Küreselleşme olgusunun makro düzeyde gelişimini, mikro düzeyde insan karakteri üzerindeki etkilerini inceleyen bir kitap ‘Karakter Aşınması’.
“Günümüz kapitalizminde karşılaştığımız karakter sorunu budur işte;
Ortada bir tarih var, ama insanlarca paylaşılan bir mücadele
anlatısı ve dolayısıyla ortak bir kader yok.”
Kapitalist ekonomik düzenin büyülü sözcüğü ‘değişim’in doğası ve insanlara yansıması nedir? Her zaman kısa vadeye endeksli bir ekonomide insan nasıl kalıcı değer ve hedeflere sahip olabilir? Her an parçalanan ya da yeniden yapılanan kurumlarda kişi kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü nasıl oluşturabilir? İşte bu sorulara cevap arayan, küreselleşme olgusunun makro düzeyde gelişimini, mikro düzeyde insan karakteri üzerindeki etkilerini inceleyen bir kitap ‘Karakter Aşınması’.
Yazar bu kitabında hepimizin öyle veya böyle içinde bulunduğu, tanık olduğu, bize hiç de uzak olmayan bir yaklaşımla, özellikle nesnel olarak ücretli bir çalışan olmasına rağmen zihinsel olarak küçük burjuva özelliklerine sahip, bu özelliği gereği belki de kapitalizmin en sevdiği sınıfsız sınıf olan ‘orta sınıf’ın ‘beyaz yakalı’ temsilcilerinin sendromunu, karakter aşınmasını iyi bir gözlem ve kolay bir anlatımla gözler önüne seriyor.
Sennett’e göre: ‘Fikirler, somut deneyimlerin ağırlığını taşımalıdırlar. Aksi takdirde yalnızca soyutlamadan ibaret kalmaya mahkum olurlar.’ İşte, bu bakış açısıyla irdelediği ve yaşamın temeli olan bir konuyu sadece akademisyenlerin ilgi odağından çıkartmakla kalmamış, günlük hayatın içinden, somut bulgularla ve akademik dilden uzak anlatımıyla herkese hitap etmeyi başarmış ve zihin açıcı bir esere dönüştürmüştür.
Bu çerçevede Sennett, kapitalizmin iki farklı dönemini bir baba-oğulun çalışma hayatı üzerinden ele alarak anlatır. Baba –istikrarlı- kapitalizmde sıradan bir işçi, oğul ise –esnek ve istikrarsız- kapitalizmde başarılı bir yöneticidir.
Baba, şehir merkezinde hademelik işi ile uğraşır. Değişimden, sürprizden uzak güvenli bir iş ve sabit bir gelire sahiptir. Daha çok cemaat ilişkileri ile sosyalleşen, aile kavramına önem veren, çocuğunu üniversitede okutabilme gayreti içinde olan ve karşılığını iyi bir üniversite ve iyi bir işle toplumda saygınlık kazanan bir oğul olarak görmenin mutluluğunu yaşayan biridir. Güvenceli ve rutin yaşamın getirdiği tecrübe ve birikimle kendi işinin felsefesini yapabilen, işine, ailesine ve çevresine aidiyet bağları oluşturabilen ve nispeten zamanını da kendi yönetebilen bir yaşamdır onunki…
Oğul ise, esnek ve güvencesiz iş şartlarının oluşturduğu oradan oraya sürüklenmeler nedeniyle herhangi bir yer ve kişilere bağ oluşturamamanın sancılarını taşır. En son yaptığı danışmanlık işi kendi hesabına olması nedeniyle her yere kendi koşturması, hizmet verdiği müşterilerin isteklerine boyun eğmek zorunda kalması ve eşinin de aynı durumda muhasebe firma sorumlusu olarak görev yapması, çiftin zamanı ve hayatlarını kontrol etme sıkıntıları oluşturmaktadır. Bu durum cemaat duygusuna yabancılaşma ve yüzeysel ilişkiler yarattığı gibi, küçükken babasının kontrolünden nefret eden kendisi, şimdi çocuklarına yabancılaştığı ve yetişmelerine yeterince katkı verememenin kaygısını taşımaktadır. Ve yazar bunu; “Ancak, oğlun en derin kaygısı kendi çalışma hayatını, çocuklarına bir etik davranış örneği olarak sunamamasıydı. İyi bir işin nitelikleriyle, iyi bir karakterin nitelikleri artık örtüşmüyordu.” diye açıklar. Baba, yaşama karşı hademelik işinin getirdiği yılların deneyimi ile “pisliği görmezden gelsen de ortadan kaybolmaz” gibi vecizeler türetebilecek bir derinlik taşırken, oğul yaşamın yüzeyselliği içinde kaybolmuştur.
Kısaca her şeyin çok hızlı eskidiği, değiştiği dolayısı ile güven, sadakat ve bağlılık gibi değerlerin anlamsızlaştığı, esneklik ve akışın hakim olduğu dünyada değişimlerin çocuklar üzerinde ahlaki ve duygusal sürüklenmelere neden olduğu, insana başarıyı getiren esnekliğin kendi karakterlerini onarılmaz şekilde zayıflattığını gözlemleyebiliyoruz bu iki yaşam öyküsünde; ve tabi bizim kuşak (nesil) farkı dediğimiz değerlerin nasıl değişime uğradığını da…
Sürüklenme olarak tanımlanan bu süreçte, zaman kavramı da değişiyor. Piyasanın hızlı değişimi artık ‘uzun vade yok’ ilkesine götürürken, bireyler de bir taraftan düşüncelerini ve becerilerini hızlı bir biçimde değiştirmeye ve uyum sağlamaya, diğer taraftan da bir sonraki değişimlere hazır olma zorunluluğunun sürüklenmesine kapılıyor.
Çağımızın kapitalizmi artık rutinden hiç haz etmeyip ona veba muamelesi çekerken, rutin konusunda iki farklı görüş tartışılır daha çok. Diderot rutini ‘gerekli bir öğrenme çeşidi olarak değerlendirip olumlu ve faydalı’ görürken A.Smith ise rutine ’insan aklını öldüren, yıkıcı bir durum’ olarak yaklaşır.. Diderot, bir aktör rolünü ne kadar çok tekrar ederse, o rolün derinliklerine o kadar girebileceğinden bahsederek, rutinin bu erdemlerinin endüstriyel emekte de bulunabileceğini söyler. Smith ise endüstriyel rutinin işi sıkıcılaştırdığını, insana zarar verdiğini, beyni öldürdüğünü, insan karakterinin derinliğini yok ettiğini iddia eder.
İşte yeni kapitalizm Smith felsefesine itibar eder, rutinin bu olumsuzluklarına esnek çalışma modelini getirerek sürecini devam ettirmek ister ve bunu ‘ideal olan esnek insan davranışları ile değişime uyum gösterip ondan zarar görmemesidir’ diye savunur. Esnek davranışların kişisel özgürlüğün yolunu açtığı iddia edilse de bu modelde de aslında olan, sadece iktidar ve kontrol yapılarının değişimidir. Kısaca insana ödülmüş gibi sunulan bu esneklik, çalışanı şirketin tam göbeğinde çok yoğun ve çok yönlü gözetim altında tutmakta olduğundan ve değişim başarılı olduğu sürece de parçalanan karakterler yeni düzenin ortak özelliği olmaya devam ettiğinden bahseder.
Sennett bu durumu şöyle örneklendirir: Daha önceleri de gözlemlediği, sohbet ettiği, bilgi sahibi olduğu bir fırına yıllar sonra tekrar gider. Ancak, fırın eski halinden çok değişiktir. Eskiden yalnızca Yunanların çalıştığı bir fırın iken, bugün birçok etnik kökenden insan çalışmaktadır. Eskiden yapılan iş, her aşamasına dahil olan bilgi sahibi işçilerle yürütülürken bugün ilişkiler gibi üretim de yüzeyselleşip tüm işler makinelere devredilmiştir. İşçiler ekmek yapımını değil önündeki makineyi kullanmayı bilmektedir sadece. Her şey bulanık ve okunaksızdır onun için. “Ne işin ne de çalışanların derinliği kalmamıştı” diye açıklar. Yani yapılan iş de ruh yoktur demeye getirir. Bu durumu çalışanların ruhu ekmeklere ulaşamadan makinelerde öğütülüyordu diye yorumlamak sanırım yanlış olmaz.
Yeni sistemin insan karakterini en zorlayan kısmı ‘risk alma durumudur’ der yazar, geçmiş dönemde insanların risk alma kapasitesini, karakterlerinin zorlu bir sınavı ve başardığında ise kahraman olarak görüldüğü bir dönem olarak tanımlar. Esnek sistemde ise hayatının her anının riske edildiği, bu yoğun ve sürekli riske maruz kalmanın karakteri iyice aşındırdığı, her defasında baştan başlayarak otokontrol sistemini yok ettiğini belirtir. Tercih anlarının psikolojik ağırlığını Psikolog Amors Twersky şöyle açıklar. “insanlar risk alırken olası kazanımlardan çok kayıplara önem verir. Risk alma psikolojisi kişinin kaybedecekleri üzerine yoğunlaşır.” Anne Frank’ın da kayıp psikolojisini güçlü bir şekilde betimlediği “Ölüler yaşayanlardan daha çok çiçek alır; çünkü pişmanlık minnetten daha güçlüdür” sözünü anımsarsak, sürekli bu kaygı altında yaşayan insanların karakterlerinde neden ve nasıl gedikler açılabileceğini de anlayabiliriz sanırım.
Kısaca makineleşmiş yeni sistem; çalışanları yüzeysel bir iş anlayışına ve son derece uçucu bir işçi kimliğine sokarak, işçilerin arasındaki ilişkilerin yüzeyselleşmesine ve bağlılık duygusunu azaltmaya giderek silikleşip okunaksız hale gelmesine neden olmaktadır.
Eski ve yeni sistemin karşılaştırıldığı bir olguda ‘iş etiği’ olgusudur. Sennett’ göre eski kapitalizm de iş etiği, kişinin zamanını öz disiplinle kullanması ve kendi değerini işi ile ispatlamaya çalışması nedeniyle rutine ve zamana yönelik içselleştirilmiş bir gönüllülükle bağlıydılar. Modern iş etiği ise, takım çalışması ve karşılıklı uyumu öngördüğünden, birey yerine takım esas alınmaktadır. Takım ise sadece yüzeysellikle ilgilendiğinden ve bireyleri kişisel amaçlarının dışına ittiğinden, bu kültür kişinin iç bütünlüğünü büyük ölçüde zedelenmektedir.
Başarısızlığı orta sınıfın kabusu haline getiren bu yeni kapitalizm, esneklik ve kısa vadeli iş ilişkileri nedeniyle orta sınıfın kariyer yolunu bulmasını engellediği, bu durum da insanı amaçsız ve boşuna bir yaşam duygusuna götürdüğünü ifade eder. Başarısızlık zaten belki de en zor tanımlanan olgulardan biridir. Zira hem insan egosu hem de çevre tabuları bu tanımlamayı zorlaştırır. Sennett’in başarısızlıkla ilgili en çarpıcı gözlemlerinden biri şudur;
“IBM çalışanları işten çıkarılmış hepsi bir arada, uzun uzun mantıklı nedenler bulmak için tartışmalar yaparak, işten çıkarılmalarını anlamlandırmaya çalışmaktadır. Tartışmanın ilk evresi; mevcut yönetimin profesyonellere ihanet ettiğine dair duydukları inanca sarılmak olur. Ancak, birilerini işten çıkaranları da başka birileri işten çıkarmıştır. Bu nedenle ikinci evreye geçilir. Tepe yönetimin başında bulunan kişinin etnik kökeninin ve yabancıların üretim süreçlerine dahil olmasının bu işten çıkarmalara yol açtığı yönündedir. Ancak, bu görüş de çürütülür. Son olarak her biri şirketi zamanında terk edememiş olduklarını ve kendi kariyer planlarını kendilerinin belirlemediklerini fark ederler. Ulaştıkları bu son nokta onları içine kapatır ve sadece yakınlarına sığınırlar.”
Kapitalizmin acımasızca başarısızlığa mahkum ettiği insanların gittikçe arttığını düşünürsek, yazarın ‘cemaat’, bizim ‘örgütlü birliktelik’ dediğimiz olguya ve güçlü karakterlere ne kadar ihtiyacımız olduğunu da görebiliriz sanırım.
Yazar, “yeni kapitalizmde ‘yer’ büyük bir güce sahiptir ve bu güç yeni ekonomiyi sınırlandırabilir. Yer bir coğrafya, bir politika mekandır. Cemaat de yerin toplumsal ve kişisel boyutlarının toplamıdır. Bir yer orada yaşayan insanların biz zamirini kullanmaya başlamasıyla bir cemaat, bir semt haline gelir.” derken insanların bağlanacağı ve derinlik bulacağı başka arayışları ortaya çıkaracağını belirtir. Bu da sistemin karşısına ancak ‘BİZ’ olarak çıkmaktır der.
Doğrusu yaşam öyküleriyle, tarihle, fabrika imgeleriyle, kapitalizm ve karakter üzerine yapılmış tartışmalarla, kapitalizmin evrimini ve bu değişikliğin insan yaşamına, değerlerine, karakterlerine yaptığı etkiyi bir bütün haliyle gözler önüne seren Sennett, aynı zamanda “bilgisayarla üretilen ekmeğin kalitesinden çok, ekmeği yiyenlerin hayatına bakıyor ve soruyor. ‘Bu sistem insanın yaşamına değer ve anlam katıyor mu?’ Ve ekliyor ‘değişim, kitlesel ayaklanmalarda değil, ihtiyaçlarını birbirleriyle paylaşan insanların arasında, toprakta yeşerir. İnsanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim.”
Ve okura da şöyle seslenir…Unutmayın!
“Hangi kötülüğe tahammül edeceğimiz, hangi iyiliğin peşinde olduğumuza bağlıdır.”
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018
FACEBOOK YORUMLARI