona bir yorum geldi şu an. yorumu yazan uygur orhan heykeltraştır. yorumu şöyle:

“içinden nehir geçen dağlar..içinden rüzgar geçen heykeller..boşluğun da bir estetik değeri var..iki ayrı formun arası da bir form…hadi o zaman ..diyalektik olarak karşıtlarımızla birlikte varız..diyerek ..yaralarımızın ve çiziklerimizin aşkına …devam iğne ile kazdığımız kuyuları, delikleri.. şimdi kürekle kazmaya… haydi… ruh kuyularımızın duvarlarında eski bir gönül yarasını hatırlamaya ve yontmaya”

bu arada konuştuklarımızdan kafama takılan bir nokta var teknik olarak imkânım varken ben o konudan söz edeyim

Mustafa Sedat:

Peki.

Aynur

kitapeki.com’a göndereceğim ve tüm boşluk bölümü bence kendi içinde akışı itibariyle gayet iyi gitti. ancak konuya arzu’nun kitabının bahsi açısından baktığımızda kitap bir enerji kitabı gibi bir algı çıkaracak şekilde kalıyor konuşmalarımızda. oysa çok başında olmama rağmen böyle tanımlamak kitaba pek doğru bir yaklaşım olmayacak diye hissediyorum. bu bir enerji kitabi değil çünkü bence. ki hem beni etkilemesi noktasında hem de yazarının arkadaşım olması noktasında daha kapsamlı değinmeyi arzu ettiğim bir kitap bu… yazışmalara burayı açan bir bölümü de eklemeliyiz bence… hatta aklıma gelen şu: size benim.kitabı kargoyla gönderirken onun kitabını da göndermem ve o kitaba ilişkin cümlelerin de sizin tarafınızdan dökülmesi yazışma akışı içine.

kitapeki bir kitap sitesi o bakımdan kitapla ilgili bir sunum gibi de durabilir, tüm yazılanlar görsel filan.da eklenince. ben bir şeyler yazarsam kitabı savunmuş gibi olurum sanki, gibi şeyler düşündüm. bu arada bir öykü daha okudum kitaptan.. yazışmanın içinde durduğu yerden çok ötesini hak ediyor kitap, yazarı arkadaşım bile olmasaydı

bunu şiddetle hissederdim.

sorun burada sizin henüz kitabı okumamış olmanız. ayrıca okumadan tanımlayan olma gibi görünen rolünüz de aklıma geldi okur açısından. ikimiz arasında kaldığında akan bir konuşma içinde yer aldığı için sorun olmaz ama okur açısından bakıldığında bir “boşluk alanı” gibi duruyor sanki bu alan.

Mustafa Sedat:

Anlıyorum. Kaygınız o kitap özelinde çok haklı. Ben de şimdi hem size karşı hem gıyabında Arzu’ya karşı mahcup oldum. Sizin aktardıklarınızdan sonra benim baştan sadece tanıtım bölümünden edindiğim izlenimin bende neden olduğu tedirginliği sizin açıklamanız ve aktardığınız o bölümle çoktan aşmıştım. Tedirginlik ifade eden o paragrafta, bir kitap eleştirisinden çok kendime bir uyarı olsun istemiştim. Okumadan o tür bir eleştiri getirmek benim haddimi de aşar, akışı da, amacı da aşar çünkü. Ayrıca çok büyük haksızlıklar içerirdi.

Aynur

orayı toparlayalım.. kitabı keyifle okuyacağınızı düşünüyorum.

Mustafa Sedat:

Bu hassasiyetiniz de çok değerliydi ama. Teşekkür ederim. Çok incelikli bir yaklaşımdı bu.

Aynur

arzu’nun eşi evden iki kitap getirmişti. ve demişti ki; “bu kitapları kitabı okumalı diye içinden hissettiğin iki kişiye hediye et diye getirdim sana.. “ bakın yeri geldi (serendipity bahsi yine) birisini kime vereceğimi o an anlamıştım ancak ikinci kitap öylece duruyordu. verecek kişim olmadığı için değil pek çok isim geçti içimden. ancak biraz da merak ettim. nasılsa yol, bana gösterir diye bekliyordum işin açığı. ve rezerv tutuyorum elimde kimseye söz vermeden.

Mustafa Sedat:

Haklısınız. Ya o ifademin yer aldığı bölüm çıkarılmalı ya da dediğiniz gibi o kısım toparlanmalı. Bunu sizin paylaştığınız o bölüm üzerinden de yapabilirdim belki ama siz yine bir başka incelikle benim bu akışta yara gibi duran o ifademi sarıp sarmaladınız. Ne diyeyim. Çok teşekkür ederim.

Aynur

Ahhh ben ederim

Mustafa Sedat:

İlaç olmak ruhunuzda var sizin. Bu, mesleki bakışın hayata yansımasını aşan bir durum. Yapıcı. Sağaltıcı.

Aynur

gönlümden geçen bu yazışmaların aynen dahil olması bile olabilir hep mükemmel hale getirilmiş steril şeylere alıştırıldık. bu çok kıymetli bence bu sahi akış. çünkü nasıl düzenlesek erkek çocuğa sonradan bıyık çizmiş gibi olucaz. noksan düşünme diyelim her ikimiz için de geçerli. yapabilmeyi üstlenmek asıl güçlülük budur. ben artik kitabi yazıyoruz gibi de hissediyorum. öyle güzel ve incelikli ve sahi gidiyor ki yazışmalar. düşünülmüş değil hayatin kendi ritminde… bu yanlarımızla barışık durabildiğimizde boşluklardan ıslık çalabiliriz ancak.

Mustafa Sedat:

Aynı duyguya kapılmış ama henüz ifade etmek için o uygun anı yakalayamamıştım. Dediğiniz gibi, sanırım o kitap yazılmaya başlandı.

Aynur

teşekkür ederim belki ruhum.böyle.olduğu için şifacı olmuşumdur bilmeden.. hayatımın en büyük serendiptysi budur belki de. son anda ve yanlışlıkla.olmuştum çünkü . üniversite tercihleri yazılırken annem sıralaması bitmiş tercih listesine son anda ekletince çok da puanına filan dikkat etmeden direk üçüncü sıraya almıştık. öyle ki puanlama sırasına bile uymuyordu. puana göre dizsek diş hekimi olmuştum daha yüksek olduğu halde.puanı 4. sırada kalmıştı çünkü diş hekimliği ve ben eczacılığa hayli yüksek bir puanla girdim.

sonra çok üzüldü annem neden.müdahale ettim ki diye. paramız olmadığı için çok yanlış bir.meslekte okuduğumu düşünerek okumama rağmen okuldan 70 puanla mezun oldum…

şimdi otobüs mola yerine geldi.. siz fırsat varsa yazın. ben yürüyerek bacaklarımın uyuşukluğunu açayım biraz

Mustafa Sedat:

anneniz üzülmesin hiç. Sizin mutlulukla icra ettiğiniz bir meslek gördüğüm kadarıyla.

Peki. Bu durumda belki Uygur Orhan’ın yorumuna değinebilirim bir kaç cümle ile. O estetik değeri olmasaydı yanaşmazdık belki de bu konuya. Çok haklı bir noktanın altını çizmiş. Davet ettiği yer veya eylem ise kişisel tercihlerle karar verilebilir veya icabet edilebilir bir durak. Uğramak, uğramamak veya oradan geçmek, veya başlı başına uğraş edinmek… Tercih. O anki duyguyla veya içimizde cız eden bir kıvılcımla, arzuyla veya anlamak istediğimiz bir nefretle yaklaşmak ve bu duygularla hesaplaşmak bir yönü olabilir elbette. Diğer taraftan, iğneyle kazdığımız bir kuyuya, boşluğa kürekle dalmak önerisi bir cesaret verebilir ama iğneyle kazarken elde ettiklerimizi veremeyebilir. Bunu da en iyi kendisi bilir aslında uğraş alanı olması nedeniyle.

Eski gönül yaraları ise, genelde yaranın kendisi çağırmadıkça gidilesi yerler, uğraklar değildir zaman zaman kendisini hatırlatan anıların içinden geçmedikçe. Böylesi de yaranın kendisi ve anısı için daha sağlıklı olabilir. Bu da kişiden kişiye değişebilir bir durum elbette.

Tabi, yüzleşmemizi gerektiren durumlar içeriyorsa ve bunu henüz gerçekleştirmemişsek, çeşitli nedenlerle ertelemişsek, o başka.

Eninde sonunda yüzleşeceğimiz kesin gibidir. O yüzden, kaçamayacağımızı bildiğimiz o tabloyla kendimizi hazır hissettiğimiz ilk anda kürekle dalmak olası. Kürekle daldığımız şey, kendimiz, kendi rolümüz, duygumuz veya herhangi bir davranışımız olsa bile. Öyleyse, hak etmişizdir de zaten. Özeleştiri anlamında bu da kaçamayacağımız bir tablo. İğneyi kendimize…

Aynur

hayli çok çağrışım alanını beraberinde getiren bereketli bir önerme bence. yapacak olsak da olmasak da. yapmak kişiden kişiye değişmekle beraber düşünme kapısı açması anlamında da bereketli.

***********************

31 TEMMUZ 2017

Aynur

günaydın.

az önce vapurda yazdım bu şiiri boşluğa bırakmak da oluşan bu yeni boşluğu doldurma çabası sanırım.martıları göğüs kafesimizde uçurmak için

“bacaklarım titreyerek vapurun kıç bölümüne gittim; kafamı kaldırdım gökyüzünü indirdim denizi taradı gözlerim cıyak cıyak martıların seslerini aradım, denize bıraktığı izlerini aradım , gölgelerini aradım suda, iç çeken seslerini daha yukarı uçmak isteyen düşlerini aradım boşluklarda nafile, çok derin bir sabah var bugün İstanbul’da ”

Mustafa Sedat:

Günaydın

Bugüne kadar yazdıklarımız, hep bahsettiğim o müzeye giden yolu, müzenin kapısına varana kadar birbirimize eşlik ederek yürümekti. Müzenin kapısına vardığımızda da durup nefeslenirken sohbet ettik bir süre. Bu şiir, sizin içinizdeki müzenin kapısını aralamak olmuş biraz. Demedi demeyin sonra. İçerden sızan ışık gözümü alıyor. Çok enteresan bir duygu. İçimi dürttü bu şiir. Bir refleks, bir hamle kabarıyor içimde ama gözümü alan ışıktan kıpırdayamıyorum. Derin.

Aynur

biraz kalın o ışıkta. söze şimdilik başvurmadan…

Mustafa Sedat:

Şüphesiz.

*****************

 

  • Koan
  • İçsel Biliş Hikayeleri
  • Yazar: Arzu Yüksel
  • Türü: Kişisel Gelişim
  • Baskı Yılı: Mayıs 2017
  • Sayfa Sayısı: 176 Sayfa
  • Yayınevi: Ray Yayıncılık

Mustafa Sedat Kılıç kimdir?

1972, Samsun doğumlu. Dokuz Eylül Üniversitesi, İşletme Bölümü mezunu. Kıyı ve Kurgu Edebiyat dergilerinde yayınlanan şiirlerinin dışında çoğu yayınlanmamış şiir ve yazıları üzerine çalışmayı sürdürmektedir. RED Dergisi ve RED Haber Analiz Yorum sitesinde siyasi gündeme ilişkin yazıları yayınlanmaktadır.

 

Aynur Uluç
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Dövüş Kulübü 2 toplu set olarak yayımlandı…

Read Next

Eğitim Sen, ‘Kadın Öykü Yarışması’ düzenliyor

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *