Edebi olaydan ebedi olaya dönüşen Füruzan’ın ilk kitabı…
Aradığım kitabı bulamamaya başlayınca kütüphanemi düzenleme vaktinin geldiğini anlıyorum. İki üç yılda bir tekrarlanan bu ritüel keyifli bir rüya gibi başlar ama kitaplar ortaya dağ misali yığılıp, yerlerine bir türlü yerleşemeyince hafakanlar basan kâbusa dönüşür. Bu kâbus içindeki rüya duraklarım ise kıyıda köşede unutulmuş dostlarımla karşılaşmamdır. Yine böyle bir kâbus içindeyken, Füruzan’la karşılaşmam, beni kollarımdan tutup otuz yıl öncesine götürdü. Hoş gittiğim dönemin de kâbustan bir farkı yoktu ya…
Yıl 1980, mevsim sonbahar, ablam okula başlamış, ben Paşakapısı Cezaevi’nin arkasındaki evimizde oyunlar oynamakla meşgulüm. Cezaevinden yükselip bize kadar ulaşan marşları ezberleyip anneme okuduğum zaman aferin almak yerine bir daha asla söylememem için ciddi uyarılar alıyorum. Oyuncak tüfeğimle yoldan geçen askerlere ettiğim yalancı ateşlerin cezası ise çok daha sert oluyor. Annem korkuyor, babam korkuyor, komşular korkuyor, herkes korkuyor… Önlerindeki masaya suç aleti olarak kitaplar konulmuş gencecik insanlar televizyonda, gazetelerde terörist olarak gösteriliyor. Okumanın terörist bir eylem sayıldığından henüz haberim yok, zaten okumayı bilmediğimden hâlihazırda devlet için sorun da oluşturmuyorum. Ama kitapları sevdiğim için potansiyel bir tehlikeyim. Bir gün komşu teyze elinde bir dünya kitapla kapımızı çalıveriyor. Küçük Kara Balık, Küçük Prens, Püsküllü Deve, Marangozun Köpeği, daha niceleriyle Cem Çocuk Kitapları serisi karşımda duruyor. Oğlunun kütüphanesinin bomba yüklü olduğunu düşünen komşu teyze sanırım kendince temizliğe girişmiş, çocuk kitaplarını da bize getirmiş. Ama aralarına Füruzan’ın Parasız Yatılısı da karışmış. Adı Parasız Yatılı ve kapağında da önlüklü bir kız çocuğu olduğuna göre bu da çocuk kitabıdır diye düşünmüş olmalı…
Füruzan’la eski bir dostumla karşılaşmışım gibi kucaklaşıyorum. Kitabı hasretle göğsüme bastırıyorum. Arka kapakta Füruzan masum güzelliğiyle duruyor, ön kapaktaki resim nasıl da ona benziyor. Başı önde, masum, hüzün yüklü bir kız çocuğu. Kapağı hazırlayanlar onu düşünerek çizmiş olmalı. Elimdeki kitap Bilgi Yayınevi’nden çıkmış olan beşinci basım (Mart-1975) ve benimle yaşıt. İkimiz de otuz beşi devirmişken bakıyorum da, onun sayfaları biraz sararmış, kapağı aşınmışsa da içeriği hiç eskimemiş; hep o hüzün yüklü kız çocuğu gibi genç kalabilmiş. Bense, kabullenmek zor olsa da gençliğimi geride bıraktım. Memet Fuat’ın Parasız Yatılı’nın ardından Füruzan için söylediği, “Orhan Kemal’in kahramanı olan kızlardan biri yazmaya başladı,” tanımını duyduğum zaman, komşu teyzenin çocuk kitabı olduğu konusunda yanılmışsa da, kitabın sakıncalarını doğru tespit ettiğini anlıyorum. Orhan Kemal hep fakir fukarayı, işçileri anlattığı için hakkında dava açıldığı bilinen bir olaydır. Füruzan’ın Parasız Yatılı’daki kahramanları da zengin akrabaların yanına sığınmış insanlar, fakir düşmüş asilzadeler, el kapılarından medet uman hizmetçiler, beslemeler, çocuklarıyla hayatta kalmaya çalışan anneler, büyük şehirde tutunmaya çalışan insanlar, kimsenin istemediği çocuklar yani hep o ‘fakir fukaradır’. Devletçe sakıncalı görülüp, masalarda suç aleti olarak teşhir edilen kitapların arasında, belki de hayatın kıyısına itelenmiş insanların hikâyelerinin anlatıldığı Parasız Yatılı da olmuştur, diye düşünerek kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyorum…
Füruzan’ın ilk kitabı olan Parasız Yatılı 1971 yılında yayınlanmış ve 1972 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı on bir kişilik seçici kurulun on buçuğunun oyunu alarak ‘oybirliği’ ile kazanmıştır. O ‘buçuk’ oyu Behçet Necatigil vermiş ancak daha sonra Füruzan’ın verimi karşısında o da oyunu tamamlamıştır. Füruzan’ın olduğu kadar öykücülüğümüzün de en önemli eserlerinden biri olan Parasız Yatılı’yı, Ülkü Tamer ‘çağdaş bir klasik’, Memet Fuat ise “edebiyatımızda bir olay” olarak nitelendirmiştir. Bu ‘edebi olay’ iki ayrı bölümden oluşmaktadır. Baştaki üç öykü 1967-68 yılları arasında yazılmış olup, kitaptaki diğer öykülerden farklı anlatım tarzlarıyla ayrılmaktadır. Füruzan uzun edebi yürüyüşüne ise, şiirsel tatlar taşıyan bu ilk öykülerindeki değil, kitaba sinmiş olan diğer öykülerindeki anlatım tarzıyla devam etmiştir. Acıları sömürmeden burada da yoksulluk, yetimlik halleri anlatılmıştır. Sabah Eskimişliği’ndeki, “En çok üşüyen yerim ıslak ayaklarımdı; uyuştuğu zaman mangala yaklaşma derlerdi. Yavaş yavaş kanım çözülürdü sıcakta; sonraları bunun yarı donmak olduğunu öğrendim.” Özgürlük Atları’ndaki, “Hayvanları niye severiz? … inekler süt verir, koyunlar et verir, kapımızı bekler köpekler, ya kediler; kedileri sevmek gerekmez insanlar kapanı icat ettiler…” ve benzeri cümlelerle Füruzan, ağlamadan, bağırmadan, çağırmadan, gözüme sokmadan, sakin bir iç sesle konuşmuştur. Münip Bey’in Günlüğü ise kitaptaki tüm öykülerden gerek anlatım gerekse de konu itibariyle farklı bir yerde duran öyküdür. Günlük şeklinde yazılmış olup, fasit daire içindeki sıkıcılığı ve nafileliği anlatır.
“Birinci öğretmenim annemdi, ikinci öğretmenim kentimdir…” diyen Füruzan, öykülerinde genellikle İstanbul’u mekân olarak kullanmıştır. İstanbul’da geçmeyen öykülerinde bile İstanbullu kahramanlar, gittikleri taşra şehirlerinde değil, hayallerindeki İstanbul’da yaşamaya devam ediyor gibidir. İkinci bölümün açılış öyküsü olan Taşralı’da da okumak için nobran teyzesinin yanına İstanbul’a gelen genç bir kız anlatılıyor. Öyküde iç ses dış ses anlatımın yanı sıra, kızın annesinin sesi de duyuluyor. Öykü, “Sonra da ağlayacağım,” diye bitse de, bir yandan da geleceğe dönük umutlarımızı canlı tutuyor. Taşralı’yla benzer bir anlatım tekniğinin kullanıldığı Piyano Çalabilmek de İstanbul’da geçiyor. Osmanlı paşazadelerinden bir ailenin kalan son ferdinin kaybettiği zenginliklerin yerine eskinin hayallerini koyma çabası ve boş hatıralarının kızının bile karnını doyurmaması anlatılıyor.
Hülya Soyşekerci, Füruzan’ın öykülerindeki merak unsuruna dikkat çekerek, “Öykülerinde merak unsurunu derece derece artırarak kullanan Füruzan, olay, durum ya da olguyu doğrudan, düz bir aktarımla sunmaz. Okurun da öykü metnine dâhil olmasını, yaratıcı biçimde ipuçlarını takip etmesini bekler,” demektedir. 1970 yılının Nisan ayında yazılmış olan Nehir ve Su Ustası Miraç öyküleri de birbirinin devamı olarak okunabilecek öyküler olup, merak unsuru ustaca kullanılmıştır. Nehir’de yaşlı toprak ağasının yanına hizmetçi olarak giren küçük kızın, Su Ustası Miraç’ta hanım ağa olduğunu görürüz. Nehir’de ucu açık kalan parantezleri Su Ustası Miraç’ta kapatırız. Yusuf Ağa’nın, İstanbullu hanımı öldükten sonra küçük kızla evlendiğini, ardında dört erkek çocuk bırakarak öldüğünü, karnı doyan hizmetçinin hanım ağa olduğu halde gözünün doymadığını görürüz. Ama Su Ustası Miraç da ardında başka sorular bırakarak sona erer. Zaten kitabın son öyküsü olan Haraç dışında öykülerin tamamı ucu açık olarak nihayetlenir. Füruzan adeta okurlarına, öykü bitse de hayat devam ediyor der gibidir.
“Ayrıntılar: Füruzan öykücülüğünün ayırt edici yanı. Ayrıntılar öyküde niçin önemlidir? Öykü, hayatın ayrıntılarını anlamlandırıp varlık nedenini ayrıntılara borçlu olduğu için. Füruzan ayrıntıları çok titiz gözlemlerle bulup çıkarır ve o ayrıntıların çokluğu ve yerindeliği okura yazınsal bir metni okuma sırasında kolay bulunamayacak bir tamlık duygusu verir. İlk kitap Parasız Yatılı’da ayrıntılarla incelikli, okuru kendi imgeleminde öyküyü sürdürmesine neden olacak bir dil kurmuştur,” der Semih Gümüş, Parasız Yatılı’nın otuz beşinci yaşını kutlarken. Füruzan’ın, İskele Parkları’nda, “Belki iskeleye gelenler her gün aynı değildi. Ama, mutlu dalgınlıklarıyle, öylesine aynılaşmışlardı ki, onları sadece hava kararınca döndükleri yerlerinde ayırt edebilirlerdi,” demesi gibi biz de onun öykülerini ayrıntılarla bezemesi sayesinde ayırt edebiliriz. İskele Parkları’nda, ölen kocasının ardından kızıyla baş başa kalan kadının yoksulluğudur anlatılan ama çocuğun zengin sandığı sucu da girer öyküye, kızıyla damadı cumartesileri sevişebilsin diye torununu parka getiren yaşlı kadın da. Kocasının makineye kaptırdığı kol da anlatılır, ablasının yasak savar gibi kapı aralığında eline sıkıştırdığı on lira da. İskele Parkları’nda park anlatılırken, sanki Yaz Geldi’de o parkın önündeki iskele anlatılır. “İskelenin karşısındaki büyük kapının bahçe duvarına oturmuş olan kız çocuğu bu uslu öğle yolcularını ilgiyle izliyordu. Bir iki işsiz kayıkçı onu görmeye alışıktılar oraların bakımsızlığına, kirliliğine uygundu kızın varlığı. Tek uygun olmayan çevresine olan iyilik dolu ilgisiydi. Ölmek üzere olan kedi yavruları gelip duvarın dibinde bitmez uykularını uyurlardı.” Biz halasının ‘bir namus derdine hayatını rezil etme’ dediği annesiz babasız kızla, aşığıyla kaçan kadının -geyikli kadife duvar halısını yanına aldığı halde- geride bıraktığı oğlunun hikâyesini okurken gene ayrıntılarla karşılaşırız. Kara çarşaflar içindeki -ucuz ıvır zıvır almaya gelmiş- evin dışına çıkma tedirginliği yaşayan kadınlar, yaşamayı beceremeyen kedi yavruları, bayram yerinin kalabalığı, çadır tiyatrosu ve tiyatroyu izlemekten ziyade et görmeye gelen erkek yığını, bu ayrıntıların sadece bir kısmıdır.
Sennur Sezer, “Füruzan’ın tüm yazdıkları göz önüne alındığında, onun ana kahramanının “gurbet” duygusu olduğu söylenebilir. Yadırgama ve özlem duygusu da denilebilecek bu gurbetçi duygusu çoğunlukla göçlerden kaynaklanır. Onun kahramanlarının hemen hepsi bulundukları yer, zaman ve sınıftan tedirgindirler. Çünkü çevre, bir biçimde onları dışlamaktadır,” der. Gerçekten de Parasız Yatılı’da gurbet kokan pek çok öykü vardır ama Edirne’nin Köprüleri’nde bu koku insanın burnunun direğini sızlatacak denli yoğundur. “Nerde taşı toprağı derler İstanbul’un altınmış diye. Zaten taştan olmaz altın. Toprak da burda yok,” diyerek, geldiği ‘gül kokulu memleketini’ özleyen Hala Adile, tek tutkusu memleketinin törelerini ayakta tutmak olan böylece geldikleri yere bağlılıklarını kanıtlamaya çalışan fedakâr yenge Naciye, mahallenin üstü başı en temiz çocukları oldukları halde ‘pis göçmenler’ denilerek aşağılanan Sabahat ve aynı yaşlardaki –ölmüş amcasının kızı olan– anlatıcı, geldiği topraklarda hayvan beslerken İstanbul’da mezbahada çalışmak zorunda kalan, hayvanların kanını akıttıkça sessizleşen içine kapanan amca Hasan’ın yoğun biçimde yaşadıkları gurbetin dışlayıcı sisi, bayramda hemşerilerinin ziyarete gelmesiyle dağılır.
