Habib Bektaş ile söyleşi; “Kuş Ne Görür Yuvada, Onu Öter Havada!”

Habib Bektaş; “Son yıllarda Türkiye’de bir dil sorunu olduğunu düşünüyorum. Sanki bir Babil karanlığı yaşıyoruz. Hepimiz aynı dili konuşuyoruz ama birbirimizi anlamıyoruz.”

Kadın cinayetleri artarken toplumda kadının gün gün neden ikinci plana düştüğünü sorgulamak zorundayız. “Kadınlarla dayanışma” cümlesi yerine “kadınlarımızı korumalıyız” cümlesi ile sahipliğin eril kimliğini pekiştirirken kadınları bir kere daha korumaya muhtaç hale getiriyoruz. Peki dilimize işlemiş bu kültürden nasıl kurtulabiliriz? Eşitlikçi, adil bir toplum yetiştirmek için ne yapmalıyız?

Bugünü değiştirmenin yolu tartışmaya açık olsa da gelecek kuşaklara bu anlamda doğruyu göstermenin en güzel yolu çocuk kitaplarından geçiyor. Habib Bektaş da “öteki”nin derdine değinmeyi, ötekiyi “beriki”leştirmeyi kendine görev bilen bir yazar olarak çocuklar için kaleme aldığı her eserinde bu konuyu işaret ediyor. Tabii bunu da asla didaktik bir dille değil, genç okurlarına sunduğu maceralarda yer alan kahramanları aracılığı ile gerçekleştiriyor.

Bektaş’ın 2018’de yayımlanan Sevginin Gizli Tarifi ve İşte Senin Hikâyen adlı kitapları da toplumda kadın olmayı, engelli olmayı ve erkek çocuk rollerini ele alıyor. Biz de Bektaş ile hem yeni kitaplarını hem de çocukların gözündeki öteki kavramını konuştuk.

Habib Bektaş

İşte Senin Hikâyen adlı romanınız üstten bakınca gençler için bir macera romanı olsa da alt metinde güçlü bir feminizm hikâyesi var. Neler bekliyor peki İşte Senin Hikâyen adlı romanda genç okurları?

Okuru şu bekliyor, diye somut bir şey söylemek istemem. Zira çocuk olsun, genç olsun, ya da yetişkin; o, biraz da görmek istediğini bulacaktır. Benim yazar olarak gönlümden geçen şu: okur heyecanla, severek, karakterlerin duygu ve düşüncelerinin esintisini hissederek okuyorsa, bu iyidir. Bu bağlamda benim için en önemli şey, kitabı elden bırakamamaktır. Son sayfalarda okurun, “Ah, şu kitap bitmese” duygusuna kapılabilmesidir.

“Feminizm hikâyesi”ne gelince… Kitapta, doğrudan feminist düşünceyi baz almak, birilerine bir şeyler öğretmek diye bir derdim olmadı. Türkiye’de yüreği, aklı ve donanımı olan her erkek, kuşkusuz kadının ezildiğini, kadın olduğu için aşağılandığını, acı çektiğini görüyordur. En azından görmesi gerekir. Erkeğin, insan’a dönük etik değerleri varsa ezilenin yanında yer almalı, diye düşünüyorum. Bu, bir savaş değildir ki! Herkes durduğu yerden, sorunu gördüğü yerde, sorunun ortadan kalkması, giderilmesi için elinden geleni yapmalı.

Aslında toplum olarak kadına nasıl hitap etmemiz gerektiğini bile bilmiyoruz, bu da haliyle çocuklarımızın bilgisine de yansıyor…

Anlıyorum. Ne yazık ki doğru söylüyorsunuz. Gözlemlerime göre çocuk okula gidinceye dek yaşamın içindeki duruşu şöyle ya da böyle biçimleniyor. Evde yaşadıklarının üstüne kuruluyor birçok şey. Ne demişler: Kuş ne görür yuvada, onu öter havada!

Sevginin Gizli Tarifi adlı bir diğer gençlik romanınızda da engelli bir genç kızın hikâyesi ile yine kadın hakları dikkat çekiyor, yani eşitlik başrolde. Aslında kitaplarınızda öteki kavramına mutlaka değiniyorsunuz. Peki, aileler çocuğa “ötekileştirme” kavramını, ötekileştirmemeyi nasıl anlatılabilir?

Bunun bir reçetesi olduğunu sanmıyorum. Ancak şunu söyleyebilirim. Ben olsam, “öteki, ötekileştirme, eşitsizlik” gibi sorunların ortadan kalkması için çocuğu kuramsal bilgi bombardımanına tutacağıma, öğretmek istediğimi kendi yaşamımda birebir hayata geçirir, çocuğa örnek olurum.

Sevginin Gizli Tarifi’nde aşçı adayı mutfağa meraklı Memo’yu görüyoruz. Pek çok meşhur aşçı erkek olsa da yemek yapma rolünü nedense kadınlara verir toplum. Siz bu algıyı da kırmayı hedeflemişsiniz…

Benim kafamda “yemek işi kadınlara aittir” gibi bir çekmece hiçbir zaman olmadı. Bu da kuşkusuz yaşama biçimime, yazdıklarıma yansıyacaktır.

Biliyor musunuz, evde yemekleri genellikle ben yaparım. Geleneksel yemekleri ise eşim yapar. Gerçekleştirdiğim etkinliklerde çocuklar ya da yetişkinler, soruyorlar: “Hocam, yazar olmasaydınız ne olurdunuz?” Hiç düşünmeden iyi bir aşçı olurdum, diyorum.

Doğru yazı, iyi yazı, güzel yazı!

Çocuk kitaplarında dil çok önemli, siz de doğru Türkçe kullanımına önem veriyorsunuz, hatta “Nerede Yaşıyorsunuz?” sorusuna “Türkçe’de” diye yanıt veriyorsunuz. Biraz açabilir misiniz bunu?

Keşke benim için “doğru Türkçe kullanımına önem veriyorsunuz” demeseydiniz. Yazarlık yapan bir insan için doğal olan, olması gereken o değil midir.

Dil ile olan ilişkim, umarım sizin söylediğiniz gibidir.

Aklımda yanlış kalmadıysa Sevgili Ömer Asım Aksoy yazı dilini üçe ayırır: Doğru yazı, iyi yazı, güzel yazı!

Yine aklımda kaldığı kadarınca söylüyorum: doğru yazı, yazıda anlatılmak istenen düşüncenin doğruluğundan, eğriliğinden bağımsız olarak dil kurallarına uygun olarak yazılan yazı, diyor.

İyi yazı, güzel yazıya giden yoldur, diyor. Derli topludur, sözcüklerin seçilişi, biçimi konu ile örtüşür. Anlatılmak istenen uygun biçimde anlatılır.

Güzel yazı ise, sanatçıların yazdıklarıdır. Doğru ve iyi yazının ötesinde imgelerle, deyişlerle bezelidir. Biçeme en uygun sözcükler seçilmiştir. Keşke Ömer Asım Aksoy Hoca’nın anlattığı gibi güzel yazılar yazabilsek.

Peki,  “çocukça” herkesin bildiği bir dil midir?

“Çocukça” diye bir dil olduğuna inanıyorum. Daha doğrusu biliyorum. Bu, sadece çocukların konuştuğu, konuşabildiği bir dil değildir. İnsan’a özgüdür. Adına ister “çocukça” deyin, ister “gönül dili” deyin, ister “saf-arı” deyin, ister “saflığıyla şiire yakın duran dil” deyin, insana dair bir şeydir. Yaşamın tüm alanlarında vardır. Bunu görmüyorsak, duymuyorsak, nedeni bizimle ilgilidir.

Son yıllarda Türkiye’de bir dil sorunu olduğunu düşünüyorum. Sanki bir Babil karanlığı yaşıyoruz. Hepimiz aynı dili konuşuyoruz ama birbirimizi anlamıyoruz.

Vinkmag ad

Read Previous

Akademisyenlerden KHK Öyküleri için imza günü

Read Next

Taşkafa; İdil ve inatçı dedesi…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *