Birden fazla duygunun hakimiyeti altında okunacak, geçireceğiniz birkaç saat size çok şey katacak ve sizden birkaç şey alacak kitapla karşı karşıyasınız.
Burhan Sönmez’in “İstanbul İstanbul” kitabını okuduktan sonra, ilk başlarda hangi kategoriye koyacağımı şaşırdım. Roman okuyacağımı biliyordum bilmesine ama yer yer deneme okur gibi oldum. Çoğu zaman kendi fikirlerini ve hissettiklerini anlattığını, romanın tabi özelliklerinden uzaklaştığını düşünsem de sayfalar ilerledikçe konusuyla, kurgusuyla ve karakterleriyle sağlam bir romanla karşı karşıya olduğumu anladım. Yazarın bu romanının distopya türüne çok yakıştığını söylemeliyim, reel bir konuyu bir tarafa bırakırsak eğer. Belki de yanlış bir kategoriye koydum ama bıraktığı his, karakterlerin ruh halleri ve maruz kaldıkları muamele distopik romanın ana hatlarını tamamlar ve aşar nitelikte.
Yazarın kalemine ve kurgusuna diyecek hiçbir şey olmamakla beraber, kullandığı dil ve okurda bıraktığı his ve yer yer, zaman zaman kendi içindeki ukdeleri aktarırken okuyucuyu avuçlarının içine alması ve okuru büyük bir ustalıkla romanına dahil etmesi kalemini ve kurgusunu geri bıraktığını rahatlıkla söyleyebilirim. O yer altında; dört farklı yaşlarda, farklı mesleklerde, farklı zamanlarda yaşıyor gibi görünüp de aslında aynı zaman diliminde yaşan dört erkeğin yaşadıklarını hangi okur es geçebilir? Hangi okur onların yaşadıklarını hissetmeden kitabı bitirebilir? Bu soruların cevabını kitabı okuyan her okurun bulabileceği, cevabı belli sorular.
Yazar, yargılanan dört insanın, dört erkeğin dokunaklı hikayelerini kaleme alırken bunlara bir de siyasi suçla yargılanan bir kadını dahil eder hikayesine; Zine Sevda. Hepsinin hikayesi dolaylı da olsa siyasetle kesişiyor desek yanlış olmaz. Burada bu kadınla bu dört erkeğin iletişim şekilleri, iletişim araçları sadece havaya parmaklarıyla yazdıklarını okuduktan sonra şöyle bir ürperiyorsunuz. Sözcüksüz gibi görünen bir iletişimin havaya yazılan sözcüklerden daha kuvvetli nasıl bir iletişim aracı olabilir diye soruyorsunuz kendinize. Sözcüklerin seslerden ibaret olmadığını da anlıyorsunuz bu süreçte. Hepsinin aynı kaderi paylaşmaları, yerin altında aynı havayı solumaları, aynı ekmekle doymaya çalışmaları, aynı kaynaksız ışıkla uyumaları ve uyanmaları ve hepsinin de kesişen, birleşen dolaylı veya dolaysız hikayelerinin okur üzerindeki etkisi elbette yok sayılamaz.
Berber Kamo’nun, Doktorun, Küheylan Dayı’nın, öğrenci Demirtay’ın hikayelerinin ortak yanı; geçmişte hepsinin gerçekte yaşanmış olması. Küçücük bir hücrede, elleri, kolları birbirine karışmışken, dolanmışken, hissettikleri duygular ortak iken, gördükleri işkencelerden sonra birbirlerine anlattıkları hikayeler, birbirlerine sordukları bilmeceler yer yer size tebessüm ettirmekle beraber, çokça düşündürüyor. Bunca zorluğa, işkenceye rağmen karakterleri birbirine anlattıkları hikayeler, bilmeceler ve en önemlisi kurdukları hayaller onlara güç vermekle beraber, bu hikayelerle, hayallerle ve bilmecelerle bir toplumun, bir şehrin, bir geçmişin eleştirisini de yapıyorlar. Bunların yerin altındaki küçücük hücrelerinde yaşadıkları hayat, koşullar bize çok ütopik gibi görünse de bunlar zamanında yaşanan bu toplumun gerçekleridir. Eleştiri ve hiciv burada kendini bariz gösteriyor ve bunları yakalayıp anlayan başka şeyler de anlıyor. Örneğin; kahramanlar üzerinde varoluşsal sıkıntıların toplumdaki karşılığı veya inançlardaki yeri ne? Bu soruların cevabını yazar yine araya serpiştirmiş. Bazı okuyucuları rahatsız edecek şekilde hem de.
Yukarıda kahramanların ortak yanlarını; “yaşanmış” hikayelere sahip olduğunu yazarken şu ifadeyi de eklemesek olmaz. Yazarın ifadesiyle: “Ya yoksuluz ya mutsuz, çoğu zaman ikisi birden. Bize umut telkin ederler, umut sayesinde kötülüğe katlanırız. Ama bugün bizim değilse, yarının garantisi ne? umut vaizlerin, politikacıların, zenginlerin yalanıdır. Bizi sözcüklerle kandırdılar, gerçeğin üstünü örterler”.
Aklıma takılan bir başka konu ise romanın ismi oldu. İlk sayfalarda konu ile isim çok alakasız gelse de ilerleyen sayfalarda yazarın dile getirdiği şu cümleler; “İstanbul’da ekmek ve özgürlük, birinin diğerine esir olduğu iki arzuydu. Ya ekmek için özgürlük gözden çıkarılır ya da özgürlük uğruna ekmek feda edilir.”, “Herkes İstanbul’un güzelliğini anlatıyordu, kimse orada mutlu olmayı beceremiyordu” bu konuda yol gösterici oldu. Tabi bunu karakterler üzerinden anlamak, bu şekilde bir sonuca varmak, bağlantıyı sağlamak daha sağlıklı bir sonuç verecektir bize. Birden fazla duygunun hakimiyeti altında okunacak, geçireceğiniz birkaç saat size çok şey katacak ve sizden birkaç şey alacak kitapla karşı karşıyasınız.
|
- Musa’nın Uykusu - 9 Ağustos 2019
- Varoluşun İçsesi: Nefaset Lokantası - 30 Temmuz 2019
- Yürümenin Felsefesi - 6 Temmuz 2019
FACEBOOK YORUMLARI