Gene Sennur Sezer’den bir alıntıyla devam ederek, Haraç öyküsünün kahramanlarını ete kemiğe büründürebiliriz. “Denilebilir ki, Füruzan, yoksul İstanbul halkının öykülerini, kimi benzer tipler ve olaylarla birleştirerek bir mozaik oluşturur. Bu mozaiğin kenar çizgilerinde evlatlıklar, soylu ya da atlamış yaşlı kadınlar durur. Yoksul erkek çocuklar belirsiz gelecekleri ile mozaiği tamamlarlar. Öykülerin en az görünen renkleri, yoksul ya da varsıl, erkeklerdir. Ölerek, bir gece bir genç kızın koynuna girerek, eşlerini aldatarak, onları hor görerek öykülerde kimi etkinliklerde bulunurlarsa da, varlıkları yalnızca öykülere gerektiği için gibidir.” Oldukça uzun bir öykü olan Haraç’ta Sennur Sezer’in tespit ettiği mozaiğin tüm parçaları yer alır. Öykünün merkezinde besleme Servet durur. Babası tarafından bir konağın kapısına bırakılıp kaçılan, çirkinliği Dizdar Hanım, Gülendam Kalfa tarafından yüzüne vurulan, hizmetçi Şemsitap’ın arabacıyla kaçmasından sonra evin bütün işini bitirdikten sonra Rusuhi Bey’in cinsel açlığını da bastıran, kendinden yirmi – yirmi beş yaş büyük dava vekili Fatin Bey’le evlendirilen, kadınlık yaptığı çocuk verdiği kocası tarafından dahi sürekli olarak hor görülen Servet durur. İstanbul’da yaşayıp İstanbul’u bilemeden, konakta yaşayıp tahta ovmaktan fazlasını göremeden, çiçekleri tanımadan, başkalarının çeyiziyle evlendirilen Servet, ölürken bile, “Hep keder mi? Hep keder mi…” diye sormaktadır.
“Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” Bu, kitaba adını veren öykünün, belki de kitabın en vurucu cümlesidir. Füruzan’ın öykü dünyasını anlatmaya sadece bu söz diziminin bile yeterli olabileceğini sanıyorum. Ölen bir babanın ardından ayakta kalmaya çalışan anne kızın öyküsü anlatılır Parasız Yatılı’da. Konu da kahramanlar da kitabın genel havasına uygundur ama diğerlerinden daha umutlu bitmektedir. Yağan yağmura inat gelecek güneşli günlerin düşüncesiyle gülümsemektedir kahramanları…
Kitabı kapattıktan sonra hemen sevdiğim sözleri yazdığım defterimi alıp, “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler,” cümlesini yazıyorum. Kitabı göğsüme bastırıp, düşünüyorum. Geçen kırk beş yıla rağmen, hâlâ nasıl olup da bu kadar genç kalabildiğini düşünüyorum. Benzer kahramanları, benzer yerleri, benzer olayları anlattığı halde nasıl olup da her öykünün bunca farklı olabildiğini düşünüyorum. İşte o zaman, Füruzan’ın öykülerinin yaşadığının, soluk alıp verdiğinin farkına varıyorum. Parka oturan anne kız, kedileri besleyen çocuk, bir köşede sessizce ölüveren yaşlı kadın, gurbeti içinde büyüten adam… Sokağa çıktığım zaman hepsine bir yerlerde rastladığımı hatırlıyorum. Füruzan, etrafımızda yaşadıkları halde, görmediğimiz, -aslında görmek istemediğimiz,- küçük insanların hayatlarını, onlara uygun biçimde büyük büyük laflar etmeden, ustalıkla bezediği ayrıntılarla hissettirerek anlatıyor. Küçük insanların da ne denli büyük hayatlar yaşadıklarını görüp, kahramanlığın bazen bir türküyü söyleyebilmek, bazen bir sınavı kazanabilmek bazen de sadece yaşamak olduğunu anlıyorum. Önce parka gidip, o anne kıza simit alacağım. Sanırım, “sonra da ağlayacağım.”
* Bu yazı Deliler Teknesi’nin Mart 2011 sayısında yer almıştır. Tüyap Kitap Fuarı vesilesiyle Füruzan’ı ve Parasız Yatılı’yı bir kez daha anmak istedim.
- KÜÇÜK ANATOLA’YI KURTARMAK - 2 Aralık 2019
- Hişt! Hişt! Hayal Kursana Dostum - 25 Mart 2019
- Jules’ün Bağladıkları - 17 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI