Livaneli’ye Doğru

Geçen yıl Konstantiniyye Oteli ile çok satanlar listesinden inmeyen Livaneli ile Orta Zekalılar Cenneti’nin yeni baskısı vesilesiyle söyleşeceğiz, haftaya!

Rotterdam’da bir otel odası. Zülfü Livaneli birazdan dışarı çıkacak, bir sanat etkinliği için bulunduğu kentte dolaşacak. Bu gece programı yok. Çıkmadan önce bağlamasını alıp akortunu kontrol ediyor. Sazı yatağının yanına koyduktan sonra, herhalde biraz oyalanmak için, diğer tarafa yürüyüp pencereyi açıyor.

Çok da içinden gelmiyor çıkıp dolaşmak. Aklı Türkiye’de. Hiç iyi haberler gelmiyor. Zaten ülkesine dönüp dönemeyeceği de belli değil. Ama Rotterdam sokaklarında bazı dostlara rastlayacağını umuyor. Aynı etkinlik için memleketten gelmiş sanatçıların kentte bulunduğunu biliyor.

Kapı çalınınca gidip açıyor. Karşısında, Fazıl Hüsnü Dağlarca! İçeriye yönelen büyük şairin önünden çekilip onu takip ediyor. Odadaki tek koltuğa oturduğunu görünce, karşısındaki yatağın ucuna da kendi oturuyor. Bir süre bakışıyorlar. “Hoş geldiniz” demek geçiyor içinden, ama nedense sessizliği bozamıyor.

“Bana saz çalsana.”

Sadece üç sözcük konuşuluyor o gece, o odada. Zülfü, ağır hareketlerle sazına uzanıyor. Bir yandan da hangi parçayı çalması gerektiğini düşünüyor. Ve başlıyor: Haydar Haydar.

Parçanın özelliği iki elin de bağlama üzerinde olağanüstü hareketli olmasını gerektiriyor. Fazıl Hüsnü, biraz daha uzaklaşmak istercesine başını arkaya çekiyor. Belki de sazın üzerindeki iki eli aynı anda görmek istiyor. Sonra gözlerini kapıyor.

Ali Ekber Çiçek’in usta mızrabı sayesinde yeniden kitleler tarafından sahiplenilen bu kadim türkü, yabancı bir ülkede, Livaneli’nin evrensel yorumuyla pencereden dışarıya süzülüyor, yıldızlara yükseliyor.

Türkü bitince, Zülfü kısa bir karasızlığın ardından başka bir türküye geçiyor. Fazıl Hüsnü gözlerini açıp tekrar sazın üstündeki iki ele bakıyor. Bir süre daha dinledikten sonra, yanındaki sehpaya uzanıyor. Oradaki kâğıda, cebinden çıkardığı kalemle bir şey yazıp önüne dönüyor. Dinlemeye devam ediyor.

Zülfü bir sonraki türküye geçiyor. Biraz daha dinleyen Fazıl Hüsnü kalkıp kapıya yöneliyor. Türkü devam ederken odadan çıkıyor. Zülfü türküyü tamamlayıp sazı yatağın yanına bırakıyor. Gidip sehpanın üzerindeki kâğıda bakıyor:

Saz çaldın mı;
Sağ elin geçmiştedir,
Sol elin
Gelecekte

Altında sıradağlar gibi bir imza! Ve bir kelimelik not: “Hibedir!”

Artık sokağa çıkmasına gerek kalmıyor Zülfü’nün. Odanın duvarları açılıyor, dünya büyüyor, büyüyor.

***

Kim bilir kaç yıl geçmiştir üzerinden. Bu anekdotu düşünerek, 2016 başlarında bir akşamüstü, Livaneli’yi ziyarete gidiyoruz. Son kitabı Orta Zekalılar Cenneti’nden yola çıkarak söyleşeceğiz. 20 yıldan uzun süre boyunca kaleme aldığı köşe yazılarının elden geçirilip derlendiği, adeta yeniden üretildiği bir kitap. Geleceğimizi bildiği için kapıyı kendi açıyor. Fazıl Hüsnü’nün, Nazım’ın, Eluard’ın, tüm şairlerin selamını kitapeki okurlarına gönderir gibi aydınlık bir gülümsemeyle karşılıyor bizi.

Söyleşimize Fazıl Hüsnü’nün dizelerini hatırlatarak başlıyoruz. “Böylesine büyük onurlandırmalar, bunca ödül, bu kadar büyük başarılar elde ettikten sonra, köşe yazarlığına başlamayı hangi duygularla tercih etmiştiniz?”

“Başarı hiçbir zaman umurumda olmadı!” diye, adeta çıkışarak yanıtlıyor. “Hatta bir sanat yapıtımı üretirken aşmam gereken başlıca engeller her zaman ‘başarı’ ve ‘ün’ olmuştur.”

Bunlar aynı zamanda Livaneli’nin yıllar boyunca köşe yazılarında ele aldığı, romanlarında işlediği konular arasında. Örneğin Mutluluk romanındaki İrfan karakteri, bir “başarı ile hesaplaşan adam” tiplemesi olarak da okunabilir.

Sadece anlattıklarıyla değil, Livaneli, kitleler tarafından onaylanmış her sanatsal çalışmasından sonra, adeta riske girmek tutkusuyla bambaşka özellikte yapıtlara yönelmesiyle de “başarı ve ün” meselesine karşı tavrını somutlaştırmış bir sanatçı. Nazım Türküsü albümünün bulduğu büyük karşılık varken Ada albümünü üretmesi, Leyla’nın Evi veya Serenad gibi bir romandan sonra, aynı biçimde yazıp kendini garantiye almak varken, Konstantiniyye Oteli romanı…

“Peki, hep böyle tehlikelere atılmak, gerçekten tehlikeli miydi? Yoksa ‘piyasada’ varlığı sürdürmek için, hız çağında insanlar tarafından izlenmeyi sağlamak için faydalı mı oldu?”

Hoşgörülü bir ifadeyle baktı yüzümüze. Bana tuzak soru sormaya çalışmayın, der gibi gülümsedi. “En açık biçimde sorun, merak ettiklerinizi” dedi.

Sonra yanıtladı. “Sakat doğmuş çocuklarım” dediği yapıtlarından söz etti. Başarısız olduğunu kabul ettiği üretimlerini, onları da sevdiğini, hiçbiriyle ilgili pişmanlık duymadığını anlattı.

Egemen sistemin tanımladığı başarı kavramıyla ilgilenmiyordu ama Fazıl Hüsnü gibi, Abidin Dino, Yaşar Kemal gibi büyük ustaların görüşlerini ve takdirlerini çok önemsiyor. Daha çok da halkın onayını önemsediğini söyledi. “Zaten o büyük ustalar halkın gözü, kulağı, halkın vicdanı… Sadece içinde yaşadığımız kısa bir dönemin değil, çağlar boyunca varlığını sürdüren insanlık değerlerimizin temsilcileri onlar.”

Bu sözlerinden anlaşılıyor, ama konuyu biraz daha açmak için soruyoruz: “Yarı aydınlarla hep bir derdiniz oldu, değil mi?”

“Evet” diyor, ve ekliyor: “Aslında daha çok onların benimle bir derdi oldu. Hala da vardır. Özellikle karşılık bulmayan marjinalliklerinden dolayı halkı suçlayanlardan hiç mi hiç hoşlanmıyorum. Onlar da zaten halktan ve halkın onayladığı sanatçılardan hoşlanmazlar!”

Orta Zekalılar Cenneti kitabında ele alınan konular o kadar çok ki. Özellikle “kurnazlık”, “akıl”, “başarı”, “mutluluk”, kavramlarını, “sanat-siyaset ilişkisi”, “iletişimin korkunç hızı”, “gündelik hayatın eziciliğinden sanata sığınmak” gibi konuları konuştuk. Elbette “Ne olacak memleketin hali?” diye de sorduk. Ve Livaneli’nin üzerinde çalıştığı roman, proje, müzik var mı?

Söyleşimiz haftaya, burada!

Zafer Köse
Latest posts by Zafer Köse (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Sema Kaygusuz’dan “Barbarın Kahkahası”

Read Next

Çocuk kitaplarını çocuklar değerlendirdi

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *