İki roman bir kuram: Woolf, Bronte ve Bataille

Üçü de ayrıntı yayınevinden çıkmış olan ve birbirine temas eden Uğultulu Tepeler, Deniz Feneri, Edebiyat ve Kötülük üzerine…

Sesini duymaya devam etseler de, kapılarını kapattıklarında uğultu dışarıda kalıyor. Tepelerden gelen boğuk bir sese dönüşüyor yalnızca. Earnshowlar evlerinde, kendi hallerindeler. Üç gündür evde olmayan babalarını bekliyorlar. Bay Earnshow’un şehirden eve dönüşü hiç bu kadar uzun sürmemişti. Aniden açılan kapı ile beraber tepelerdeki uğultu evin içine giriyor tüm şiddetiyle. Bay Eanrshow’un kendini eve atar atmaz söylediği ilk söz; “Dünyaları verseler böyle bir yolculuğa bir daha çıkmam”, oluyor. Yanında biri var. Bir çocuk. Şeytan yavrusu gibi kapkara, kirli, paçavralar içinde, simsiyah saçlı. Evdeki herkes çocuğa bakıyor. Kimsenin aklına evin açık kalan kapısını kapatmak gelmiyor. Tepelerdeki uğultu evin içinde artık, tüm şiddeti ve kötülüğüyle.

Uğultulu Tepeler.

Emily Bronte. Diğer kız kardeşleriyle yan yana koymaksızın ve karşılaştırmaksızın Emily Bronte’yi yazmak isterim ilkin. Çünkü yirmi dokuz yaşında ölene kadar kız kardeşleriyle beraber aynı okullara gitmiş, aynı eğitimleri almış, ortak şiirler yazmış ve aynı hastalılardan mustarip bir şekilde ölmüş kız kardeşlerden biri olan Emily Bronte, aralarında edebi dili ve anlatımı en iyi kullanandı şüphesiz.

0000000669448-1

En az Uğultulu Tepeler kadar – bir roman gibi okunası- 1818 yılında başlayıp 1848 yılında biten yirmi dokuz yıllık hayatı olmuş Emily’nin. Babası İrlanda asıllı bir Papaz. Kadının hiçbir hakkının olmadığı 1800 yıllarının İngiltere’sinde -taşrada yaşadığı halde- okuyan, yazan ve kitabı yayınlanan (erkek ismi kullanarak tabii) Emily hiç evlenmemiş, hiç ilişkisi olmamış ve son yıllarında evden neredeyse hiç çıkmamış. Fakat şaşırtıcı bir şekilde aşkı, aşktan kaynaklı şehveti, nefreti, sevgiyi ve kötülüğü insani tüm duygu iniş – çıkışlarını enfes tanımlamalar ve anlatımla kaleme almış. İnsan ve doğa, insan ve duygular konusundaki hayal kurma hali uçsuz bucaksız bir yazarla karşı karşıyayız Uğultulu Tepeler’de.

Eve Heathcliff’in girmesiyle beraber uğultu evdeki yerini hiç çıkmamacasına alır. Bay Eanrshow ‘şeytan yavrusu’na bu ismi verir: Hearthcliff. Çocuklar Hearthcliff’i sevmez, istemezler. Nerden çıkmıştı ki bu çingene, onların kardeşi değildi ki! Özelikle de abi Hindley bu ‘kirli çingeneyi’ her fırsatta döver. Catherine ilk gün kötü davrandıysa da sonra yumuşar, arkadaş olurlar; sonrasında da aşık. Fakat ben Uğultulu Tepeler’de geçen Hearthcliff – Catherine aşkına odaklanmayacağım. Emily Bronte’nin harika tasvirlerle anlattığı bu aşktan birkaç paragraf alıntılamayacağım.

“Çocuğun, çevresindekilere karşı küskün ve sabırlı bir duruşu vardı; belki de çevresinden gördüğü kötü davranışlar yüzünden pişmiş, katılaşmıştı.” (Sayfa 60)

Aşklarından tek bir cümle dahi alıntılamayacak olmamın sebebi Hearthcliff’in tüm eve -hatta uğultulu tepelere- karşı duruşunu Emily Bronte’nin bayıldığım böyle bir tasvirle yazmış olmasıdır. Halbuki ortada çok güzel bir aşk var. Hearthcliff’in Catherin’e duyduğu aşk. Fakat öyle bir cümle yazmış ki Bronte kitabın atar damarından pompalanan kan Aşk’ı değil Kötülük duygusunu beslemeye başlamış. Kitaptaki bu cümleden sonra tepelerdeki uğultu nasıl hiç dinmiyorsa Hearthcliff’in içindeki kötülük duygusu da hiçbir şekilde yok olmazdı.

Georges Bataille Edebiyat ve Kötülük isimli kitabında Emily Bronte ve Uğultulu Tepeler’i tam da olması gerektiği gibi Kötülük üzerinden ele alır. Şöyle bir giriş yapar Bataille: “Catherine ve Heathcliff’in aşklarında cinsel hazlar bir kenera bırakılsa da, Uğultulu Tepeler tutku alanında Kötülük sorununa değinmeden edemiyor. Sanki Kötülük, tutkuyu sergilemenin en kuvvetli yoluymuş gibi.”

Ve yazmaya şöyle devam eder Bataille: “Edebi roman türünde, Heathcliff kadar gerçek ve yalın bir biçimde kendini ortaya koyan başka bir kişilik yoktur; onun kişiliği, temel bir hakikati somutlaştırır: İyilik dünyasına, yetişkinler dünyasına başkaldırmış ve mükemmel isyanıyla kendini Kötülüğe adamış çocuğun hakikatini.”

Dışarda kalması gereken uğultu O’nun gelmesiyle beraber evin içine girer. Fakat kötülüğünün ve nefretinin önüne geçmesi gereken tutkulu aşkı dışarıda kalmışlık duygusunu yenemediği için hep ikinci plana düşer. Kötülüğe yaslanan tutkulu aşk böyle oluşur işte. Bir türlü içeri girememenin sürekli dışarıda kalmışlık hissini –Aşk’a rağmen- yenememesi Heathcliff’in Kötülük duygusunu besler, büyütür. Uğultulu Tepeler tutkuyla yaşanmış ve yazılmış bir kötülük romanı aslında. Kitabı yazıldığı çağın ötesine taşıyıp birçok çağa ulaştıran da bu özelliği zaten.

Bulunduğu çağ ve yaşantısıyla bakir kalan Emily Bronte’nin bakir bir doğayı tüm çıplaklığıyla, bakir doğa içerisinde bakir kalmış insanları tüm bakir duygularıyla çırılçıplak, bu kadar gerçek bir içtenlikle yazmış olması bir tesadüf olmasa gerek. Kitabın yazılışından tam altmış dokuz yıl sonra Virginia Woolf’un Uğultulu Tepeler’e bir ‘son söz’ yazmasının da tesadüf olmaması gibi.

Virginia Woolf’un Bronte kardeşleri, abla Charlotte Bronte’nin yazdığı Jane Eyre romanını ve kardeş Emily Bronte’nin yazdığı Uğultulu Tepeler’i çok sevdiği yazdığı metinden anlaşılıyor. Fakat ben Virginia’nın yazdığı bu ‘son söz’ üzerinde durmayacağım. Bronte’lerden -doğumlarından itibaren ele alırsak- Virginia Woolf’a gelene kadar; aradan yüz yıllık bir zaman geçmesine rağmen, toplumda kadına olan bakışın, kadın haklarının, özgürlük anlayışının değişmemesi ve Deniz Feneri romanının hikayesi asıl yazmak istediğim.

1927 yılında yayınlanan Deniz Feneri (Pencere – Zaman Geçer – Deniz Feneri) üç bölümden oluşuyor ve ana karakter Bayan Ramsey üzerinden şekilleniyor. İdeal bir kadın olma, eş olma, anne olma ediminin hikayeye kazandırdığı boyut romanın güçlü yapısını oluşturuyor. Sekiz çocuklu Ramsey ailesinin sessiz sakin bir hayatları var. Evin küçük oğlunun gitmek istediği fakat hava şartları dolayısıyla bir türlü gidilemeyen deniz feneri romanın arzu nesnesi. Arzu nesnesine ulaşıldığında ise arzu edilen şeye ulaşma sürecindeki şiddetin yitirilmesi mevzu bahis.

