“Karamanlı Muhacirler için Şiirin Sedası”, bırakın her şeyi bir tarafa bir başka acıyı, bir başka hüznü, bir başka sevdayı unutturmamasıyla bile hak ediyor övgüyü…
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu coğrafyanın tarihi biraz da göçler tarihidir. Kuşkusuz ne Sultan Muratlar geçmiştir, ne padişahlar ve hiçbiri tutunamamıştır, izleri bile yoktur.
Medeniyetler beşiği bu toprakların şiirinin de, romanının da, sanatının da göçler üzerine olması doğaldır. Kadim halkları yok etmekle ünlenmiş bir ülkenin insanlarıyız. Varsın tartışsınlar onlar, biz bu topraklar üzerinde, bizlerden önce yaşayanların artık kalmadığını (bırakmadığımızı) biliyoruz.
Şiirin Sedası
19. Yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başlarında yaşananlar yukarıdaki, biraz da hüzün taşıyan haklı yakınmanın kanıtı aynı zamanda. Tarihin kaydettiği ilk resmi ve zorunlu mübadele, Lozan Antlaşmasıyla yaşanmış. Ne insani ilkeler dinlenmiş ne ahlaki değerler gözetilmiş, hemen ve geciktirilmeksizin yerine getirilmesi emredilmiş. Doğaldır ki zorunlu sürgünün sonu da evsizlik, işsizlik ve sağlıksızlık olarak göstermiş kendisini…
İnsanlar acılarını dizelere gömmüş ve dizelerle yansıtmışlar tarihe kalsın diye… Yunan alfabeleriyle ama Türkçe yayımlanan Muhacir Sedası gazetesinden derlenen 25 şiiri bir araya getiren Muhacirnâme, bu defa da Kurtuluş Savaşı sonrasında yaşanan meşakkatli sürgün sürecini de içeriyor.
Kederin mirası…
Önemli bir tarihi sürecin kayıtlı kaynakları olarak bir başka değer de taşıyan bu şiirler, açık, apaçık seriyor yaşayanların duygularını. Yaşananlar öyle kolay şeyler değil; acının zulmün, iki arada bir derede kalmanın haklı isyanı da var altında.
Anadolu’dan sürülmüşler hem de hazırlık yapmalarına fırsat verilmeden; gittikleri yerde yerli halkın husumetiyle kabul görmemişler, elde yok, avuçta yokken kalakalmışlar ortada yapayalnız. Haklı bir hüzün var doğallıkla dizelerde, giderek umudun solduğunu da içiniz kan ağlayarak görüyorsunuz.
Anavatanın yası tutulmaz…
Kendi yaşadıklarını, kendi acılarını ve hasretlerini dile getirdikleri kendi dillerinde ve kendi dergilerinde basılan bu şiirlerin en büyük özelliklerinden biri de geride kalan “anavatan”ın yasının tutulmamasıdır. Bu, halkın ne denli onurlu olduğunun göstergesidir aynı zamanda. Bu, bir göstergedir bu güne…
Biz hâlâ giderek ırkçılığa varan hamaset dinliyoruz. Gazetede, dergide, televizyonda yinelene yinelene artık “doğru”ymuş dedirten bu düşünce, okul kitaplarında da yer aldığı için kurtulmak pek de kolay değil. Birileri her gün tek… tek… tek diye sayıyor ya… Birileri her gün nefret tohumları serpiyor ya üzerimize… Birileri ne derse desin; gerçekler bir bir çıkacak ortaya. Sanat (şiirden öyküye, sinemadan müziğe, halk danslarından tiyatroya) kanıtlarını sergileyecek hepsinin. Belki zamanı var haykırmanın, belki dolmadı o süre hâlâ… 100 yıl geçmesi, insani değerlerin ayaklar altına alınmasının kabul edildiği anlamına gelmemeli. Buna da bağlı olarak, artık hiçbir şeyin gizlenemeyeceği bilinmeli. Örneklerini biliyorsunuz…
Şiirler şahit…
İlhan Berk, “Neler çekmiş halkım, türküler şahit” diyordu, benim o çok sevdiğim ve yinelemekten keyif aldığım iki dizelik şiirinde…
Bu kez, şiirler şahit yaşananların kanıtlanmasına. Paranız varsa, görece işinizi yapabiliyorsunuz… Nice göç öykülerinde okuduk (tipik bir örneği Canan Tan’ın Hasret romanında yer alıyordu, göçmen kadının, yan öykücük olan hayatında… Bir aşk öyküsü anlatılan) nice rembetikoda dinledik… Yaşar Kemal de -belki biraz tersinden- Bir Ada Hikayesi dörtlemesinde gidenlerin yerine gelenleri anlatırken (ama yine bir göç destanıdır, tümüyle) vurgular… Peki, şair şiirce ne diyor: “Karısı gözel olan görir işini / Olmayan delbeder sıkar dişini /…/ Gözel gördikçe candan severler / … asla ela avrion (bugün git yarin gel) demezler”. “Çirkin” imzalı bu şiir, “Zavallı muhacirler olmuştur dilhûn” diyor bir dizesinde.
Bu topraklarda olduğu gibi komşu coğrafyada da taciz tecavüz yaşanan ve yaşandığı bütün utanca karşın dillendirilmeyen acı gerçeklerdendir.
Kış gelip de…
İmzalar, Çirkin, Bedbaht, Çıplak, Fakir gibi somut durumu yansıtıyor, kolay mı sanki apaçık imzalayabilmek? Bakın, bir imzasız şiir nasıl yakınıyor: “Benim kara dediğime sen istersen beyaz de. / Benim bahar dediğime sen istersen ayaz de. / Benim kebap dediğime sen istersen piyaz de. / İkimiz de bu vatanın evladıyız değil mi?” tepki o kadar büyüyor ki, o hiç toz kondurulmayan dini inanışlara kadar uzanıyor yakarı: “Biçare muhacir acı derdini kimlere yansın / Kimlere inansın kimlere kansın / Soğukta ve yağmurda dışarda nasıl kalsın / Şaşırdı o da, hani Allah’a tapsın.”
Sermet Çağan’ın, “Ayak Bacak Fabrikası” oyununda, hiç unutulmaz, “İnsan aç kalmayagörsün inançlarını bile yer!” sözü ile Âşık İhsani’nin “Açlığa neyse ya, soğuğa dayanamadık, bir tabut götürüp yakacağım” dizeleri geliyor aklıma… Kolay değil kuşkusuz… Neler çekmiş halkım, türküler, şiirler, oyunlar, öyküler şahit!
Dönüşü olmayan gurbet
“Karamanlı Muhacirler için Şiirin Sedası”, bırakın her şeyi bir tarafa bir başka acıyı, bir başka hüznü, bir başka sevdayı unutturmamasıyla bile hak ediyor övgüyü… Türkçe, Yunanca, İngilizce üç dilli bu büyük boy kitap (mübadeleyle gelen bir muhacir ailenin üçüncü kuşak temsilcisi) Semih Poroy’un karikatürleriyle bir kez daha zenginleşmiş. Şiirleri derleyerek kitaplaştıran Evangelia Balta (binlerle teşekkürü hak ediyor, ırkçı söylemin doruğa çıktığı bu günlerde bir kez daha), “Unutulmuş Karamanlıca şiirleri derleyen bu eser, geri dönüşü olmayan bir gurbete gönderilmiş muhacirlerin bu kubbede kalan hoş sedaları değildir sadece, her şeyden önce onların hatırasına bir saygı ifadesidir” diyor.
- Muhacirnâme
- Karamanlı Muhacirler için Şiirin Sedası
- Hazırlayanlar: Evangelia Balta ve Aytek Soner Alpan
- Türü: Şiir
- Sayfa Sayısı: 166 Sayfa
- Basım Tarihi: Mart 2016
- Yayınevi: İstos Yayıncılık
- Hayata bir de bu “pencere”den bak!… - 9 Nisan 2020
- BİTMEYEN AŞK: İSTANBUL - 7 Aralık 2019
- Türkiye’nin Çilingir Sofrası: Rakı Gastronomisi - 3 Aralık 2019
FACEBOOK YORUMLARI