James Joyce’un anlatımının temelini oluşturan ironi burada da karşımıza çıkar, Stephen’in hayalleriyle dış dünyanın gerçekliği arasındaki karşıtlık roman boyunca sezdirilir.
Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, 1914 yılında, Egoist adlı dergide tefrika edilmeye başlandığında D. H. Lawrence de, bir yıl önce, kendi çizdiği sanatçı portresini -Oğullar ve Sevgililer’i- yayımlamış. İkisi de otobiyografik özellikler taşıyor. Hatta Harry Levin, Joyce’un kitabının diğer otobiyografilerden çok daha dürüst olduğu söylenebilir, diyor. Her iki kitap da, bir yandan, kişiliğin oluşumunu anlatan bildungsroman olma özelliği taşırken bir yandan da, belki daha çok, sanatçı olarak gelişimi anlatıyor. Bu tür romanlara künstlerroman (sanatçı romanı) denmesinin nedeni bu olsa gerek. Goethe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları ve Stendhal’in Henri Brulard’ın Yaşamı adlı kitapları da benzer özellikler gösteren romanlar.
Joyce, Portre’de Stephen Dedalus’un- bir anlamda kendisinin- yirmi yaşına kadar yaşadıklarını, hayallerini estetik kuramıyla birleştirerek anlatıyor. Stephen okula başladığı andan itibaren hayattan kopuktur. Kendi hayallerinin ve oluşturmaya çalıştığı sanat kuramının içinden bakar dünyaya. Çevre, kişileri ve mekanlarıyla Stephen’in gelişimine etkisi oranında romanda yer alır. Olay örgüsünü oluşturan ögeler bir sanatçının yetişmesinin anlatımına hizmet eder. Fakat James Joyce’un anlatımının temelini oluşturan ironi burada da karşımıza çıkar, Stephen’in hayalleriyle dış dünyanın gerçekliği arasındaki karşıtlık roman boyunca sezdirilir. Portre’yi yazan Joyce ile romandaki toy Stephen aynı kişi değildir bu açıdan bakıldığında.
Stephen, adını İncil’de öldürülüşünden söz edilen Aziz Istefanos’tan almış. Daedalus ise, Yunan mitolojisinde, Girit kralı Minos’a ünlü labirenti yapan ilk sanatçı. O da Istefanos gibi cezalandırılır, oğlu Ikarus’la birlikte tutsak olur. Baba-oğul, labirentten Daedalus’un kuşların pencere önüne bıraktığı tüylerden yaptığı kanatlarla kaçar. James Joyce’un labirenti ise bütün ögeleriyle İrlanda olmuş anlaşılan.
Portre, babasının Stephen Dedalus’a “möinek masalı” anlattığı zamanlardan başlıyor. Stephen’in sadece bu dönemde mutlu olduğunu anlıyoruz. Çünkü sadece o zamanlar “ne güzel evvel zamanlardı”r. Stephen kendisini Clongowes Wood Colloge adlı Cizvit okulunun kargaşalı girdabında bulduğunda ise altı yaşındadır . Boğuşan, homurdanan çocuk kalabalığından ürker ve eğilip bacaklarının arasından onları seyreder. Bu seyirci oluş ve etrafından kesin bir biçimde ayrılma hali romanın bitimine kadar sürer.
Beş bölümden oluşan romanın ilk bölümünde, hayatı boyunca görme sorunu yaşayan ve 1917’de gözünden ilk ameliyatını olan Joyce’u derinden etkileyen bir olay romana yansımış. Hatta Joyce, görme yetersizliği yüzünden Ulysses’in el yazmalarındaki düzeltmeleri yapmakta bile zorlanmış.
“ … Sen, çocuk kimsin sen?
Stephen’in yüreği birden yerinden oynadı.
-Dedalus, efendim.
-Neden sen de ötekiler gibi yazmıyorsun?
-Benim… şeyim…
Korkusundan konuşamıyordu.
-Neden yazmıyor Arnall Baba?
-Gözlüğünü kırmış, dedi Arnall Baba, onun için izin verdim.
-Kırmış mı neler işitiyorum? …
-Gel, buraya, Dedalus. Tembel düzenbaz bacaksız seni. Yüzünden anlıyorum düzenci olduğunu. Nerde kırdın gözlüğünü?
Stephen sınıfın ortasına sendeleyerek geldi, korkudan ve aceleden iyice körleşmişti.
-Uzat bakayım elini çabuk! …
Stephen gözlerini kapayarak avcu yukarıya dönük, titreyen elini uzattı. Etüt yönetmeninin bir an kapalı duran parmaklarını açtığını duydu sonra da raket vurulmak üzere kaldırılırken cüppe yeninin hışırtısını işitti. Ortasından kırılan bir sopanın çıkaracağı sesi andıran bir sesle inen kızgın yakıcı batan sızlatan bir vuruşla, titreyen eli ateşe atılmış bir yaprak gibi büzülüverdi…” (sayfa 96 -97)
Olaydan hemen önce başka bir çocuğun dövülüşünü de dehşetle izlemiş olan Stephen, Cizvit disiplinini de sorgulamaya başlamış olmalı. Bölümün sonunda ilk aydınlanmasını –Joyce’un söyleyişiyle epifani- yaşar ve olayı gidip rektöre anlatır, haksızlığa karşı çıkmayı başarmıştır. Bu arada ev hayatında da Katolik kilisesinin baskıcı tutumuyla birleşen bir hava vardır. Hatta Dedalus ailesi İrlanda’nın özerkliği için çalışan Charles Stewart Parnell’e karşı kilisesinin yanında görünür. Özellikle babasıyla çatışması ön plandadır Stephen’in, kendisini ailesine de ait hissetmez.
İkinci bölümde dini şüpheleri belirmeye başlar ve cinsel açıdan bir uyanış yaşar. Aklından geçenleri, duygularını, edebi zevklerini öğreniriz. Lord Byron’a hayran olduğu için arkadaşlarından şiddet görür. Düzenli olarak deneme yazar, İngilizce öğretmeni denemelerinden birinde dinsizlik kokusu aldığını söyleyince karşısında yine okul arkadaşlarını bulur. Onlardan biri de değildir Stephen. Beşinci bölüme kadar Dublin’deki Belvedere Okulu’ndadır. University College’deki günlerinin anlatıldığı son bölümdeyse iyice yalnızlaşır.
Üçüncü bölümde bir Cizvit rahibinin inziva sırasında anlattığı, ‘hizmet etmeyeceğim’ diyen şeytanın günahı, cehennemin karanlık yakıcılığı ve kokusu Stephen’i yine çok etkilemiştir. Ruhu karmakarışık olur, bu seferki epifani kiliseye yönelmeyle ilgilidir. Cizvitlerin arasına katılmayı düşünür, hem böylece çok güçlü olması da mümkündür. Dördüncü bölümde ise asıl uyanış gerçekleşir. Kendisini adayacağı yer sanattır. Kilisenin otoriter düzeni yerine sözcüklerle ve duygularla yeni bir yaşam yaratmanın, yaratıcılığın, mümkün olduğunu fark eder. İnanmadığı hiçbir şeye hizmet etmeyecektir. Son bölümde, ruhunun uçmasını engellemek için üstüne atılan ağlardan kaçmaya çalışacağını söyler arkadaşı Davin’e. Bunlar İrlanda ulusçuluğu, aile, dil ve dindir. James Joyce da 1904’ten sonra bütün bağımlılıklardan, ailesinden ve İrlanda’dan, uzakta Avrupa’da yaşamıştır.
Stephen’in -ya da James Joyce’un- Estetik Kuramı
Stephen, ona soğuğu, nemi ve karanlığıyla bir hücreyi hissettiren -nesneleri hissettirdikleriyle anlatmayı seviyor Joyce- bütün varlıklardan, kurumlardan özgürleşme yoluna girdiğinde estetik kuramı üzerinde konuşmaya başlıyor. Konuştuğu ilk kişi, soğuk kül rengi ışıkta gördüğü, sıskalığından ve griliğinden tanıdığı etüt dekanı.
Gözlerinde hiçbir coşkunun kıvılcımı yanmayan dekan, Stephen’e güzelliğin ne olduğunu sorduğunda Akinalı’nın sözleriyle cevap verir; güzellik için üç şey gereklidir: bütünlük, uyum ve aydınlık*. Estetik kuramını oluştururken Aristoteles’in ve Akinalı’nın fikirlerini ışığında çalışmaktadır çünkü. Her düşünce kendi kurallarıyla bağlandığı için özgür düşünce diye bir şey yoktur ona göre.
Sözcükler üzerinde durur Stephen, onlarla oynar, sözcüklerin de hakimiyetine girmek istemez. Estetik tartışmalardaki zorluğun sözcüklerin edebi geleneğe mi yoksa sokak geleneğine mi göre kullanıldığını anlamak, olduğunu söyler. Aristoteles’in gezerek verdiği dersleri hatırlatır biçimde, düş kurduğunda da sohbet ederken de, Ulysses’te olduğu gibi, sürekli yürür. Estetik kuramını arkadaşı Lynch’le yağmurda yürürken uzun uzun anlatır:
Trajik ya da dramatik kurgunun dural – statik olduğunu, zihni yakaladığını; ideal bir acıma ya da dehşet uyandırdığını, kötü sanatınsa insanda aşırı istek veya tiksintiye yol açtığını söyler. Durallığın oluşmasına katkıda bulunan şeyse ritimdir; eseri meydana getiren parçaların birbiriyle uyumu, aynı amaca hizmet etmesidir.
Yürüyüş sırasında konuşmaya devam eder Dedalus, sanata dair kavrayışın evrelerini açıklar. İlk evre, sanat nesnesinin çevresine sınırlayıcı bir çizgi çekilip onun tek nesne olarak algılanmasıdır, bu bütünlüktür. İkinci evrede ritmi kavradıktan sonra fark edilense eserin ışığıdır; bu, aydınlanma anıdır. Stephen bu anın ,yüreğin büyülenmesi, sözüyle en iyi ifadesini bulacağını söyler.
Üç edebiyat tarzından söz ediyor Dedalus; eseri, sanatçıyla ve başkalarıyla ilişkisine göre lirik, epik ve dramatik olarak ayırıyor. Ona göre lirik biçimde sanatçı imgesini -eserini- kendisiyle dolaysız bir ilişki içinde sunuyor, kendi duygulanışının bilincinden çok duygu anının bilincindeyken yapıyor bunu. Epik biçimde, imgesini kendisi ve başkalarıyla dolaylı bir ilişki içinde sunuyor; epik eser tamamen kişisel olmaktan çıkıyor; sanatçının kişiliği, kişilerle eylemlerin arasında dolaşmaya devam ediyor ama. Dramatik biçimde ise imgesini başkalarıyla dolaysız biçimde sunuyor; yaratıcı tanrı gibi kendi kişiliğini tamamen siliyor, göze görünmüyor, adeta bir seyirciye dönüşüyor.
Romanın son bölümünde yaşadığı epifani Stefan’ı bambaşka bir yöne götürüyor; o zamana kadar kutsal güzelliği aramışken dünyaya ait bir güzellik onu adeta sarsıyor. Derede yürüyen bir kızı görmüştür. Onu çeken şey, gündelik hayatın içindeki muhteşemlikler olacaktır bundan sonra.
James Joyce, Portre’den sonra yazdığı Ulysses’te de Stephen Dedalus’u yaşatır. Fakat bu kez sıra, sıradan insanların gün boyu -birbirinin ardı sıra- yaptığı işlerin kutlanmasına gelmiştir.
*Ad pulcritudinem tria requiruntur integritas, consonnantia, claritas.
|
- Baudelaire’e Nazire: Bizden Bir Aylak - 2 Ocak 2019
- New Orleans’lı Yaratıcı Filozof Ignatus J. Reilly - 10 Aralık 2018
- James Joyce: Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi - 10 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI