Ruhun Kuytusunda, bir dağın zirvesinde, küçük ama kutsal bir Yahudi Şehitliğinin bekçiliğini yapan iki kardeşin öyküsüdür.
Nitelikli okumanın özünde sadece dikkatli okuma yoktur, araştırarak okuma, karşılaştırarak okuma vardır. Kitabın yazıldığı dönem, yazarın hayatı, etkilendiği yazarlar, yaşadığı dönemin sosyal-ekonomik ve politik durum gibi parametreler kitabın içeriğine öyle gizlice sızarlar ki, şayet siz araştırmazsanız asla kullanılan metaforların işaret ettiği gerçeklere ulaşamazsınız. Okurken, özellikle yazar hakkında ne kadar çok bilirsem kitabın vurgulamak istediği gerçeklere o kadar fazla yaklaşacağımı düşünürüm. Bu düşüncemi doğrulayan kitaplardan biri de Aharon Appelfeld’in 1993’de İngilizceye çevrilen romanı Ruhun Kuytusunda’dır. Müthiş bir tecrit öyküsü olan Ruhun Kuytusunda, ancak ve ancak yazarın hayatı ve o tecrübelerinden edindiği hayat görüşü anlaşıldığında rahatça yorumlanabilir.
Kitap, bir dağın zirvesinde, küçük ama kutsal bir Yahudi Şehitliğinin bekçiliğini yapan iki kardeşin öyküsüdür. Ailelerinin ölümünün ardından yaşadıkları köyü terk etmek zorunda kalan iki kardeş, amcalarının kendilerine teslim ettiği aile yadigârı arazi olan şehitliğe yerleşirler. Hem mezarların bakım ve bekçiliğini yapacaklar hem de ziyaretçilerin verdikleri yardımlarla geçinebileceklerdir. Tek bir düşmanları vardır, yalnızlık. Dağın başında kendilerinden başka kimse yoktur, ziyaretçiler de sadece yazın ve kutsal sayılan günlerde ziyarete gelmektedirler. Soğuk ve tecrit tüm kış ve yıllarca bu iki kardeşi esir alır.
Öncelikle tecrit meselesi yazarımız için gerçekten çok önemli. “Newyork’ta geçen bir roman yazsam bir evin içinde hayatta kalmaya çalışan iki kişiyi yazardım.” der Appelfeld[1], dünyanın en kalabalık şehrinde dahi öykülemek istediği ilişki iki kişilik ve tecrit edilmiş olandır. Yazar her zaman metoforlardan ziyade katastrofilerin romanını yazdığını söyler. Burada yazarın çocukluğuna dönmemiz gerekiyor. Gerçek adı Erwin olan yazar, Romanya’nın Czernowitz yakınlarındaki bir köy olan Jadovitz’de doğar. Anne ve babasıyla Almanca, dedesi ve büyükannesiyle Yiddish, dadısıyla Ukraynaca ve okulda Romanya’nın dilini kullandığı için oldukça kozmopolitin bir Avusturya –Alman burjuvazisini deneyimler. Babası toprak zengin olduğu için oldukça rahat bir hayatları vardır. Ta ki 1941 yılında Romanya ordusunun köyü basıp yazarın anne ve büyükannesini öldürüp, babasını ve kendisini Yahudi toplama kampına götürene kadar. O zamanlar sadece 9 yaşında olan Aharon Appelfeld babasından alınarak kampın kadın ve çocuklara ait bölümüne götürülür. Orada her gün birilerinin öldüğünü gören küçük çocuk kamptan kaçar ve ormana sığınır. İki yıl boyunca ormanda hırsız, fahişe ve kaçaklarla yaşar, o dönemde hayatta kalmasını da “insan değildim, küçük bir hayvandım, hayatta kalmaya çalışıyordum.” Diye anlatır. İki yılın sonunda Rus ordusuna aşçı olarak girer, 14 yaşında da yeni kurulan İsrail devletine gönderilir, ismi Aharon olarak değiştirilir ve yeni hayatına başlar.
Buraya kadar olan hayat hikâyesinden neden katastrofilerin öyküsünü yazmayı sevdiğini anlıyoruz yazarın. Ve tabi tecridin insan doğasında yarattığı değişiklikleri kaleme almayı neden tercih ettiğini de. Bir söyleşisinde kendisine Primo Levi’nin toplama kamplarındaki insanların hepsinin hırsızlık yaptıklarını söylediği hatırlatılır. Bu söze katılıp katılmadığı sorulur. Büyük bir nezaketle Primo Levi’ye saygı duyduğunu ancak tecrit ortamlarında ahlaki değerlerin olamayacağına inandığını, o insanların hırsız değil hayatta kalmaya çalışan varlıklar olduğunu savunmuştur. Ertesi gün öleceğini bilen birinden ahlaki davranışlar beklemenin saçma olduğunu, yaptıklarını da suç olarak görmenin haksızlık olduğunu söylemiştir. O insanlar aslında olmayı asla istemeyecekleri yaratıklara dönüşmüşlerdir. Ruhun Kuytusunda iki kardeşin yaşamları tam da bir tecrit hayatıdır, bir evin içinde yıllarca kalan iki kişidir onlar. Kız kardeş depresyondadır, uyku ve sessizliğe sığınmıştır, erkek kardeş ise kendini çalışmaya vermiştir. Onları buraya sürükleyen şey bir felakettir (Ailelerinin ölümü ve dükkânlarının iflası), yalnızlık ahlaki değerlerini, dini inançlarını çökertmiştir. Sonuçta aslında toplumun varlığı bu kurallara uymalarını söyler. Etrafta kimse yoksa o baskı da üzerlerinden kalkar, tek amaç hayatta kalmaya dönüşür, o zaman da yapılan her şey mubahtır. İki kardeş ensest ilişki yaşamaya başlarlar. Bunun yanlış olduğunu bilirler, insanların anlamasından çok korkarlar ama içlerindeki küçük hayvan, hayatta kalmak için dışarı çıkmıştır artık. Ahlak yoktur, kural yoktur, zaten hatırlamakta da zorlanırlar bir sürüsünü, sadece bir birlerine olan bağlılıkları vardır. Sadece içerek özgürleşip ilişkiye girebilirler. Öyle ki içki olmadan yaşayamaz olurlar, akşamı iple çekerler şişeyi çıkarabilmek için. Özellikle Amalia daha çok ihtiyaç duyar içkiye. Taşıdığı bu günah onu daha sessiz, kambur ve silik yapar. Gad ise ikilemdedir, gündüz yaptığı şeyden utanç duyar, kardeşine kötü davranır, gece ise onun kollarına geri döner. Yazarın bir dönem oldukça fazla içtiğini, içmeden özgüleşemeyip yazamadığını söylediğini hatırlatalım. Yazara göre içki ruhu özgür kılar. Amalia ve Gad da içmeden kurallardan gerçek anlamda arınamazlar. Onların bu günahtan özgürleşmelerini içki, kurtulmalarını ise ancak ölüm gerçekleştirebilir.
Kitapta geçen küçük bazı ayrıntılar da bizi yazarın çocukluğuna ve ailesinden kalan anılara götürür. Örneğin Gad’ın mezarları kıştan korumak üzerine yapmayı planladığı dama amcası karşı çıkar, gerekçesi de duaların gökyüzüne ulaşamayacak olmasıdır. Appelfeld’in dedesiyle ilgili anlattığı bir öyküde bu düşüncenin izlerini buluruz. Yazarın dedesi her sabah pencereyi açarak dua eder, çünkü tanrıyla kul arasında engel olmaması gerektiğini düşünür, pencere bir engeldir onun için.
Yazar, söyleşisinde yazdığı her karakterin aslında kendisi olduğunu ama asla yaşamadığı şeyleri öyküleştirdiğini söyler. Burada Faubert’in ünlü sözünü hatırlatır ( Madam Bovary c’est moi – Madam Bovary benim) ve bunun fazla anlaşılmadığını ama kendisinin bunu yaşadığını ifade eder. Gündüzleri normal olduğunu ancak geceleri gördüğü kâbuslarla hala ormanda yaşayan küçük çocuğa dönüştüğünü anlatır. Bunun kendisini beslediğini, o yüzden de iyileşmek istemediğini de belirtir. Tzlii, ormanda yaşayan çocukluğunun nesnel olabilmesi için kız olarak yaratılmış halidir, keza Erwin de öyle. Zaten yazarın gerçek adı Erwin’dir. Tüm akrabalarını ve çocukluğunda tanıdığı kişileri, yerleri kitaplarına koymuştur. Onları unutmamak, ölümsüz yapmaktır amacı. Zaten yazarlığa başlamasının gerçek nedeni de kaybettiklerini unutmamak için yazmayı seçmesidir. 14 yaşında, İsrail’de tek başına bir çocuğun yok olmuş ailesini kağıda dökerek yaşatmaya çalışmasıdır, “babamın adı Michael; annemin adı Bunia; büyükbabam Meir Joseph; Czernowitz’de doğdum ve annem öldürüldü.”
Yazar, 28 yaşına geldiğinde babasına tekrar kavuşur. Dedesi ve babasıyla birlikte yaşamaya başlar. Onlar ölene dek de yanından ayırmaz.
Gad ve Amalia’ya gelince, büyük tifüs salgınına yenik düşecekler mi, Gad yaşadıkları günahtan kurtulmak için Amelia’yı köye geri gönderecek mi, Amalia Gad’ın bebeğini doğuracak mı sorularını sorarak sizi kitapla baş başa bırakıyorum. Belki de bu bilgilerin ışığında çok daha farklı bir okuma yapacak, yargılamadan (unutmayın, tecrit altındaki insanları yargılamak yazara göre saçmalık) kahramanların ruhlarına inebileceksiniz.
İyi okumalar…
- Ruhun Kuytusunda
- Aharon Appelfeld
- Metis Yayınları
- 2014
- 168 sayfa
[1] Paris Review, Aharon Appelfeld, The Art of Fiction No. 224
- SORGULATAN, HAYAL KURDURAN KİTAPLARA İHTİYAÇ VAR! - 22 Mart 2020
- İnsanca bir başkaldırı; Aşk - 16 Mart 2016
- Gerçek Bir Çocuk Kitabı; Mumi Baba’nın Anıları - 20 Haziran 2017
FACEBOOK YORUMLARI