Konstantiniyye Oteli: Aslında binlerce yıllık koskoca bir şehir…

 

Livaneli, Konstantiniyye Oteli’nde farklı, insanı bir yerinden tutan, tanıdık gelen, akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor.

Müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen kişiliğiyle tanıdığımız Zülfü Livaneli; 1996 yılında UNESCO tarafından iyi niyet elçiliği görevi verilen, dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulunan, 19 Mayıs 1997 tarihinde Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılımıyla Türkiye’nin en büyük konserini gerçekleştirme unvanını kazanan, 30 film müziği ve Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi sanatçılarında yorumladığı 300’e yakın beste yapmış sanat adamıdır. Kitapları 34 dile çevrilmiş, şarkıları 22 dilde söylenmiş. Böyle çok yönlü insanlar için genelde “herkes kendi işini yapmalı, tek bir işte ustalaşmalı” önyargısı fazladır. kitapeki.com editörü Zafer Köse’nin Livaneli ile yaptığı söyleşide bu konuyla ilgili olarak: “anıldığım sıfatlardan sadece gazeteci ve politikacı denmesine” itiraz ediyor. Bir diğer makalesinde de “Bir ses sanatçısı değilim ben. Kendi bestelerimi, bir de müthiş geleneğimizden seçtiğim bazı deyişleri seslendiriyorum. Ne yazık ki Türkiye’de besteci ve yorumcu ayrımı pek fazla yapılmaz. Bir bestenin kalitesi nasıl anlaşılır? Yaygınlık bu işteki tek ölçü müdür? Elbette hayır! Bir bestenin en büyük sınavı zamandır. Eğer beste yıllara dayanabiliyor, bestelendikten 20–30 yıl sonra hala söyleniyor, hele kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa sınavı geçmiş demektir.” demiş. Ayrıca özellikle Türkiye gibi duyarlılığın fazla olması gereken ülkelerde “ben sanatımla meşgulüm başka bir platformda düşünmüyorum fikir beyan etmiyorum deme lüksünüz yok.” der. Yoruma açık bir konu… Tabii günümüzde bu yola çıkanların, Leonardo Da Vinci gibi yaşadığı dönemin önemli düşünürü, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanikçi, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamı olması zor. Livaneli kendini nerede, hangi işte başarılı buluyor bilemem ama ben altı kitabını okumuş biri olarak daha çok yazar yönüyle tanıyorum. Buna karşılık Livaneli’nin müzisyen kimliğinde de her bir parçası yaşanmışlık içerdiğinden can acıtıyor. Nâzım’ın sürgündeyken memleket hasretiyle nasıl yanıp kavrulduğunu, acısını, yalnızlığını, sevdasını dile getirdiği şiiri “Karlı kayın ormanı”, “saçın yüzüne perde, yüreğim düştü derde, ayaküstü duramam, seni gördüğüm yerde” sözlerini içeren Giresun’da duyduğu bir ağıttan esinlenerek seslendirdiği en güzel aşk şarkılarından biri “Nefesim Nefesine. Sonra ne zaman dinlesem gözlerim dolan “Yiğidim Aslanım Burada Yatıyor” var mesela. Livaneli; 1983’te Paris’te Uğur Mumcu’yla bir araya gelir ve bir gün, Uğur Mumcu için söyleneceğini bilmeden, şarkının son halini ilk kez beraber dinlerler. Dinledikten sonra Uğur Mumcu “bu yalnız Nâzım’a değil, bütün şehitlerimize ağıt olmuş… Bütün demokrasi şehitlerine…” demiş. “Ey Özgürlük” “Güneş Topla Benim İçin” ve daha niceleri… Livaneli kitap, müzik ya da fikir bazında insanlığa katkısı olan insanlardan…

Livaneli her kitabında farklı, insanı bir yerinden tutan, tanıdık gelen, akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Şahsen okuduğum tüm kitaplarında kalbime ya da aklıma dokunan bir yeri var. Mesela tarihle harmanlanmış Konstantiniyye Oteli yazarın okuduğum yedinci kitabı. Livaneli, hüzün veren, masum, tutkulu bir aşk hikâyesiyle Serenad adlı romanında gece ve keman eşliğinde Richard Wagner’in yazdığı Serenad Für Nadia‘yı dinlemek… Töreye kurban hayatları anlatan Mutluluk kitabında insanlığa dair bir umut vadeden İrfan’ın annesinin söylediği “insanlar bir araya geldiklerinde birbirinin zehrini alırlar” sözü, farklı kültürdeki insanları ortak bir kaderde birleştiren Leyla’nın Evi kitabında “Leyla’nın evi Leyla’ya” diyerek o göz yaşartan final sözü, Son Ada kitabındaki martıların zekâsı ve cesareti… Aslında orada bir anne pelikanların yavrularına yiyecek bulamayıp aç kalmamaları için kendi etinden parçalar koparıp doyurduğu hikâyesi vardı ama araştırdığımda bunun gerçekliğine dair bilgi bulamadım ki, öyle bir şeyin olma ihtimali bile can acıtıcı… Orta Zekâlılar Cenneti kitabından da taklit ülke oluşumuzu anlatan ‘Deryadan Habersiz Mahiler’ yazısı ve orta zekâlıların tanımı yerinde yapılmış, merak uyandıran polisiye hikâyesiyle Kardeşimin Hikâyesi romanında “öyle bir yer var mı gerçekten” dediğim Athos Dağı’nın yani Ayranoz’un hikâyesini anlatayım size. 15. yüzyılda bugünkü 20 manastırın 19’u tamamlandı. Daha sonra yapılan eklerle manastırlar genişledi. ”Dinsel amaç ya da bilimsel araştırma isteğiyle yalnız erkekler Aynaroz’a gidebilir” gerekçesiyle 1045’te çıkarılan bir fermanla kadınların Aynaroz’a girmeleri yasaklandı. Bugün hâlâ burada 1.500 keşiş; sade ve dünyadan uzak bir yaşam sürerler, ekim yaparlar ve bazı el sanatlarıyla uğraşırlar. Yani dünyada kadınların olmadığı bir yer sizce de kulağa hoş gelmiyor mu? Ayrıca yine Kardeşimin Hikâyesi romanında kitabın kapağına değinmek istiyorum. Çünkü kitap kapağındaki fotoğrafın hikâyesi, kitabın hikâyesiyle birebir uyumlu. Okuyanlar bilir Kardeşimin Hikâyesi engellenmiş bir aşk hikâyesi. Fotoğraf ise gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden René Magritte ait. İşte bu ressamın hikâyesi, kapak resmindeki çiftin yüzlerinin neden kapalı olduğunu anlatıyor. Hikâye şöyle: Evlerinin kenarında ırmak geçen bir kasabada yaşayan 5-6 yaşlarında bir çocuk gece gürültülere uyanıyor. İnsanlar ellerinde meşalelerle ırmağa doğru koşuyorlar. Vardıklarında çocuğun gördüğü manzara ırmağa atlayarak intihar ettiğinde geceliği yüzünü kapatmış bir kadın. Kadını çıkarıyorlar yüzünü açıyorlar kadın çocuğun annesi. İşte bu görüntü yıllarca çocuğun belleğinden gitmiyor. Ressam oluyor ve resimlerinde bir dönem hep insan portreleri çiziyor. Ama hep yüzleri kapalı. İşte o resimlerden biri Kardeşimin Hikâyesi kitabının kapak resmi. İşte tüm bu bilgiler yüzünden yazıları edebi nitelik açısından tatmin edici olmasa da itiraf etmeliyim bir şeyler öğrendim ve derslerle ilgili yoğun zamanlarımı değerlendirdim anlamında beni tatmin etmeye yetiyor.

Livaneli, Konstantiniyye Oteli kitabında neden İstanbul Oteli değil de Konstantiniyye ismini kullandığını şöyle açıklıyor: “Bilindiği gibi Konstantiniyye Roma ismi ve Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde ismini Fatih, Mehmet vs. gibi herhangi bir isim koyabilirdi. Hatta Kilisleri camiye çevirdiğinde de isimlerini değiştirebilirdi. Değiştirmedi. Mesela kutsal bilgelik anlamına gelen Ayasofya gibi. Şehirlerin bir ruhu var ve bu ruhu rejimler de değiştiremiyor. Bende değiştirmedim, çünkü Konstantiniyye diyerek aslında ne kadar kültürel zenginliğe sahip bir tarihi olduğuna göndermeler yapmak, bu ruhu ben de yaşatmak istedim. Diğer bir sebepte; Hz. Muhammed’in ‘Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne kutlu ordudur’ hadisi. Peygamber’in hadisinde bir harfi değiştirmek günah; o Konstantiniyye diyor. O öyle diyorsa biz nasıl onu değiştirebiliriz? Ve Napolyon’un bir sözü. Diyor ki, ‘Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniyye olurdu.’ Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde bağladım.”

Livaneli, romanı üç yılda yazmış. Okumayanlar için olay örgüsüne fazla değinmeyeceğim ama zaten olay örgüsü yok, daha çok öykü tarzında bir kitap. Kırktan fazla karakteri İstanbul üzerinden Osmanlıdan başlayarak yakın tarihte şahit olduğumuz 1960 darbesi, 1980 darbesi, Uludere-Sivas-Maraş katliamlarını, gezi direnişi, töre cinayeti, rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük ve daha birçok konu, kavram ve olayları geçmişten günümüze anlatmak için büyük bir otelde bir araya getirme fikrini sevdim. Tarih tekerrürden ibarettir vurgusuyla işlenen kitapta karakterler üzerinden insan profilleri irdelenmiş. Kısa öykülerde değişik hayatlar anlatılmış ve birer son yazılmış, bunlardan bazıları çok etkileyici. Kitapta ironi olarak en çok etkilendiğim, daha doğrusu gülümsememe neden olay anlatı; müslüman bir ülkede, işlettiği 37 genelev sayısıyla 6 kez vergi rekortmeni olmasıydı. Bu biraz gerçeği yansıtmıyor çünkü gayrimenkullerde gelir beyanına esastır ama gayrimenkulleri alacak para nereden sağlandı derseniz işte orası tam bir ironi. Her neyse benim bu kitapta hafızamdan silinmeyecek bilgi 1800’lü yıllarda İstanbul’un bir parçası olarak benimsenen sokak köpekleri modernleşme çabasıyla birlikte, sorun olarak görülmeye başlar. Talat Paşa’nın Dâhiliye Nazırı, Suphi Bey, İstanbul’u sokak köpeklerinden temizlemek amacıyla 80 bin köpeği tek bir dal bulunmayan kaya parçası Hayırsızada’ya sürgüne gönderir ve onları önce açlıktan birbirini yemeye, sonra da çığlık sesleri içinde ölüme terk eder. Bu olay için Ermeni soykırımı tatbikatı deniliyor. Bu satırlar aklıma düşünce, bomba ve füzeyi birleştirip ortaya eşsiz bir silah çıkardığını düşünen ve Suriye’yi Rusya’nın askeri tatbikat alanı olarak gören Putin’i getirdi. Kitabın giriş kısmı, kişiler hayal ürünüdür gibi bir cümleyle başlasa da karakterleri irdelediğinizde günümüzde cemiyet, siyaset, iş ve medya dünyasından tanıdık isimler bulacaksınız. Ben hikâye anlatımında geçen karakterleri Cem Uzan, İlber Ortaylı ve Yılmaz Özdil’le bağdaştırdım.

Livaneli’nin siyasete girmesini her daim gereksiz olarak değerlendiriyorum. Kendisi, bu kitabında da görüşümü tasdiklercesine hatalar yapmış. Siyasette yaşadığı hezimeti iktidara mesaj verme kaygısıyla hikâyelerinde objektif yaklaşımdan uzak tutmuş. Birçok örneği mevcuttur ama şuraya takıldım: Entelektüel birikimi bu denli fazla olan birinin “Osmanlı padişahlarından neden hiç kimse hacca gitmemiştir?” sorusu tezime çanak tutacak niteliktedir.

Gelelim negatif olarak addettiğim ikinci hususa. Zülfü Livaneli’yi hep bir şeyler anlatma heyecanı ve telaşı içinde Sunay Akın’a benzetirim. Kitaplarında da bunu fazlasıyla göstermek ister. Burada da özel bir yemek yapmak isterken tüm baharatları yemeğe boca etmiş bir aşçı telaşında görüyorum kendisini. Aslında 700 sayfa olan kitabı 476 sayfaya indirmiş ama yine de bu onun hikâyenin uzamasından hata yapmasına engel olamamış. Karakterler üzerinden bir yerde keskin ifadeler kullanırken, diğer yanda aynı tutum esnemeye uğruyor dolayısıyla tutarsızlık baş gösteriyor. Bkz. Zehra artık hiçbir şeye şaşırmıyordu/Zehra olayı şaşkınlıkla karşıladı. Bu bağlamda Livaneli’yi eleştirirken yayınevini es geçmek olmaz. Doğan Kitap’tan basılan roman, kâğıt baskısı yüzünden korsan kitabı andırmakla beraber etiket fiyatını hak etmiyor. Editoryal hatalar oldukça fazla. Karakterlerden birinin ismi Serhat’ken diğer sayfada Serdar olmuş mesela, ya da sabah namazının 5 vakit oluşu… Sanırım editör-yazar ilişkisi zayıf. Ya da Doğan Kitap “nasıl olsa Zülfü Livaneli ne yazsa her türlü okunur” demişler iyi hoş da bu yayınevi etiğine uymayıp okura saygı ilkesiyle bağdaşmıyor.

Kitaptan altını çizdiğim çok nokta var ama cümle değil fikir niteliği taşıdığından her biri ayrı bir irdeleme konusu o yüzden burada belirtmeyeceğim. Her zaman kitap tanıtımlarını uzun yaptığımı ve okumaya üşendikleri gerekçesini önüme süren arkadaşlara bu sefer bende katılıyorum. Evet, biraz uzun oldu. Takdir edersiniz ki, Zülfü Livaneli’nin 7 kitabını okumuş biri olarak Zülfü Livaneli gibi birini iki satırda anlatamazdım.

  • Konstantiniyye Oteli
  • Yazar: Zülfü Livaneli
  • Türü: Roman
  • Basım Tarihi: 2015
  • Sayfa Sayısı: 480 Sayfa
  • Yayınevi: Doğan Kitap
Gül Ulucan Ekmen
Latest posts by Gül Ulucan Ekmen (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Çağımızın Huzurunda Schopenhauer

Read Next

Yarım Kalan Şarkı; Victor Jara

One Comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *