Yaşamdan paylarına düşen onca zorluğun yanında, ölüm de yanı başlarındaydı. “Ölüm adın kalleş olsun” dedi adı Enver olan. “Acıyı bal eyledik” dedi, Hasan.
Türkiye’de edebiyatın konuşulmadığı yerlerde, adları anılmasa bile dizelerinin aldığı iki ozandır onlar. Yapıtlarla yaratımlarla sıra dışı olmanın zor olduğu bir enlem ve boylamda, kolay yoldan sıra dışı olmanın makbul olduğuna tanık olunur. Onlar ise en “sıradanlıkları” ile, bir sıra neferi gibi olan yaşamlarıyla sıra dışıydılar aslında. Ne müritleri vardı, ne hayran haleleri ne de onları gündemde tutan medya pazarlama ayağı…
Zor zamanlarda yaşadılar. Zor zamanlarda öldüler. Her ikisin de payına hapislik, işkence sürgün düştü. Türlü türlü yoksunluklar. Girdikleri yaşam yolunda, izlenme, kovuşturmalar, sürgünler ve hapislik doğal bir sonucu ortaya çıkarıyordu; işsizlik, ekmeksizlik. Nasıl bir iş buldularsa o işte çalıştılar, tam bir emekçi olarak. Hep işsiz, aşsız ekmeksiz kalma tehlikesi ve tehdidi altında bir yaşam. Hepsini yaşadılar. Paylarına bunca zorluğun, pek çok insana göre, fazlasıyla düştüğünün farkındaydılar ama bundan ne gocundular, ne şikâyet ettiler. Böyle bir yaşam deneyimini görünür hale getirmek hangi tür “iktidarın” işine gelir ki?
Her ikisi de birer köylüdür! Anılarını uzun uzun yazabilselerdi, edebiyatımızın ya da tarihimizin önemli kişilikleriyle ilgili olan hayranlıkla okuyacağımızı kimi özel anekdotları asla bulamazdık. Böyle bir eksiklikleri vardı yaşam deneyimi olarak. Gözaltı, sürgün… onları geç bir kalem. Ama şu da var ki, hapishaneyi okul eyleyip, yabancı dil öğrenerek, dünyanın en büyük şairlerinden Pablo Neruda’yı “keşfedip” ilk kez Türkçe’ye çevirip yayınlamak da bunlarda!
Yaşama dair ısrarlarını her zaman şiirler sürdürdüler. “Dost dost ille kavga” dedi adı Enver olan. Adı Hasan olan, direnen işçileri gördü ve hemen “Kavel” dedi. Yaşamdan paylarına düşen onca zorluğun yanında, ölüm de yanı başlarındaydı. “Ölüm adın kalleş olsun” dedi adı Enver olan. “Acıyı bal eyledik” dedi, Hasan.
Yürümekten kötünün üstüne, ayakları yandı. Yürümeyi bırakmadı kötünü üstüne, ölünceye değin. Çünkü “düşmanlar selam ister, gözden gezde, arpacıktan” diye yazdığı gibi yaşamayı seçti.
Ağır koşularda saçları ağardı. Kelepçe karaydı. Ama onlar kara kelepçeyi de başka gördü ve “kelepçemin karasına ak güvercin” demeyi bildi.
Onların yaşadıklarına benzer zorlu örnekler ülkemizde hep oldu. Belki daha fazlasıyla. Geçmişten bugüne değin. Onların farkı, oldukça yalnız olmalarındaydı…
İkisi de zor zamanlarda yaşadı. Öldüklerinde ülkede koyu bir 12 Eylül karanlığı hüküm sürüyordu. Enver 1920 yılında Erzincan Kemaliye’de Çit köyünde doğdu. 19 Kasım 1981 yılında Ankara’da bir huzurevinde öldü. Hasan Hüseyin, 1927 yılında Sivas’ın Gürün ilçesinde doğdu. 26 Şubat 1984 yılında Ankara’da öldü.
Her iki şairin yaşamları birbirine fotokopi gibi benzese de, şiirleri çok farklıydı. Hala farklı.
Bu iki büyük şair için yazılan çok değerli iki kitap var. Böylesi düşünsel ve yaşamsal yakınlıkları nedeniyle, onarlı iki ayrı yazıda yazmaya, onları ayırmaya gönlüm elvermedi.
Enver Gökçe’yi yazan Celil Denktaş’a ve kitabı basan Yaba Yayınlarına binlerce teşekkürler. Yine, Hasan Hüseyin Korkmazgil’i yazan Mehmet Aydın’a ve kitabı basan İlkim Ozan Yayınları’na binlerce teşekkürler. Celil Denktaş ve Mehmet Aydın, en hafifinde söyleyecek olursak, edebiyatımızın “bir ayıbını” -ortadan kalkmamış olsa da- biraz olsun temizlediler. Bu iki mahzun ozanı yazarak…
|
|
- Azerbaycan Şiiri ve Çağdaş Bir Derviş, İbrahim İlyaslı - 1 Kasım 2018
- Paslı Bir Kelime; Umut - 15 Eylül 2018
- Zor Olanı Yazmak; Kırgın Çocuklar Mevsimi - 1 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI