Arzu Eylem, İpek Gönül’ün arka kapak yazısında da belirtildiği gibi “uyumak istemeyenlere, uykusu bölünenlere”, gündemin içinden sesleniyor.
Bir kitap fuarında, yıllar önce, stantta oturmuş sohbet ediyorduk bir yazarla… “Bak, şu gelen” dedi… Baktım, yaşlıca biri, biraz yorgun biraz umursamaz havalarda… “Şu kitabı alacak”. Şaşırdım, gerçekten de o adam gelip o kitabı, almadı ama karıştırdı, göz attı, fiyatını sordu… Okurun yüzünden belli olur dedi, yazar arkadaşım… Şimdi yüzüne, gözüne hatta gözünün içine bakıyorum, acaba kim hangi kitabı alır ve/veya almak ister?
Annemin yazdıkları…
Gelen kitaplara, eğer evdeyse, annem de göz atar, “şunu ben okuyayım” der. Kimi zaman kabul ederim, kimi zamansa, önce ben okumak isterim… tatlı bir çekişme yaşıyoruz… “İpek Gönül”de de öyle oldu. Hızlı okumayan annem, “İpek Gönül”ü, “hem anlamadım hem de elimden bırakamıyorum” diye diye okudu… Elimdeki kitabı bırakıp göz attım, öykü kitabı, birkaç cümlesini okudum, “Gözün ardına düşen filmlere düş denir. Karası, beyazı, pembesi fark etmez, düş düştür ve düşe yatan umutlar yepyeni bir güne bel bağlar” (s.38) ilginç. Bitirince de düşüncelerini yazar mısın dedim. İşte, aşağıda…
“Yazarımız toplumun ipek gibi dolaşıp çözülemeyen yaralarını, toplumsal olayları kendi yaraları gibi benimseyip ayrı öyküler de anlatmış. Bu öykülere aşklarını da katarak usundaki şarkı ve türkülerle süsleyip değişik bir dil kullanarak yazmış arkadaşlarına.
Anlaşılması güç te olsa öyküler ayrı ayrı da olsa elinizden bırakamıyorsunuz. Bir şey bulacakmış gibi arka arkaya bir çırpıda okuyuveriyorsunuz ve karışık ipek kervanına sizde katılıveriyorsunuz birden.
Sanki yazar bir şeyler arıyor öykülerinde, sen de katılıyorsun aramaya… Ararken öyküler gibi kitap da bitiveriyor, anlamıyorsun. (‘Bitti’, diyemiyorum, sonu gelecek gibi hep -yor ekini kullanıyorum.) Yazarın sürükleyici akıntısına katılıp bir çırpıda okuyup bitiriyorsun. Ohh be.”
Diyalektik…
Arzu Eylem, arka kapak yazısında da belirtildiği gibi “uyumak istemeyenlere, uykusu bölünenlere”, gündemin içinden sesleniyor. Her bir öyküsünün birine adanması, her bir öyküsünün gündemin içinden önemli, önemli olduğu kadar da belirleyici olması ilgi çekici…
“Sadece Marks, Lenin, Bakunin, Kropotkin, Mao, Che gibi isimleri okumadık. Felsefe ve sosyoloji dalında yazılmış her şeyi okumaya çalıştık” dedirtiyor kahramanına yazar; bu, aynı zamanda okura daha geniş yelpazede okuması gerektiğini işaret eden küçük bir vurgu. Sonra da ekliyor: “Gündelik hayatla aktarılanları karşılaştırdık. Mesela Spinoza’yı benimsedik.
Temel felsefemiz onun şu söylemiyle birebir örtüşüyordu: İster gül ister ağla, ama anla!” Böyle olunca da, tam da yaşadıklarımızla birebir örtüşen şu cümle anlam kazanıyor: “Hükümet, söylemlerimizde geçen kelimeleri kendi anlamlarının dışında kullandığımızı iddia edip, (sizin de aklınıza Gezi ve oradaki duvar yazıları mı geldi?) halkı vatanseverliğe çağırıyordu.” Doğal olarak basılmış kitapların sayısı düşüyor ve egemen erk, daha bir güçleniyor, barışa, dayanışmaya karşı. O zaman işte, şairin şiirce söylediği gibi: “Okumak gerek evlat, falanı filanı bırakıp okumak gerek.” O zaman yüzümüze gelip oturan gülümseme yıkasak da geçmeyecek… denemesi bedava.
|
- Hayata bir de bu “pencere”den bak!… - 9 Nisan 2020
- BİTMEYEN AŞK: İSTANBUL - 7 Aralık 2019
- Türkiye’nin Çilingir Sofrası: Rakı Gastronomisi - 3 Aralık 2019
FACEBOOK YORUMLARI