Konuşulmayan ne varsa bu romanda…

İlk romanı Konuşulmayan’da doğaüstü bir kurgu içinde geleneklerin insanlar üzerindeki baskısını irdeleyen Demokan Atasoy, “Hikâyemi anlatırken, konuşulamayan ne varsa satır aralarına ekledim” diyor.

Demokan Atasoy, korku edebiyatı meraklılarının yakından tanıdığı bir yazar. Gerek üç kitaptan oluşan Anadolu Korku Öyküleri serisindeki, gerekse Aşkın Karanlık Yüzüve Karanlık Yılbaşı Öyküleri adlı antolojilerdeki öyküleriyle okurların hafızasında yer edinen Demokan Atasoy’un ilk romanı Konuşulmayan, Oğlak Yayınları’nın Maceraperest Kitaplar serisinden çıktı.

Işın Beril Tetik ve Galip Dursun’la birlikte hazırlayıp sunduğu podcast programı Gerisi Hikâyeve sinema dergisi Rabarba’daki yazılarıyla Türkiye’de korku edebiyatı ve sineması hakkında doğru bilgilerin yaygınlaşması için uğraşan Demokan Atasoy’un ilk romanı, ondan beklenenin aksine korku türünde değil. Yazar, uzun süre emek verdiği kitabında doğaüstü bir aşk öyküsü anlatırken Türk toplumunun kemikleşmiş sorunlarına da ayna tutuyor.

“Ben Konuşulmayan’ı doğaüstü unsurların kullanıldığı, nostaljik bir Türkiye masalı olarak görüyorum ve onu yazarken insanların neleri konuşmadığını anlatmak istedim” diyen yazarla kitabı ve edebiyat hakkında sohbet ettik.

Okuyucular seni korku öykülerinden tanıyorlar, ancak Konuşulmayan doğaüstü bir aşk öyküsü. Neden bu kez korku değil?

Hiçbir öyküme belirli bir türde yazayım düşüncesiyle başlamıyorum. Bu kitaba da roman olacağını bile bilmeden başlamıştım.  Karakterler oluşmaya başladığında onlar vasıtasıyla dert edindiğim pek çok konunun altını çizebileceğimi fark ettim. Onların arasındaki ilişkinin Türkiye’yle, toplumla ve bu ülkenin kültürüyle ilgili söylemek istediklerimi ifade etmemi sağlayacak yanları vardı. Öncelikle bir aşk öyküsü olmasını istedim. Çünkü kolay okunması ve insanların daha rahat kitabın içine girmesi açısından bu bir avantajdı. Türk toplumunun gelenekçi yapısının ve aile kurumunun -en azından görüntüde- her şeyin üstünde tutulmasının üzerine gitmeyi amaçladım. Tabii bu arada korkucu yanım da susmuyordu. Kısa zamanda bunun alışılageldik bir aşk öyküsü olamayacağı çıktı ortaya. Ancak romanın doğaüstü olması için yola çıkmadım, karakterler beni o noktaya getirdi.

Biraz evvel romanında Türk toplumuna dair dert edindiğin pek çok konuyu işlediğini söyledin. Dert edindiklerin nelerdi?

Geleneklerin insanlar üzerinde kurduğu baskı öncelikli dertlerimden biri. Ben Konuşulmayan’ı doğaüstü unsurların kullanıldığı nostaljik bir Türkiye masalı olarak görüyorum ve onu yazarken insanların neleri konuşmadığını anlatmak istedim. O yüzden adı Konuşulmayan. Hikâyemi anlatırken, konuşulamayan ne varsa satır aralarına ekledim. Aklımdaki tüm konuşulmayanları romana sığdırdım, ama açıkça değil. Alttan alta ilerliyor onlar. Türkiye pek çok konuşulmayanın olduğu bir ülke. Gelenekler ve aile baskısı toplumun hemen hemen her kesimi için geçerli. Cinsellik de bu baskıdan nasibini alıyor. Flört dönemi, sevişmeden hemen geçip evlilikle sonuçlanması, hatta mümkünse olmaması gereken bir dönemdir Türkiye’de. Evlenmeden normal sayılamayacağın bir ülkede yaşıyoruz. Romanı yazarken temel dertlerim bunlardı.

Konuşulmayan’ı “doğaüstü bir Türkiye masalı” olarak tanımladın. Aslında romanında çok bilinen bazı masalların etkileri de görülüyor. Ölü Hande’nin Dalınç’la olan ilişkisi Uyuyan Güzel’i, şişman bir çocukken birdenbire güzelleşmesi ise Çirkin Ördek Yavrusu’nu anımsatıyor. Yazarken bu masalları düşünmüş müydün?

Evet, bunların hepsini uzun uzun düşündüm. Eğer doğaüstü unsurlar kullanacaksanız masallardan daha iyi bir kaynak bulamazsınız. Onları öykünün içine yerleştirmeye çalıştım. Okuyucu için tanıdık olması amacıyla da herkesin bildiği masallardan beslendim. Aslında o masallar antik hikmet hikâyeleri, fakat zaman içinde değiştiler. Eskiden sert ve korkutucuyken zamanla çocuklara anlatılan tatlı öykülere dönüştüler. Ormanda uyuyan yalnız bir kızı eğilip öpmek normal karşılanacak bir şey değil. Bu masalların altında çok karanlık öyküler var. Uyuyan bir kadını öpüyorsun. Kadına kimse bir şey sormuyor.

Başkahramanların Hande ile Dalınç’ı senden dinleyelim. Bunlar nasıl insanlar?

Hande ve Dalınç, başlarına gelen doğaüstü olay ve müthiş tesadüf olmasa asla bir araya gelemeyecek iki farklı tür insan. Dalınç, baskıcı annesinin sözünü hep dinlemiş ve onun kanatları altından çıkamamış. Hande ise onu ev hanımı olarak yetiştirmek isteyen annesine boyun eğmemiş ve kapıyı vurup çıkmış. Sonrasında da onu felakete sürükleyecek bir hayatı yaşamak zorunda kalmış. Uyuşturucuya, sahte yüzlerin olduğu karanlık bir dünyaya dalmış.

Dalınç’ın ona ne yapacağını söyleyen, kafasında yankılanan iç sesleri var. Bu iç sesler neyi ifade ediyor?

O sesler konuşulmayanı ona söyleyen sesler. Sosyal yapının, çevrenin sesleri. “Biz böyle yaşanması gerektiğine inanıyoruz” diyenlerin sesleri. Onları büyük bir metaforun parçaları olarak düşünüyorum. Dalınç akıllı ve eğitimli bir adam olmakla birlikte, anne ve toplum baskısı altında ezilmiş. Nasıl davranması gerektiğini biliyor, fakat cesur olmadığı için doğrularını hayata geçiremiyor. Bu yüzden o sesleri duymaya başlıyor. O sesler onu bir taraflara çekme gayreti içinde. Aklıyla doğru yolu görse de oraya gidemiyor.  İnsan aklı, hareketlerinin ardındaki “Bunu neden yapıyorum?” sorusunun cevabını bulmak ister. Dalınç’ın bulduğu cevap ise: “Seslerim var benim” oluyor.

Konuşulmayan, büyük bölümü 1980’li yıllarda geçen bir dönem romanı. Neden başka bir dönemi değil de 80’li yılları seçtin?

Olayın 80’lerde geçmesinin temel sebebi ergenliğime ve ilk gençliğime tekabül eden, iyi bildiğim bir dönem olması. Dalınç’ın 40’lı yıllarda doğması nedeniyle 50’li, 60’lı ve 70’li yıllar da romanda yer aldı.  Her dönem farklı bir yanıyla romana girdi ki bugün yaşadığımız Türkiye’nin nerede ve hangi koşullarda oluştuğunu görelim. Nasıl Dalınç’ın ve Hande’nin travmalarını biliyorsak Türkiye’nin travmalarını da bilelim istedim. Çünkü insanları ve toplumları biçimlendiren travmalardır. Rahat, huzur içinde yaşayan bir insandan anlatacak çok iş çıkmaz. Bence öyle bir insan üretemez de. Ben bu romanı, işinden evine dönünce tek isteği üç saat boyunca düşünmemesini sağlayacak aptal kutusuna bakmak olanları, sosyal medyada “like” avına çıkanları huzursuz etmek için yazdım. Derdim insanları konfor alanlarından çıkarmak. Çünkü konfor alanından üretim çıkmaz, üretim olmazsa da bir yere varamayız. Üretim olsun istiyorum; insanlar rahatsız olsunlar, kızsınlar istiyorum. Ben Konuşulmayan’ı eline almaya çalışanı kesen 360 derecelik bir jilet olarak düşünüyorum. Metaforik olarak okuyucumun kanını akıtmayı amaçlıyorum. Kalksın, çevresine baksın. Yıllardan beri tepemize binmiş çok şey var. Devasa bir Türkiye’de yaşama baskısından bahsediyorum burada.

Bu romanı yazmak için çok düşündüm ve düşündürmek için yazdım. Hayatın monotonluğunda, durağanlığa teslim olmuş insanların anlattıklarımı okuyunca, yeniden bir şeyler hissetmeye başlamasını arzu ediyorum.

Romanının en önemli özelliklerinden biri de karakterlerinin, özellikle de başkarakterlerinin çok iyi işlenmiş olması. Çocukluk travmalarından iç dünyalarına, fiziksel özelliklerinden gizli kalmış tutkularına kadar çizilen kanlı canlı karakterler var karşımızda. Çok gözlem yapan biri misin? İnsanları gözlemler misin?

En sevdiğim şeylerden biri gözlemlemektir. Detaylar insanları ele verir. Giydiği kıyafet bile… Siyahların içindeki kırmızı fular bir şeyler söylemektedir bize. Mesela Konuşulmayan’ın karakterlerinden Afet Hanım ağır makyaj yapan, frapan giyinen bir kadın. O ağır makyajıyla dikkat çekmek istiyor, kim bilir belki de yardım çığlıkları atıyor, ama onu kimse duymuyor. Ben bunları bu şekilde yorumlayarak hikâyeyi zenginleştirmeye çalışıyorum. İyi bir hikâye anlatmanın temel bazı metotları var, ben de onları kullanıyorum. Bu söylediklerim abartılı örnekler aslında, ama zaten abartı iyi öykü anlatmanın yollarından biridir. Dikkati çeker. En sevdiğim laflardan biri “Gerçeklerin, iyi bir hikâye anlatma şansının önüne geçmesine asla izin verme”. Bunu hep Umberto Eco’nun sözüyle birleştiririm: “Eğer siz bir öykü okuyacaksanız bunun gerçekçi ya da gerçeküstü olması önemli değildir. Yazarla onun öyküsünü okumaya başlarken öykü boyunca onun yazdıklarını gerçek kabul edeceğinize dair bir anlaşma imzalarsınız. O noktadan sonra hikâyenin iç mantığına aykırı olmadığı takdirde okuduklarınızı gerçek kabul ederseniz.” Bu özellikle doğaüstü ve korku gibi türler söz konusu olduğunda okurlar için bir yol haritası gibidir.

Dalınç’ın 1970’lerde tatil için gittiği Ankara’da, ODTÜ’de karşılaştığı uzun boylu, yeşil parkalı Deniz karakteri Deniz Gezmiş’i mi ifade ediyor?

Kesinlikle Deniz Gezmiş’i düşündüm. Ankara’daki devrimci kızın adının Devrim olması ya da Deniz’in yeşil gocuğuyla ODTÜ’nün kapısından geçmesi tabii ki tesadüf değil. Ancak doğaüstü bir aşk hikâyesinin içinde tarihi karakterleri birebir kullanıp onların etkilerini de sulandırmak istemedim. Bunları kim okursa okusun oradaki duyguyu anlayacaktır. Benim derdim geçmişteki travmaların hatırlanması, Türkiye’yi bugüne getiren basamakların görünür olması.

Kitabın yan karakteri de çok zengin ve Türkiye panoraması sunuyor. Çıkarcı, uyanık hizmetliler; Turgut Özal döneminin “Benim memurum işini bilir” lafını şiar edinmiş memurlar, fettan kadınlar…

Çünkü Türkiye’nin ruhunu yakalamak, ona bir ayna tutmak amaçlarımdan biri. Bizi biz yapan, Türkiye’yi bu noktaya getiren karakterler bunlar. Şimdi etrafımıza baktığımızda tüm o farklı kesimleri görebiliyoruz. Öyküler bana olayları geliştirebileceğim geniş alanı sağlamıyordu. Öyküyle yapamadığımı romanla yapabileceğimi gördüm. Tutunamayanlar’ıyla Oğuz Atay’ın bu romanın her satırında ayak izleri var mesela.

Sonra, Vladimir Nabokov’un Lolita’sından etkilendim. Lolita’dan etkilenmemek mümkün değildir, çünkü insanı kışkırtır. Ben de kışkırtmak istiyorum. Eğer içine girebilirseniz, doğru noktaları yakalayabilirseniz bir roman insanı konfor alanının dışına çıkarır, kışkırtır. Bunu da dil ustalığıyla yapar. Nikos Kazancakis’in Zorba’sı da benim için önemlidir, insanı harekete geçirir. Tıpkı Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’i gibi… Bu tür romanlara kendinizi kaptırırsanız, onları okuduktan sonra değişirsiniz. Bu hayat değiştiren romanların da etkisiyle hayatımız nasıl değişiyor bir bakalım istedim.

Konuşulmayan’da bazı nesnelerin de sesleri var. Sönmek üzere olan otomat “Trrrr söncem” diye önceden haber veriyor. Bu da ilginç bir ayrıntı.

Dünyada sadece insanlar yok. Hayvanlar, doğa ve nesneler de bizimle beraber. Nesneler de aynı insanlar gibi değişiyorlar, evrimleşiyorlar. İki katlı, bahçeli evlerde yaşayan birilerinin apartman dairelerine sıkışma travmasını anlayamazsak Türkiye’ye neler olduğunu anlayamayız. Kapısından girdiğin anda evinde olduğun bir hayatla, her kapının ardında başka bir yaşamın olduğu büyük bir binanın içinde yaşamanın bizi nasıl etkileyeceğini düşünmeliyiz. Bunları anlatmak için apartmanların seslerini de kullandım.

Aynı zamanda yönetmen, senarist ve sinema yazarısın. Sinema ve televizyon alanındaki çalışmalarından bahseder misin?

Ankaralıyım. 80’lerin, 90’ların Ankara’sında büyüdüm ve 90’ların sonunda İstanbul’a geldim. O yüzden İstanbul ile Ankara’nın arasındaki bambaşkalığı da kitaba yansıttım. 90’larda sinema piyasasına girdim ve ağırlıklı olarak asistanlık yaptım, ama o piyasanın dişlilerinin bana çok ağır geldiğini gördüm. Televizyon yönetmenliği de yaptım. Tabii bu arada Yeşilçam’ın büyük ustalarıyla çalışma fırsatı buldum. Yavuz Özkan’la, rahmetli Ömer Kavur’la… Ayrıca ustalardan eğitim de aldım. Yavuz Turgul’dan senaryo dersi aldım; Barış Pirhasan’la film analizleri çalıştım. Beni yazmaya sevk eden insanlardan biridir Barış Pirhasan. Sinemadan gelen etkiler sayesinde de biraz önce nesnelerin seslerini konuşurken bahsettiğimiz, alışık olmadığımız anlatım dili ortaya çıktı.  Ben önce film çekmeyi, senaryo yazmayı öğrendiğim ve sonra edebiyata geçtiğim için kelimelerle değil, görüntülerle düşünüyorum, sonra o görüntüleri kelimelere tercüme ediyorum.

Bu romanın sinemaya uyarlanması gibi bir düşüncen var mı?

Var tabii.  Zaten görerek yazdığım için Konuşulmayan’ın sinematik bir yapısı var. Bilgi Üniversitesi’nde sinema TV alanında yüksek lisans yaptım, kısa film senaryoları yazdım. Şu anda da Işın Beril Tetik ve Galip Dursun’la beraber Gerisi Hikâye Korku Konuşmaları ekibi olarak senaryolar yazıyoruz, yapımcılarla görüşüyoruz. Bir gün doğru iletişim kurabileceğim yapımcılarla bir araya gelebilirsem Konuşulmayan’ın sinema filmi olması için çaba sarf edeceğim.

Sinema dergisi Rabarba’daki yazılarından da tanıyoruz seni.

Rabarba’da Giovanni Scognamillo’ya saygı duruşu olarak, onun kitaplarından biriyle aynı adı taşıyan “Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar” adlı köşemde her ay korku sineması üzerine yazıyorum. Korkudan korkulmaması gerektiğini, bunun bir kültür olduğunu, en eski hikâyelerin içinde korku öğeleri bulunduğunu, korku kültürünün insanların önüne atlayıp onları korkutan canavarlarla sınırlandırılamayacak kadar zengin olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bir yandan da Işın Beril Tetik ve Galip Dursun’la birlikte korku edebiyatı ve kültürüne dair Gerisi Hikâye Korku Konuşmaları adlı podcast programını hazırlıyoruz.

  • Konuşulmayan
  • Yazar: Demokan Atasoy
  • Türü: Gerilim
  • Baskı Yılı: 2018
  • Sayfa Sayısı: 253 Sayfa
  • Yayınevi: Oğlak Yayınları

Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

EBRD 2018 Edebiyat Ödülleri’nin kazanını Burhan Sönmez!

Read Next

D&R’ın Turkuvaz’a satışında ilk adımlar atıldı

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram