
Şehrin dönüşümünü, değişen İstiklal’i, günümüzün ve geleceğin kitapçılığını bir de İstiklal’in bağımsız kitapçısı Kemal Koçak’tan dinleyin.
Beyoğlu’nun değişim ve dönüşümünden söz ederken, kitapçıları, sahafları da akılda tutmak gerekiyor.
Kemal Koçak İstiklal’in ara sokaklarında inatla kitabevini sürdüren isimlerin başında geliyor. 13 yaşında başlayan İstanbul hikayesinde ona hep kitaplar eşlik etmiş. Bugün de şehre tutunmasını kitaplara bağlıyor.
Semerkant Kitabevi yalnızca kitap satan değil, yazarların buluşma noktası da olan, okurların kimi zaman yalnızca selam etmek için bile olsa uğradığı bir kitap köşesi. Vitrininde çoksatanlardan çok Kemal Koçak’ın sahiplendiği ve önerdiği kitaplar var. Dükkanın duvarlarını da yazarların posterleri, çıkan kitapların haberleri süslüyor.
Koçak ile kitabevini konuşmak üzere bir araya geldik, sohbet bizi eski günlerin Beyoğlu’na, yazarlarına, yayınevlerine ve günümüz sektör sancılarına getirdi. Çoğu söyleşimizde olduğu gibi, sohbetimiz boyunca okurlar da bize eşlik etti, kimi zaman eski bir kitabın peşindeki okurun gelişiyle sohbetimize ara verdik, kimi zaman yeni çıkardığı fanzini Koçak’a tanıtmak isteyen gençleri dinledik.
Şehrin dönüşümünü, değişen İstiklal’i, günümüzün ve geleceğin kitapçılığını bir de İstiklal’in bağımsız kitapçısı Kemal Koçak’tan dinleyin. Ve yolunuz Beyoğlu’na düştüğünde, mutlaka dükkanına uğrayın. Beyoğlu’nun en güzel abisi sizi bekliyor.
|
-
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim Kemal Bey. Önce Semerkant’ın hikayesiyle başlayalım.
Hoş geldiniz. Ben aslında tekstil kökenliyim. 14 yıl tekstil yaptım. 13 yaşımda geldim İstanbul’a Adana Ceyhan’dan. Köydeyiz tabii, çocukluk zamanları, kitap yok, ders kitabı var, onu da okumazsın, yazarsın, alır deftere geçirirsin. Devamında İstanbul’a geldim. Daha çocuk yaşımda.
Bir arkadaşımız vardı, sendikaya gidiyor geliyor, beni de yayında götürdü. Yıl 77. Orada dergi kitap okumayı öğrendim. Daha çok politik metinler tabii. Örgütlü değildim ama o dünyanın içindeydim. 89’un sonunda bıraktım tekstili. İmalat da yaptım, atölyelerde de çalıştım, kendi yerimi de kurdum, iki kez de iflas ettim. Körfez krizi çıktı sonra, 92’de, herkes iflas etti, ekonomi çöktü. Taksim’de tezgahta kitapçılık yapan bir arkadaşım vardı. Onun yanına sık sık gidip geliyordum. Çalışmıyorum, işim yok, yanına gidip bir köşeye çekilip kitap okuyorum. Tuvalete gidecek geç yerime otur der, bir yere gidecek sen bak der, annesine gidecek bütün gün bırakır bana tezgahı. Öyle günler.
Şapkayı takıyorum, biraz mahcup, oturuyorum, ilgileniyorum gelenle gidenle. Orada farkında olmadan kitapçı oldum aslında. Kitap okumasam bu kadar, bu işe girebilir miydim, devamı gelir miydi, hiç sanmıyorum. Öyle arkadaşlar da vardı, kitapla ilgisi olmadan kitapçılığa soyunan, kahve işletiyorlar şimdi. Böyle kitapçı oldum. 95’e kadar Şener’le çalıştım. Hamlet Kitabevi. Yanında da Arion vardı.
24 saat açıktı Hamlet. Bugün böyle bir kitapçı yok. Kasada 15 kişi sırada beklerdi, iki kişi ancak yetişiyorduk, öyle günlerdi. Sonra 95’in sonunda bıraktım. 5 – 6 ay boş gezdim, sonra bir gün Taksim sahnesinin girişinde, Maksim Gazinosu’nun yanında bir yer var dedi bir arkadaş. Benim param yok dedim, olsun dedi, müzik sende kitap bende diye anlaştık. 96’da açtık. 3 yıl da orada çalıştık. Profesyonel olamadık tam anlamıyla doğrusunu isterseniz; arkadaşla, akrabayla iş yapmak zordur. Oradan ayrıldım en nihayetinde, üç yılın ardından. 98 sonlarına geldik. Bundan sonra bu işi yapacaksam tek yapacağım dedim.
Buralarda büyüdüm, genelevlerle doluydu şu an bulunduğumuz sokak, pavyonlar, randevu evleri vardı. Bir yer buldum ve varımı yoğumu koyup satın aldım. Kadın arkadaşlarım gelirken korkardı, Mis Sokak’ın köşesindeyiz, gel bizi al derlerdi. 99’un 16 Şubat’ında buldum burayı. 30 Nisan’da da açtım. 1 Mayıs’ta açmak istiyordum ama sorun yaşamak istemedim. Birçok kişi deli dedi bana o dönemde. Burada kitapçı olur mu diyorlardı. Önüme 5 yıl hedef koydum, devam edeceğim dedim. 4 yılın sonunda toparlamaya başladı dükkan. Bu işler böyledir. Bugün açtım, yarın para kazanacağım diye bir şey yok.
Kimseye güvenerek açmadım. Arkadaşlara güvenerek iş yapılmaz, gelirlerse başımın üstüne, gelmezlerse canları sağ olsun, gelmek zorunda da değiller. Üç fihristim vardı isimlerle dolu, bir ismi bile aramadım. Dört ay sonra 99 depremi oldu, üstüne 2001 ekonomik krizi oldu. Her şey üst üste geldi. Devalüasyon oldu haberini duyunca, hatırlıyorum, bir anda şoka girmiştim. Borçlarım iki katına çıktı bir gecede. En nihayetinde toparladık bir şekilde. Geldiğimde bütün parayı buraya yatırıp satın aldım. Binanın üst katlarına kafe denedik olmadı, sonra hostel kafe oldu başkaları işletti.
Kitabevinin yerini kiraya versem her zaman daha çok kazanırım ama hayalim bu olmadı hiçbir zaman. Sık sık yurtdışına gidiyorum, kapatıyorum dükkanı, Bitap Sahaf’ın sahibi Şeref Özsoy’a anahtarımı bırakıyorum, internet satışı olunca gelip kitabevini açıyor, satışı olan kitapları paketleyip gönderiyor, kitliyor geri kapıyı. İşten anlayan arkadaş en büyük nimet işte. Şeref de benim çok kıymetli bir dostumdur.
|
-
Bu kadar sıkıntıya rağmen vazgeçmediniz.
Bu işi seviyorum, insan biriktirmeyi seviyorum, hangi ülkeye gidersem bir arkadaşım mutlaka karşılıyor beni. Bu o kadar kıymetli bir şey ki. Burası olmasa bu dostlar olur muydu? Olmazdı, mümkün değil. Ahmet’in (Ümit) romanında ”Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” ben olmazdım, roman karakteri olarak bu işi yapmasaydım, bundan güzel bir şey olur mu? 20 yıldır bu sokakta, Semerkant Kitabevi olarak devam ediyoruz, her gün de yaşıyoruz güzellikleri de zorlukları da.
-
42 yıldır Beyoğlu’ndasınız. Büyük bir değişim, dönüşüm geçirdi şehir de, Beyoğlu da. Ama siz terk etmediniz burayı.
Bana gelenlerin çoğu beni tanıyanlar, bana gelenler aslında. 2008’de Ahmet’le Eskişehir’e gidecektik, yerime bir arkadaş durmuştu, gelen Kemal burada mı diye sormuş, olmadığımı öğrenince gitmiş kitaplara bile bakmadan. Kitap arayanlar Kemal bulur diye geliyor. Arkadaşlar arkadaşlarını getiriyor. Bulamadıkları kitapları araştırıyoruz, buluyoruz, alıyoruz, okura veriyoruz.
-
Kitap pahalı diyenlerin hiç değişmediğini söylüyordunuz söyleşiye başlamadan.
Evet, bazı şeyler değişmiyor. Bir paket sigaraya pahalı demeyen 20 liralık kitaba pahalı diyor. Yediğini içtiği hesaplamayıp kitabı hesaplamak bana tuhaf geliyor.
|
-
Üzerine basa basa kitapçı olduğunuzu, sahafla kitapçının karıştırılmaması gerektiğini de vurguluyorsunuz.
Sahaf müşterisiyle kitapçı müşterisini karıştırmamak gerek. Ayrıca sahaflık ayrı bir şey, İkinci el kitapçılık ayrı bir şey ve kitapçılık ayrı bir şey. Bunların üçü de ayrı kategorilerdir. Her kitabevinin kapısında “Sahaf” yazıyor diye, sahaf olunmuyor. Osmanlıca, Fransızca, Rumca, Ermenice ve Arapça bilmeden, imza takip etmeden, bu saydıklarımın en azından birine hakim olmak gerekli, sahaf olunmaz, sadece “ikinci el satan kitapçı” denir bu arkadaşlara…
Beyoğlu’nda sayacağım bir kaç sahaf vardır. Simurg’dan İbrahim Abi, Turkuvaz Sahaf’tan Nedret Abi, Bitap Sahaf olarak Şeref, Turcalibris Sahaf Mustafa ve bu işi hem Fransa’da, hem de Türkiye’de yapan İsmail Bayramoğlu vardır. Ben buraya koysam bulduğum bir kitabı, 10 liraya ancak satarım, sahaf 200 liraya satar. Değerini, karşılığını, alıcısını o bilir. Emekli olup kitapçı açacağım diyenler var bir de… Bir de yanına şiir kitabı yazmak isteyenler. Maalesef bizlere çok uğrar böyleleri. Sosyal hayattayken kitaba bulaşmayıp, hayatla bağını kesince bu işlere başlamak anlamlı gelmiyor bana.
-
Bir hayal olarak kitapçı kurmak, evet… Ve bir de şiir kitabı yayınlamak.
Dahası okumadan yazmak bana anlamlı gelmiyor. En çok karşılaştığım soru da sen yazıyor musun. Okurluk yapıyorum ben, yazarlık değil. Bir de dostlarımı, sevdiğim yazarları bilenler var. Biliyorlar sevdiğim dostlarım, yazarlar gelip gidiyor Semerkant’a. Bana uğrayıp, birkaç kitaba bakıp sonrada benim dosyamı okur mu, verir misin o yazarlara diyorlar. İşte bunlar hiç değişmiyor. Oysa bu işler öyle değil ki… Uyurkulak örneğin, kaç kez yazıp atmış romanını. Ahmet Ümit’in keza, aynı bölümü kaç kez yazdığını, gözden geçirdiğini bilirim.
-
Okur profili nasıl peki? Geçmiş günlerle kıyasladığınızda nasıl bir durum ortaya çıkıyor?
Okuyan kesim artık Beyoğlu’na gelmiyor. Kitap bakmak, kitap almak için Beyoğlu’nu tercih etmiyor. Eskiden Vakko vardı, arabalarını, şoförlerini Tarlabaşı tarafında bekleten varlıklı kadın kitapseverler vardı. O müşteriler kimi zaman gelirdi bize. Kitaplar seçerlerdi kendileri için ve çocukları için. Hatırlarım bir kadın ellerinde Vakko çantalarıyla gelmişti, onlarca kitap seçip alıp gitmişti. Bugün artık o mağazalar da yok, o müşteriler de. Bir de hiç kitap bilmeyen ama okumak isteyenler gelirdi zaman zaman. Bana bir şeyler verin, okumak istiyorum derlerdi.
|
-
Hangi kitapları önerirdiniz?
Taksim’de 90’larda kitapçılık yaparken Simyacı, Sophie’nin Dünyası, Yüreğinin Götürdüğü Yere Git… Yeni okumaya başlayanlar için ideal kitaplardır. Önce ben okur, sonra tavsiye ederim. Çok satan her şeyi okurum, bilmeden anlatılamaz. Tabii en çok da yerli yazarlarımızı anlatırım ve tavsiye ederim.
Şehrin dönüşümüne dönmek istiyorum tekrar. Kimlik değişti artık burada, insanlar, kadınlar gelmeye korkuyor Beyoğlu’na. Gidilecek, oturulacak, sosyalleşecek yer yok, yer olmayınca bize de uğrayamıyorlar tek başına. Arapça kitap var mı diye soran gençler var burada, ırkçılık yapanlara söylüyorum, önce kendimize bakıp sonra buraya sürüklenen insanları eleştirelim derim ben. En azından o insanlar gelip kitap soruyorlar, sizler ne yapıyorsunuz, neredesiniz?
-
Neredeler?
Kadıköy ve Beşiktaş’a sıkıştı herkes. Beyoğlu istenen noktaya geldi aslında. Bizler mücadele ediyoruz tabii, yirmi yıldır buradayım, ölene kadar da burada kalacağım.
-
Okuduğunuz, önerdiğiniz kitaplara dönersek… İlk sattığınız kitapları hatırlar mısınız?
12 Eylül sonrası üç yıl hiç kitap okumadım. 12 Eylül olduğunda 18 yaşındaydım. Üç yılın sonunda Aziz Nesin okudum, Şimdiki Çocuklar Harika. Herkese bu kitabı öneririm önce. Özellikle genç erkeklere. Gençtir, bir kızdan hoşlanıyordur, açığını kapatmak için gelir ertesi gün, abi ne okuyayım, bana kitap ver der, ilk verdiğim kitap da odur. Unutmadığım bir anımdır.
Bir grup genç politik roman okumak istediklerini söylediler, dükkana gelmişlerdi. Fransız Lisesi öğrencileriydi, bana ne önerebileceğimi sordular, hemen Ahmet Ümit’in Kar Kokusu ve Orhan Pamuk’tan Sessiz Ev dedim. Sessiz Ev’i okuduk dediler. Meğer grubun içindeki kızlardan biri de Orhan Pamuk’un, kızı Rüya’ymış. Sonradan öğrendim bunu. Pierre Loti’de okuyormuş o da, arkadaşlarıyla gelmiş o gün. Peki bu kitapları neden önerdim? Sessiz Ev’deki Nilgün solcu bir karakterdir ve faşistler tarafından öldürülür. 1980 darbe öncesini anlatır. Ahmet’in Kar Kokusu romanı da otobiyografik bir romandır. Darbe öncesi ve sonrasını anlatır. Karakterler gerçektir. İllegal dönemi anlatır. Bunları veririm. Mümkün olduğunca yerli yazar tavsiye ederim. Yabancı, çeviri eser önermek yerine kendi yazarlarımızı anlatırım önce.
-
Vitrininizde de Türkiye’den yazarlar ağırlıkta.
Bana imzalı gelir kitaplar. Ahmet Ümit, Ayhan Bozkurt, Seray Şahiner, Nermin Yıldırım, Bedia Ceylan Güzelce, Derviş Şentekin, Murat Uyurkulak, Yavuz Ekinci, Fatih Altınöz, Hüsnü Arkan… Ve daha birçok yazar. Herkes müzisyen bilir ama sıkı edebiyatçıdır Hüsnü Arkan. Çoğunun kitaplarını çıkmadan okurum ve bir okur olarak görüşlerimi söylerim, neticede ben bir edebiyatçı ve eleştirmen değilim, sadece okurum. Ve evet, bu yazarların kitaplarını da vitrinime mutlaka koyarım.
-
Popüler dergileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Dergilerde gördükleri, okudukları isimlerin romanlarını soranlar çok oluyor mu?
Ben dergilerin olmasını, hep olmasını, çok olmasını istiyorum. Bir dergi çıkar, bir süre devam eder ve miadını doldurup en nihayetinde kapanır. Popüler olana düşman olmayı da anlamıyorum. Yazar da yaratıyor, okur da yaratıyor bu dergiler. O dergilerden bize gelen okurlar da oluyor, bu yazıyı yazanın kitabı var mı diye de soruyor. İyi olan kazansın derler ya, bırakalım öyle olsun, iyi yazan en nihayetinde zaten öne çıkacaktır, bu dergiler de vesile oluyorsa ne güzel. Karşı olan da varsa ne diyeyim, devam etsinler muhalefete ama ben değilim.
-
Yayınevlerinin değişimini de izlediniz zannediyorum yıllar içinde.
Tabii, en yakın tanığı bizleriz değişimin. Yılda 1000 kitap çıkarken zamanında, şimdi günde yüzlerce kitap çıkıyor. Parayla kitap basan yayınevlerini hiç söylemiyorum bile. Konumuz dışında kalsın. Genç yayınevlerini takip ediyorum, çok da seviniyorum yeni markaları gördükçe. Edebiyatı biz biliriz, Türkiye solunu biz biliriz, söylenecek bir söz varsa biz söyleriz diyenlerden yorulduk artık. Havaları iniyor, insin de zaten. O kadar kaybolmuş yazar ve kitap var ki bu insanlar yüzünden, şimdi yeni yayınevleriyle bu kitaplar da tekrar gündeme geliyor.
Hüsnü Arkan mesela, en son Kırmızı Kedi’de oldu artık. Daha önce o kadar yayıneviyle tutmadı enerjisi. Sabahattin Ali’nin telifi bitti, on gün oldu, on yayınevi çıkardı. Üstüne bir şey koymadan çıkarmak ne bileyim, bana pek anlamlı gelmiyor. Bu da yayınevlerinin sorunu diyorum. Editörleri önemli, çok yayınevi olması iyi ama bir o kadar da iyi nitelikli editör olmalı, son okumacı olmalı.
Öyle kitaplarda, öyle yayınevlerinin öyle yazarlarının metinlerinde öyle hatalar görüyorum ki zaman zaman, dehşete düşüyorum. Künyeye bakıyorum… 20’li yaşlarda ve ben editörüm diyor, kaç kitap okudun, ne kadar geliştirdin kendini, hangi projeyi yaptın, hangi yazarı yönlendirdin? Editörlüğü de yayıncılığı da bence tekrar, en baştan konuşmak gerekiyor. Bir kişi hem editörlük, hem son okumacılık, hem eleştirmenlik, hem yayın yönetmenliği yapıyorsa, o yayınevinden çıkan kitaplar sonrasında kelepire veriliyor. Bu kişiler sadece kitap tanıtım yazıları yazabilir… Bunun adı da eleştiri değildir, tanıtım yazısıdır.
-
Satış pazarlamayla, saha elemanlarıyla, yayınevlerinin kitapçılarla ilişkileriyle ilgili de konuşmamız gereken çok şey var bence.
Kesinlikle. Kırmızı Kedi çok şey kattı. Satış pazarlama o kadar önemli ki, o kısmı iyiyse bir yayınevinin, her şeyi güçlüdür. Edebi yönünü editör yapacak, satış pazarlama da geri kalanı yapacak. Kitabın kaderini değiştirir iyi bir saha elemanı, iyi okurdur bunlar, kime ne anlatılır, hangi kuruma hangi kitapçıya nasıl gidilir, ne kadar verilir, bunların bilinmesi çok önemli. Kırmızı Kedi’de Salih var, Alfa’da Vezir var, İş Bankası’nda Murat var mesela. Kitap çıkar, yayınevi satış pazarlaması iyi değilse hiçbir şey yapamaz. Ben kitapçılığı böyle öğrendim. Cağaloğlu’ndan kitap gelirdi bana tezgahtayken daha, okurdum, sonra da satardım, okuturdum insanlara. Yayınevinin belkemiği bu insanlar.
-
Yeni yayınevleriyle yeni tasarım anlayışları da geldi kapaklara.
Tasarım da çok önemli, en iyi biz kitapçılar biliriz bunun etkisini okur üzerindeki. Yanlış kapak… 2002’de çıkan Ahmet Ümit’in Kukla romanı geliyor aklıma. Om Yayınevi basmıştı. Okurlar o kapağa internetten tarayıp bakabilir. Olmadı, kapak okura itici geldi. Aynı kitap sonra Doğan Kitap’tan çıktı, öyle böyle satmadı. Okur geliyor, bazı kitapların kapağını görüyor, tam anlamıyla vuruluyor, alıp gidiyor, kitabın içeriği kadar, görselliği de çok önemlidir. Kırmızı Kedi on yılda müthiş büyüdü. Sizin yayınevi keza, April, çok iyi, büyüyor, büyümese zaten gelmezdi Ankara’dan. Hep Kitap, bastığı kitabı satıyor. Bazı yazarlar için editörleri de çok önemli, başka bir yayınevine geçtiğinde o yazar da onunla gidiyor. Artık editörler, yayın yönetmenleri için de yeni bir dönemdeyiz.
-
Söyleşilerimde ısrarla üstünde durduğum, kitapçılarla konuştuğum bir konuyu sormak istiyorum. Sabit fiyat meselesi hakkında ne dersiniz?
Yayınevi bana 35’le 40’la veriyor, D&R’ye 50’yle veriyor. Ona yüz bin, bana bin liralık satış yapıyorsun. Böyle bir durumda indirim oranlarını nasıl daha adaletli hale getirmezsin? Yayıncılar tek fiyat istiyor ama buralardan başlıyor bu iş. 90’larda başladı bu tuhaf indirim anlayışı. Sonra yayıldı veba gibi. Yayıncılar bu işi bu noktaya getirdi. Bana böyle bir teklif gelmedi ama vitrin yap, sana bedava kitap vereyim, öne çıkar sana şu kadar indirim yapayım gibi şeyleri çok duyuyoruz. Ben vitrin yapıyorum ve o vitrine sevdiğim kitabı ve sevdiğim yazarları koyuyorum. Zaten bana da böyle bir teklifle gelen olursa, buradan kovulacağını bilir ve bana gelmezler.
-
Bağımsız kitapçıların örgütlenmesi noktasında görüşünüz nedir?
Kitap okumayan çok kitapçı var. Örgütlenmesi de çok zor, birbirinin kuyusunu kazıyor maalesef herkes. Egolar, iktidar savaşları… İkinci El Zaman – Kızıl İnsanın Sonu kitabında Svetlana Aleksiyeviç “Rusya dünyanın en büyük köyüdür” der, orada bile bizdeki kadar sorunlu bir sistem yok. Ama yine dediğim gibi, yayınevlerinde bitiyor iş. Yayınevini açıyorlar ve sende bizim kitaplar olsun diyor, sahip çıkıyoruz tamam diyoruz, bakıyorsun palazlanıyor, yani bitleri kanlanıyor ve tek dağıtım çalışacağız artık diye telefonu geliyor, kendileri de aramıyor, oradan bir elemana aratıyorlar.
Ben 30 yıldır bu işle uğraşırım ve böyle davrananların çoğunun esamesi bile okunmuyor artık bu piyasada. Bir iş yapacaksınız %80’ni yine işe yatıracaksınız, her kazanılan para cebe girmez, girmemeli. Büyük olan hep ister, bunu unutmamalı yayıncılar. Bir de o zincir mağazalarda sansür boyutu var. Oradaki kurullar bazı kitapları engelliyor, tekele kendini kaptırırsan bunları da göze alman gerekiyor. Bağımsız kitapçılar yayınevlerini, yayıncılar kitapçıları korumak zorunda.
-
Çok teşekkür ederim Kemal Bey.
Ben teşekkür ederim. Her zaman bekliyoruz okurlarımızı, yazarlarımızı, kitap dostlarını dükkanımıza. Sıcak çayımız ve kitaplarımızla her zaman buradayız.
- VAROLUŞ İNANCININ DAYANAĞIDIR AŞK! - 29 Mayıs 2021
- Balkan Dünyasında Üç Gün - 19 Eylül 2020
- Koray Sarıdoğan: “Bu Kitapta Salvo Yapmıyorum, Olanı Söylüyorum.” - 10 Ağustos 2020