0000000678033-1

Virginia Woolf’un roman boyunca yakaladığı anlatım diline baktığımızda hikayenin ana kurgusunun anlatımıyla çok da ilgilenmediğini görüyoruz. Cümle seçimlerindeki titizlik, tasvirler, olay örgüsünü anlattığı yerlerde aralara serpiştirdiği bilinç akışı tekniği romanın bütünlüğünü sağlıyor tabii ki. Fakat Virginia’nın anlatmak istediği şey başka. Bu da sanki romanla arasına bir mesafe koyuyormuş hissi uyandırıyor ister istemez. Mesela şöyle bir alıntı yapmak istiyorum tam da şimdi:

“Bütün lambalar söndürülmüş, ay batmış ve çatıda ince bir yağmur tıkırtısı duyulmaya başlamışken, yoğun bir karanlık sel gibi çökmüştü. Anahtar delikleri ve çatlaklardan sızan, kepenklerin çevresinden süzülen, odalara giren, şurada bir yıkanma güğümü ve tasını, burada kırmızılı sarılı yıldızçiçekleriyle dolu bir vazoyu, ötede bir şifonyerin keskin kenarlarını ve sağlam koca gövdesini yutan bu devasa karanlık selinden, bu müthiş tufandan hiçbir şey kaçıp kurtulamayacak gibi görünüyordu. Gözden kaybolan sadece eşyalar değildi, kimin kim olduğunu belli edecek, “Bu odur” veya “Bu şudur” denebilecek ne bir beden, ne de bir zihin kalmıştı ortada.” (Sayfa 169)

Çok sağlam; öyle değil mi? İşte bu sağlamlığa rağmen Virginia orta düzeyde bir İngiliz aileyi anlatmakta. Çok fazla hayal gücü kullanmaksızın, var olan bir görüntünün fotoğrafını çeker gibi. Çünkü Virginia’nın asıl yapmak istediği Bayan Ramsey’in hayatı ekseninden toplumun halini, kadına bakış açısını, aile kurumunun kadın üzerindeki olumsuz etkilerini göstermek. Bunu hayatını resim yaparak idame ettiren, bekar ve özgür kadın karakter Lily ile Bayan Ramsey’i -örtük ve ütopik- bir şekilde karşılaştırarak yapıyor. Çünkü 1900’lü yılların henüz başı ve İngiltere’de sosyal olarak, eğitim alanında, siyasi kararlar alınırken, ekonomik boyutta ve köşe başlarını tutan ideolojilerde henüz Victorya çağının etkisi sürmekte. Virginia Woolf da ancak örtülü ve ütopik sayılabilecek bir düşünceyi naif karşılaştırmalarla okuyucuya yansıtıyor.

0000000065471-1

Avrupa’nın göbeğinde de olsanız Asya’da da veya Afganistan’da kadınsanız eğer daha fazla mücadele etmek durumundasınız. Bu gerçek 1800’lü yılların Uğultulu Tepeler’inden tutun da 1900’lü yılların Deniz Feneri’ne kadarki süreçte çok da fazla bir değişiklik göstermiyor. Avrupa’nın göbeğinde güneş batmayan bir cumhuriyette kadın olmak, hele de ‘kadın’ yazar, düşünür, entelektüel olmak göründüğü kadar kolay olmadı hiçbir zaman. Georges Bataille erkek ismi kullanarak kitabını bastırmak zorunda kalan Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’i için nefis bir inceleme yazısı yazarken, Vilademir Nobokov Virginia Woolf için; “Kocası İngiltere’de saygın bir editördü; öyle olmasaydı bir şeye benzemeyen romanlarını bastıramazdı.” diyebildi rahatlıkla. Halbuki Virginia’nın babası Leslie Stephen hem çok tanınmış bir yazar ve eleştirmen hem de Dictionary of National Biography’nin de ilk editörüydü.

Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanmış bu iki nefis klasik romanı ve yine Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisinde basılmış Georges Bataille’nin Baudelaire, Michalet, Blake, Sade, Proust, Kafka ve Genet’i yazdığı Edebiyat ve Kötülük kitabını alınız, alınız, alınız…

  • UĞULTULU TEPELER
  • Yazar: Emily Bronte
  • Türü: Roman
  • Çeviri: Ayşe Belma Dehni
  • Ayrıntı Yayınları
  • Baskı Tarihi: Kasım 2015
  • Sayfa Satısı: 480

 

  • DENİZ FENERİ
  • Yazar: Virginia Woolf
  • Türü: Roman
  • Çeviri: Ayşe Belma Dehni
  • Ayrıntı Yayınları
  • Baskı Tarihi: Şubat 2016
  • Sayfa Sayısı: 313

 

  • EDEBİYAT VE KÖTÜLÜK
  • Yazar: Georges Bataille
  • Türü: İnceleme
  • Çeviri: Ayşegül Sönmezay
  • Ayrıntı Yayınları
  • Baskı Tarihi: 2004
  • Sayfa Sayısı: 208

Aynur Kulak
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Diktatörümüze neden aşık oluruz?

Read Next

Kadın yazarın yolculuğu: Huzursuz Periler

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram