Her iki kitabın adlarının yanına “Katar Krizi” başlığını ekleyince üç ayaklı sağlam bir düzlem kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Dünyanın ve bölgemizin en son ve güncel krizine hazırlıklı yakalandım. Elimde okumakta olduğum iki kitap vardı. Birincisi, yazarı Jane Hathaway olan (Çeviren: Gül Çağalı Güven) “Osmanlı Hâkimiyetinde Arap Toprakları”, ikincisi ise “İnanç ve İktidar- Orta Doğu’da Din ve Siyaset” (Çeviri: Ayşe Mine Şengel) adlı kitap. Yazarı da bu alanın ‘parlak’’ ismi Bernard Lewis.
Her iki kitabın adlarının yanına “Katar Krizi” başlığını ekleyince üç ayaklı sağlam bir düzlem kendiliğinden ortaya çıkıyor. Kendiliğinden ortaya çıkış, kriz için geçerli değil tabi. Bütün dünyanın aslını bildiği, gerçeği herkesin gördüğü ve söylediği bir oyun, bütün dünyanın gözü önünde “kriz” adıyla devam ediyor. Arap Ortadoğu’su, İran ve tabi ki Türkiye üçlüsü başka bir düzlem oluşturuyor. Bu düzlemin üstünde oyun çeviren, görünür ya da görünmez oyuncular da başka bir üçlüyü oluşturuyor; ABD, İngiltere/Avrupa ve Rusya…
Kabaca sınırlarını biçimlendirmeye çalıştığımız bu kriz oyununun mekânı ise elimizde birinci kitapla aynı başlığı taşıyor; Osmanlı egemenliğindeki –bir zamanlar elbet!- Arap toprakları! Mekânın adı böylece tam yerine oturduktan sonra, sıra içerikte. Ve içerik de yine ikinci kitapla hemen hemen aynı biçimde adlandırmayı hak ediyor; İnanç ve iktidar bağlamı ve Orta Doğu’da din ve siyaset. Siyasetin ana omurgasını da ekonominin oluşturduğunu anlatmaya gerek yok.
Birkaç kalın çizgi
Genelde yapılan bir yanlış var: Osmanlı ve tarihi yan yana koyduğumuzda, öyle bir heybetli cisim oluşturuyoruz ki, güncel slogana uygun bir cesamet ortaya çıkıyor; ‘’Tek tarih, tek Türklük, tek Müslümanlık…’’ listeyi uzatabiliriz. Böylesi tekçi bir ön kabulle hareket edilirse, sosyal bilimlerde duvara toslanır. Bir sosyal bilim alanı olan tarihte de bu anlamda duvara toslanır. Oysa Türk Tarihi diye başlandığında, Osmanlının egemenlik sınırları dışındaki büyük alanı, farklı oluşumları ve elbette farklı ve zengin kültürü göz ardı ederiz. Yine, bazı muhafazakâr kesimlerin eleştiri konusu etmiş olduğu, Cumhuriyet ile birlikte öncesine ait olan koskoca birikimin göz ardı edildiği meselesi böylesi bir tarih anlayışında da yine aklımıza olacaktır. Yani tarihi Osmanlı’dan ibaret saymamak gerekir.
Eğer tutarlı bir yaklaşıma sahip olunacaksa hiçbir şeyi, iyisi kötüsü, doğrusu yanlışı ile kapsayıcı olmak gerekir. Yani, tarih içinde Türk niteliği olan Safeviler, Timur ve Babür İmparatorluğu gibi tarihi gerçeklikler ve uygarlıklara bir de Müslüman bölümü eklersek, tarihsel olgunun mekânsal sınırları Gırnata’dan Somali ve Yemen’e, Adriyatik’ten Hindistan’a, Kuzeyde neredeyse Moskof’a kadar uzanıveriyor!
Şimdiyi anlamak için tarihsel arka planı bilmek zorunludur. Yukarıda çizdiğimiz farazi sınırlar ise, dünyanın temel ve yakıcı krizlerinin neredeyse tamamına ev sahipliği yapıyor. Bu sınırların tarihi tam olarak yazılmadı. Literatürü taradığımızda acaba kaç tane Osmanlı-Arap bağlamında kitaba ulaşırız? Hemen söyleyelim, çok fazla değil. Oysa Osmanlı Arap ilişkilerinde hep kendimizden emin konuşuruz. Bu emin konuşmada, olanı değil, olmasını istediğimizi dile getiririz. Tarihsel süreç içinde ilişkilerin kurulmasını, seyrini bilimsel bir ciddiyetle ele alan kaynaklar bu nedenle ortaya çıkamamıştır. Çünkü ortak kabule aykırı kimi durumların yazılması kolay değildir. Böyle olunca da, Osmanlı gerilerken, 1798’de Napolyon’u Mısır’da görmeye hala şaşırmamışızdır. Belki de şaşırmaya fırsat olmamıştır.
Yazar Jane Hathaway ‘bizden’ biri olmadığı için, Osmanlı’nın Arap topraklarındaki 1516-1800 yılları arasındaki serencamını oldukça ayrıntılı ve bir o kadar da nesnel bir biçimde anlatıyor. Kitabın, Osmanlı ve Ortadoğu’yu bilmeyen batılı okuru hedeflemesi, nedeniyle, Osmanlının toprak sisteminden fetihlere, idari yapıdan ve düşünsel sistemine kadar geniş bir ön bilgi içermesi, okumayı ve anlamayı kolaylaştırıyor.
Çok özel bir ayrıntı; pek çok halk türküsüne olanca hüznüyle giren Yemen meselesi (s.73) konusunda ne kadar az bilgim olduğunu bu kitaptan öğrendim. Öyle ki Arap toprakları içinde, Osmanlı’nın en az süre ile egemen olduğu – ki oda tam ve tanımlanan yerin tamamına şamil bir egemenlik değil- Yemen toprakları için ödenen bedellerin ağırlığı asla kulağımıza küpe olmamış!
Yine benzer yakınmaları yazacağım; tarih bilgisi ve bilimi konusunda yoksuluz. Ama az bilinen tarihimizdeki en az kısımlardan birinin Arap bahsi olması ironiktir. Çünkü tarihimizin Çin kısmını Çin kaynaklarından, Rus kısmını Rus kaynaklarından Avrupa kısmını, İtalyan, Yunan, Macar… kaynaklarından yararlanarak açığa çıkarma şansımız vardır. Ama, kendi tarihimiz konusunda kendi kaynaklarımız olduğu kadar, Arap kaynakları da kısıtlıdır. Bu da ayrı bir Ortadoğu ‘klasiği’ olarak karşımızda durmaktadır.
Batının bağzı imalatları!
Tarihi kalın çizgilere hapsedince,ince şeyler aradan sızar. ÖrneğinArap coğrafyasının Osmanlı egemenliği nedeniyle geri kaldığı ‘imalatı’ kolayca yeşerebilmiştir. Bu imalatın daha beteri ise, Cumhuriyet modernitesi ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ‘’uygar batının’’ cepheden saldırmak yerine, arkaya dolanmasıdır, diyebiliriz. Yani, ‘’Radikal Siyasal İslam’’ düşüncesindeki Cumhuriyet ve hatta bir simge olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün hedef tahtasına alınması çok incelikli bir ilmi siyaset işidir.
İslam coğrafyasındaki ülkelerin büyük çoğunluğunun ‘sömürge’ koşulları altında olduğu, ister sağdan ister soldan olsun, aklıselim yazarların kabul ettiği bir gerçektir. İstedikleri gibi sömürgeleştiremedikleri/söz geçiremedikleri Irak bugün yerle yeksan! Oysa Irak, Saddam diktatörlüğü altında olmakla birlikte, en güçlü Arap devletlerinden biriydi. Hem de Sünni bir yönetimdi. Yani Suudiler ile İran arasındaki sözde “mezhebi” düşmanlık gibi bir durum da yoktu. Soğuk Savaş sonrası dönemde, Lübnan küçük kalınca, Orta Doğu’nun parçalanmasına Irak’ta başlandı. Elli küsur Arap-İslam ülkesinin seyirciliğinde!
İlginç bir nitelik; Irak, kadınların yüksek örenim görme oranını, diğerler Arap ülkelerine göre oldukça yüksek bir yerdi.
Batı, Arap coğrafyasına hükmetme operasyonuna 18. yüzyılda başladı. Bu operasyon hala güncel. Son örneği de Katar krizi. Bu tabloda, Batı’nın Arap coğrafyasına benzer biçimde sömürgeleştiremediği tek ülke Türkiye. Türkiye’nin Batı “değerleri” ile modernite girişimine aynı Batı bu modernite cephesinden saldıramazdı. Çünkü dünyanın gözü önünde oynanan oyunun yine de kendine göre ilkeleri vardır. Modernite karşısına Batı retoriği ile karşı çıkmak, Batının kendini inkârı demekti. Bu nedenle Batı, yukarıda değindiğimiz “Radikal siyasal İslam imalatı” ile, bu biçimde kurgulanmış bir “İslam” araçsallığıyla, Türkiye’ye Batı’dan değil, Doğu’dan saldırdı. Hazır elde Haricilerden Selefiliğe bir dinsel-düşünsel zemin vardı. Bu zemin üstüne, geleneksel/pratik temeli kurup, bir inşa mümkün oldu. Şematik veya şablon gibi görünse de, bu oyunda ana omurga budur! Bu sonuca, Bernard Lewis, StefanosYerasimos, Edward Said, Amin Maalouf başta olmak üzere, vicdanı ve irfanı temiz bir çok yazar ve kaynaktan varmak mümkündür.
Bernard Lewis’i savunmak…
Bernard Lewis, tüm İslam ülkeleri içinde demokrasisi en iyi olan ülke olarak Türkiye’yi (s.57) gösteriyor. Yazarın demokrasiden anladığı da çok açık; Seçim, seçimle hükümet kurma ve seçimle hükümetten alma yöntemi! Demokratik olanla demokratik olmayanı da yalın bir biçimde anlatır Lewis; “…birinde hükümetler seçimle değiştirilebilir, sıkça da değiştirilirken, buna karşın diğerinde seçimlerin hükümet tarafından değiştirilmesi…’’(s. 124).
Demokrasi ve İslam tartışmasında kimi yazarlar Bernard Lewis’i de referans göstererek, İslam’ın ‘tekçi’ yapısını irdelemesini ve yaşanan olumsuz örnekleri işlemesinden dolayı, İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığı görüşünü kendisine atfederler. Oysa bu son derece yanlış ve amaca hizmet etmeyen bir yaklaşımdır. Örneğin Bernard Lewis, Osmanlı sultanları ve hatta Arap halifelerinin ‘despotik’’ olmadığını, (s.74) keyfi ve kapsamlı bir güce sahip olmadıklarını, tersine zamanlarına göre bir demokratik işleyiş içinde olduklarını yazmaktadır.
Yazarın, İslam ve demokrasi arasındaki tarihsel, teolojik ve siyasal paradoksları yazması karşısında ‘İslam ile demokrasi uyuşmaz’ düşüncesini savunanlar kampına dâhil edilmesi son derece yanlıştır. Bu konuda, karşıdakini peşinen ön yargılı olarak kabul edip, başka bir ön yargı tuzağına düşmek kimseye yarar sağlamaz. Böylesi peşin hükümler yerine, düşünsel düzlemde bu tartışmayı geliştirip, zenginleştirip, sonuçlar çıkarmak daha doğrudur. Yoksa ‘zaten onlar…’ diye başlayan peşin hükümlerle birilerini mahkûm etmekle, İslam Konferansı’na üye 57 ülkeye demokrasiyi mi getirilecek? Böyle bir sorun yok mudur? Tüm İslam coğrafyasındaki kitap sayısı bile kötü Batı’nın fersah fersah gerisinde değil mi?
Peşin yargılı, ön yargılı olanların öncelikle bu kitapları okuması gerekiyor. Bernard Lewsis, İslam’da demokrasinin olacağından umutlu; “Ancak, geçmişte işlemediği için demokrasinin, gelecekte de işlemeyeceği sonucuna varmak ihtiyatsızlık olacaktır” (s.135) diyerek belirtiyor bu umudunu.
Her iki kitabın konusuna giren ama bu kitaplarda olmayan iki soru; 1914’de bütün İslam âleminin halifesi olan Osmanlı sultanı Mehmet Reşat’ın ekber-i cihad ilanına, Fas’tan Kuzey Afrika ve Hindistan’a uzanan İslam coğrafyası nasıl tepki vermişti? Bir de BM üyesi 196 ülkeden hangisi bir aile ismiyle başlar? Önce bu soruları soralım kendimize, sonra başkalarına kızalım.
|
|
- Azerbaycan Şiiri ve Çağdaş Bir Derviş, İbrahim İlyaslı - 1 Kasım 2018
- Paslı Bir Kelime; Umut - 15 Eylül 2018
- Zor Olanı Yazmak; Kırgın Çocuklar Mevsimi - 1 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI
One Comment
Tamda Jane Hathaway in bu güzel eserini okuyup inanç ve iktadarın ortalarına gelirken acaba bu iki kitabı okuyan ve günümüz olayları anlayan tek benmiyim derken karşıma siz çıkmanız … 🙂