
Sonbaharla birlikte kışa yaklaşırken tam da soğuğun, karın manzarasında geçen Burundi Prensesi sıcak yaz mevsiminden sonra size iyi gelecek bir İskandinav polisiyesi…
Hayat, tesadüfler ve sıklıkla boşa çıkan umutların bir karışımıydı.
Düşündüm de; insanın moralinin bozuk, yüreğinin hüzünlü ya da kafasının karışık olduğu dönemlerde polisiye edebiyattan bir kitap okuması iyi bir fikir. Polisiye, duygular ve düşünceler yerine daha çok olaylara, kurgunun mantıksal olarak tutarlılığına, bazen aksiyona ve sanki matematik gibi hesapsal bir anlatıma ağırlık vermesinden dolayı ruhen dağınık olduğunuz dönemlerde daha akıcı ve rahat okunabilen bir tür. İyi bir polisiye kitap okurken kendinizi öyle kaptırırsınız ki, çevrenizi, dünyanızı, ruhunuzun karmaşasını unutup hikâyenin sizi sürüklemesine bırakırsınız. En azından bende böyle oluyor.
“Ne ölüm!” dedi. “Herkes hayatını mercek altına alıyor. O insanlara hayattayken bu ilgiyi göstersek ne olurdu?”
Tabi ki olayların yanı sıra duyguları ya da düşünceleri de işin içine katan, kişilerin iç dünyalarına eğilen, geçmişe dönük ilişkilerini irdeleyen, karakterlerin birbirleri hakkındaki duygu ve düşüncelerini işleyen, aksiyon yönünden daha durgun ama dramatik gelişen polisiye kitaplar da mevcut. Labirent yayınlarından çıkan Kjell Eriksson’un Burundi Prensesi isimli kitabı da bu tipte biraz.
Haver sandalyesinde geriye yaslandı. Paranın hükmetmediği bir toplum var mıydı? Afrika’da, şiddet ve hırsızlığın asla gerçekleşmediği, zamanı ölçmenin hiçbir anlam ifade etmediği bir kabile olduğunu duymuştu. Onlara katılmayı çok istiyordu ama kabilenin çoktan neslinin tükendiğini ya da üyelerinin büyük ihtimalle alkol ya da AIDS’ten öldüğü bir gecekondu mahallesine yerleşmeye zorlandıklarını tahmin ediyordu. Sekiz isim. Haver listeyi aldı, Ottoson’u bulmaya gitti.
Daha en başta işlenen bir cinayet ve bu cinayetin araştırılması dallanıp budaklanırken gelişen olaylar zinciri var kitap boyunca. Ama bir yandan bu cinayet araştırılırken kurbanın ailesinin yaşadıkları, kurban ve birbirleri ile ilgili hissettikleri; katili araştıran ekip elemanlarının hem olayla hem de kendi aileleri ve arkadaşlarıyla ilgili hisleri, düşünceleri, neredeyse bütün karakterlerin geçmişe dönüşleri ve hatta hayattan beklentileri ya da şikâyetleri de yer alıyor kitapta.
Ciddi biçimde yaralanmıştı; son derece titiz, öfkeli ya da hem çok titiz, hem de çok öfkeli birinin kurbanıydı.
Gençliğinde ufak tefek basit suçlar işlemişse de artık karısı ve oğlu ile düzenli bir hayat yaşamaya çalışan “Küçük John” lakaplı John Harald Jonsson günün birinde ölü bulunur. Uppsala kentinin polis teşkilatı olayı araştırmaya başlar. Ekibin yanı sıra, kurbanın asıl suça bulaşmış olan, alkolik, düzensiz bir hayat yaşayan abisi Lennart, alkolden uzak durma pahasına olsa da intikam için kendi araştırmasını yapmaya başlar.
Bütün bunların yanında geçmişinde yaşadığı dışlanmalar ve babasının gösterdiği şiddet ile antisosyal kişilik bozukluğu yüzeye çıkmış olan Vincent Hahn isimli başka bir karakter belirir. Yaşadığı nöbetler sırasında cinayet işlemekten kaçamayan bu adam “Küçük John”u okul zamanından tanımaktadır ve polis teşkilatı şüpheliler arasına onu da koyar. Acaba John’un katili kimdir?
Vincent Hahn kötü bir adamdı, bunun farkındaydı. Annesiyle babası hayata geri dönebilseler, en küçük oğullarının insanlardan nefret eden, herkesten ve her şeyden şüphelenen ve en kötüsü de kabahatleri için etrafındakilerden intikam almayı kendine görev edinmiş biri olduğunu görseler, dehşete düşerlerdi.
Kurban John’un karısı, oğlu, abisi ve arkadaşları; polis teşkilatındaki şef Ottosson, dedektifler Haver, Fredriksson, Berglund, doğum iznindeki bir başka dedektif Ann Lindell; sosyopat Vincent Hahn, onun tanıdıkları ve diğerleri, kitap boyunca ara ara karşınıza çıkıyor, olayları çözmeye, yaşanan ölümle baş etmeye ya da hayatta kalma mücadelesi vermeye çalışırken iç dünyalarını da seriyorlar ortaya. Karakterlerin bu her biri ufak birer hikaye olan hayalleri, düş kırıklıkları, korkuları, merakları vs. cinayetin çözülmesi ve katilin bulunması kadar ilgi çekici bence.
Otobüsteki insanların kokusu kafasını karıştırmış, onu öfkelendirmişti ama boynunun etrafındaki telefon kablosunu sıktığında Vivan’ın çıkardığı o müthiş sesi düşünmek, kendini daha büyük hissetmesini sağladı. Otobüsteki diğer insanlardan üstün olduğunu hissedebiliyordu. Onunla hiçbir ilişkileri olamazdı, onlar küçüktü. Kendisiyse büyük.
Gri, soğuk mu soğuk bir kış mevsiminin eşliğinde geçen bu İskandinav Polisiyesini heyecanla okuyabilirsiniz. Her ne kadar sadece olay ve aksiyona eğilmediyse de Burundi Prensesi kafa karışıklığınızda bile okuyabileceğiniz bir kitap. Denedim gördüm…
Şarap her yere dökülmüştü. Vincent’in yüzü acı ve şaşkınlıkla buruşmuştu. Eliyle mutfak masasını tutmaya çalışarak sendeledi, sandalyenin arkasını tuttu, sonra sandalyeyle birlikte yere yığıldı. Şarapla kan birbirine karıştı.
Gunilla birkaç saniye boyunca hala elinde kırık şişeyi tutarak, sol elinde tirbuşon, öne eğilmiş, gergin, tekrar saldırmaya hazır, yere mıhlanmış gibi uyuşmuş şekilde durdu ama ayaklarının dibindeki adam neredeyse hiç kıpırdamıyordu. Kan gölü, yer döşemesinin üzerine siyah bir gül gibi yayılmıştı. Çiğ kan kokusu Roija’nın ağır kokusuna karışmıştı.
- Burundi Prensesi
- Yazan: Kjell Eriksson
- Çeviren: Müge Kızıltuğ
- Türü: Polisiye
- Sayfa Sayısı: 363 sayfa
- Baskı Yılı: Kasım 2015, Birinci basım
- Yayınevi: Labirent Yayınları
- EĞİTİM HAKKIMIZ SÖKE SÖKE ALIRIZ - 6 Haziran 2022
- Zeka mı? O da ne? - 3 Ağustos 2018
- Taşkafa; İdil ve inatçı dedesi… - 20 Nisan 2018
FACEBOOK YORUMLARI