Kendine Ait Bir Oda

Umutsuzluk ve öfkeyle doluyken nasıl yazı yazılabilir? Tek bir cinsin konuştuğu edebiyat insanı anlatmaya yeter mi?

E. M. Forster, Roman Sanatı’nda, İngiliz roman yazarlarını British Museum’un okuma salonu gibi yuvarlak bir odada aynı anda yazarken tasarlar. Böylelikle “zaman”ı düşman ilan etmiş olur. Yazarları da zaman nehrinin akıntısında sürüklenmekten kurtarır; edebiyatı zamanın ötesinde bir şey olarak görmeye çalışır. Samuel Richardson, Henry James, H. G. Wells, Charles Dickens, Laurence Sterne ve Virginia Woolf ellerinde kalemleri harıl harıl yazmaktadırlar.

Yirminci yüzyıl roman eleştirisinin gelişmesine büyük katkısı olan Roman Sanatı, Forster’ın 1927 yılında Cambridge Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyelerine yaptığı konuşmalardan oluşmuş. Forster burada  Wirginia Woolf’u ve Laurence Sterne’i hayal gücünün dizginlerini salıveren yazarlar olarak tanımlar. İkisi de tek bir nesneden dünyanın çeşitli hallerine ulaşabilen; dünyanın karmaşıklığını ve güzelliğini duyurabilen  yazarlardır.

Wirginia Woolf da Cambridge Üniversitesi 1928’de kadınlar için “girilmez” tabelalarını kaldırdığında öğrencilere hitap etmek üzere “kadın ve kurmaca” konulu bir konuşma hazırlamış. “Kendine Ait Bir Oda” bu konuşmalara dayalı bir kitap.

Woolf’un kadın öğrencilere seslenirken ilk söyledikleri kadınların ya da romanın doğasıyla ilgili şeyler değil. V. Woolf, bir kadın roman yazacaksa parası (yıllık beş yüz pound) ve kendine ait bir odası olmalıdır, diyor. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, bugün de, yaratma eylemi içinde olan kadının neye ihtiyaç duyduğunu düşünebiliriz biz de.

Yüzümüzü, güzel bir Ekim günü bir nehrin kıyısına oturup düşüncelere dalan V. Woolf’a çevirelim yeniden. Üniversitelerin kadınlara kapılarını açmadığı bir dönemde “düşünce oltasının ipini nehre sarkıtan “ bir kadın şimdi o. Yakaladığı ve orasını, burasını incelediği balığını zihnine yollamış, üniversitenin çimli bahçesinden içeri dalmış. Onu, yüzünden dehşet ve öfke okunan bir adam durduruyor.  Oxbridge’nin kitaplığında daha nazik bir “beyefendi” dikiliyor karşısına. Bir öğretim üyesinin eşliğinde değilse ya da bir tavsiye mektubu yoksa  “hanımefendilerin” içeri giremeyeceğini öğreniyor. Böylece kitaplığın kapıları, yazı ustalarının peşine düşmüş bir kadının yüzüne kapanmış oluyor.

Kitaplıkların nasıl kurulduğunu düşünüyor Woolf. Para kazanmaları olanaksız görünen kadınlara, bir gelir elde edebilmeleri halinde bile, bunu kendilerinde tutma hakkı vermeyen yasaları… Her şey erkeğin mülkiyetindeyken bir kitaplık kurması mümkün olmayan kadın, gelecekteki kadına bu mirası bırakamamıştı, elbette. Bir cins varlıklıyken diğeri yoksuldu. V. Woolf, bunun yazma üzerine etkisini sorguluyor. British Museum’un raflarında sorularına cevap arıyor. O da tıpkı E. M. Forster gibi, yazan kadınları ve erkekleri zamanın etkisinden kurtarıyor. Karşılaştırmaları aynı zeminde yapıyor. Sadece bir yıl içinde kadınlara dair yazılan kitapların çokluğu karşısında şaşırıyor. Her yaştan ve meslekten erkek, kadın hakkında söz söyleme yetkisini kendisinde görüyor anlaşılan.

Bugünden baktığımızda, onların sesini duydukça seslerinin bir değeri olabildiğini anlıyoruz. Çünkü birisi duyarsa yaşama dahil olur; duymazsa yaşamın dışında kalır söz.

Woolf, hayatın çetin koşullarıyla mücadele edebilmek için kendimize güvenin öneminden söz ediyor. Bu güvenin oluşabilmesi için de bir takım değerler üretmek gerekiyor kanımca. Oysa bunu oluşturmanın zahmetsiz bir yolu daha var. O da başkalarına göre doğuştan gelen bir üstünlüğümüzün olduğunu düşünmek. Hele karşı taraf bu üstünlüğü kabulleniyor ve hatta o ya da bu nedenden bu inancı destekliyorsa sihirli ayna devrededir ve mucizeler yaratacaktır.

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı… Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoleon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi… Ayna görüntüsü çok önemli, çünkü zindeliği besler, sinir sistemini harekete geçirir.

On dokuzuncu yüzyılda bile somut koşulların yazmanın önündeki engellerinin yanında dünyanın yazmaya karşı kayıtsızlığı da söz konusu. Hele kadınlar söz konusu olduğunda yazmanın ne işe yaradığı sorgulanmaya başlıyor. İffetli (!) olma zorunluluğu, yoksulluk, eğitim alamama ve zamansızlık devreye giriyor. Bütün bunlarla mücadele ederek yazma serüvenini sürdürenler kimi zaman erkek adlarının arkasına gizlenmek zorunda kalmışlar. Currer Bell (Charlotte Brontë), George Eliot (Mary Anne ya da Marian Evans)  , George Sand (Amandine Aurore Lucile Dupin) gibi…

Woolf kadınların yazdıklarını incelemeye başladığında yaratma eylemi için en uygun ruh halinin hangisi olduğunu düşünüyor. Yazma isteği içinde olan bir kadının bulunduğu konuma öfkeyle dolup taşması, karşılaşacağı sorunlar nedeniyle yazmaktan korkması hiç de şaşırtıcı olmamalı. Oysa akıl, umutsuzluk ve öfkeyle doluyken nasıl yazı yazılabilir? Tek bir cinsin konuştuğu edebiyat insanı anlatmaya yeter mi?

…Çünkü kafamızın arkasında, kendimizin asla göremeyeceği bir şilin büyüklüğünde bir nokta vardır. Kafanın arka tarafındaki bir şilin büyüklüğündeki o noktayı betimlemek için cinslerden birinin ötekini sorumluluktan kurtarması iyi bir iştir… Bir kadın bir şilin büyüklüğündeki o noktayı bize betimlemedikçe bir erkeğin eksiksiz bir portresi çizilemez.

Amatörce ruhun bir şemasını çizmeye giriştim, her birimizin içinde iki güç bulunacaktı, biri erkek, biri kadın; erkeğin beyninde erkek kadına egemen olacaktı, kadının beyninde de kadın erkeğe egemen olacaktı. Bu ikisi bir arada uyum içinde yaşarlarsa, ruhsal işbirliği yaparlarsa, normal ve rahat bir beden hali doğar.Bir kişi erkekse, beyninin kadın tarafı yine de etkilidir; bir kadın da içindeki erkekle ilişki içinde olmalıdır. Coleridge, büyük bir zihnin çift cinsiyetli olduğunu söylerken belki de bunu kastediyordu. Ancak böyle bir birleşme olursa zihin eksiksiz döllenmiş olur ve bütün yetilerini kullanır. Belki de katıksız erkek olan bir zihin yaratıcı olamaz, katıksız bir kadın olan zihin de, diye düşündüm.

V. Woolf bunları anlattıktan sonra cinsiyetin bilincinde olarak yazmanın rahatsız ediciliğinden ve yazarın yaratıcı enerji pınarının önünü tıkamasından, onu dar sınırlar içine almasından söz ediyor. Yazdıklarında cinsiyetlerini konuşturmayan Samuel Taylor Coleridge ve Shakespeare ile karşıt durumdaki yazarları karşılaştırıyor. Onların cümlelerinden birini zihnimize taşıdığımızda o cümlenin patladığını, değişik fikirler doğurduğunu ve ebedi hayatın sırrının ancak böyle bir yazıda olabileceğini söylüyor. Oysa cinsiyetleri kitaplarına sinen yazarların yazdıkları karşı cins için anlaşılmaz olacaktır.

Bu nedenle yazı yazan birisinin cinsiyetini unutmamasının çok tehlikeli olduğunu; mecazlarla konuşmak gerektiğini, bilinçli bir önyargıyla yazmanın zihnin tamamının gözler önüne serilmesine engel olduğunu anlatıyor. Tam bir özgürlük ve huzurla yazılanların kalıcılığından söz ediyor. Var olduklarını kanıtlamak için çırpınan öncüleri saygıyla anarak ama onların bir adım ötesine geçerek yazmaya davet ediyor kadınları.

Yaşamı pek çok haliyle  anlatabilmiş, beni duygudan duyguya sürükleyebilmiş  bir yazarın sözlerine kulak vermek istiyorum:

…inanıyorum ki, bir yüz yıl kadar daha yaşarsak -hakiki hayat olan ortak hayattan söz ediyorum, bireysel yaşadığımız ayrı ayrı küçük hayatlardan değil- ve her birimizin eline yılda beş yüz pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa; özgür olursak ve düşündüğümüzü aynen yazacak cesarete sahip olursak; ortak kullanılan oturma odasından biraz çıkabilirsek ve insanları hep birbirleriyle ilişkileri içinde değil, gerçekle ilişkileri içinde görürsek; ve gökyüzünü de ve ağaçları da ya da içinde ne varsa onu görürsek; Milton’un kötü ruhundan başımızı çevirebilirsek, çünkü hiçbir insan kapatmamalıdır manzaramızı; tutunabileceğimiz bir kol olmadığı gerçeğiyle , çünkü bu gerçek yüzleşebilirsek, yalnız başımıza yol aldığımızı, ilişkimizin sadece erkekler ve kadınların dünyasıyla değil, gerçeklerin dünyasıyla olduğunu bilirsek, işte o zaman fırsat doğacak ve Shakespeare’in kız kardeşi olan ölü şair kaç kez çıkarıp bıraktığı bedene bürünecektir.

  • Kendine Ait Bir Oda
  • Yazar: Virginia Woolf
  • Çeviri: İlknur Özdemir
  • Türü: Deneme
  • Baskı Yılı: Mart 2016
  • Sayfa Sayısı: 123 Sayfa
  • Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi
Nalan Arman
Vinkmag ad

Read Previous

Beyaz Balina’dan 8 Kitap

Read Next

Mitlerden doğan bir günlük

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *