
Burak Şakır, yarattığı özel atmosferle hikâye anlatıcısının bir çocuk, hem de “ehlileştirilmemiş bir çocuk” olduğunu ilk sayfalardan itibaren başarıyla hissettiriyor.
Sanat eseri ve sanat izleyicisi arasında sanatın türüne göre değişen genişlikte bir özel alan bulunduğunu düşünüyorum. Bu alan görsel sanatlarda sadece eser ve izleyiciyi alacak kadar darken, işitsel sanatlarda yorumcu için de yer açılır. Kimi zaman esere değer katan, kimi zaman bunu başaramayan yorumcu, her durumda eseri değiştirip yeniden inşa eder. Bu nedenle varlığı kadar yeteneği de oldukça büyük önem taşır.
Bu düşünceleri bir resim sergisini gezerken, bir çeşit isyanla büyüttüm içimde. Karşımda sadece eser vardı; yaratıcısının bile gereğinin olmadığı o alanda eserle baş başaydım ve nasıl etkilendiğim, beslendiğim, eserin bende açığa çıkardığı ya da oluşturduğu duygular sadece benim alıcılarımla ilgiliydi. “Edebiyatta bunu yaşayamamak ne büyük talihsizlik!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü başka dillerden yaptığım okumalarda edebi eser ile arama giren çevirmen belirliyordu algımı, hazzımı. İyi çevirilerle karşılaşmanın zor olduğu, gittikçe çoraklaşan bu kültürel ortamda ilk tepkim olmuştu isyan. Ama sonra yorumcuya yer açılmasının ne denli zenginleştirici olabildiğini düşündüm, izi kulağımda, sözü dimağımda, “tadı damağımda” çevirileri hatırlayıp. Yorumcu, yaratıcı gücü ve yeteneği ile “aktarıcı” olmaktan sıyrılıyorsa, gerçekten esere değer katıyor çünkü.
“Başarılı” addedeceğimiz çevirilerin azlığı bir yana, böylesi bir değer taşıyan çevirileri de her zaman görüp tanıyamayabiliyor, layığıyla değerlendiremeyebiliyoruz. Biraz emek isteyen bir süreç çünkü bu. Orijinal metne bakmayı, metni dikkatle izlemeyi, varsa diğer Türkçe çevirilerle de karşılaştırmayı gerektiren, ben de dâhil çoğu okurun sıklıkla yapmasının mümkün olmadığı türden bir okuma eylemi anlamına geliyor. Çevirmen meslek birliği ya da yayıncılar, edebiyat dergileri, eleştirmenler de bu işlere pek girmeyince çevirmen emeğinin görünür olması mümkün olamıyor. Oysa yukarıda değindiğim gibi bir yeniden inşa etme süreci bu ve okur olarak aldığımız hazzın boyutu ve nedeni çevirmenin yeteneğinden kaynaklanıyor.
Burak Şakır’ın Huckleberry Finn’in Maceraları adlı çevirisi (Yordam Edebiyat, 2019) tam da böyle bir çeviri ve o emeğin hiç olmaması için bir şeyler yapma/yazma arzusu uyandırıyor.
Çevirinin sadığı
Kitap Türkçeye ilk kez çevrilmemiş. Ancak Mark Twain’in eserini aktarmış olmak bakımından diğer çeviriler benzeşirken (Bülent O. Doğan, Nihal Yeğinobalı ve Umut Uyurkulak çevirilerini inceleme şansım oldu), Burak Şakır’ın çevirisi içerdiği yaratıcılıkla diğerlerinden ayrılmış. Nedenlerini elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım.
Burak Şakır, yarattığı özel atmosferle hikâye anlatıcısının bir çocuk, hem de “ehlileştirilmemiş bir çocuk” olduğunu ilk sayfalardan itibaren başarıyla hissettiriyor. Seçtiği kelimeler ve cümle kuruluşları Huckleberry Finn’i kelimelerden ibaret olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründürüyor. Karşımızda sokak hayatını, sokak jargonunu filmlerden ya da kitaplardan öğrenmemiş, âdeta bizzat deneyimlemiş birinin cümlelerini buluyoruz ve bu cümleler Huck Finn’e ruh üflüyor. Bir örnek vermek isterim.
Kitabın ikinci bölümünde Tom Sawyer ve çetesi Huck’ı çeteye dâhil etmeye çalışmakta ama bir ailesi olma kuralı yüzünden sistemsel bir tıkanma yaşamaktadır. Bir süre tartışıp çözüm arayan çocuklar sıkışıp kalmıştır. Orijinal cümle şöyle: “Well, nobody could think of anything to do — everybody was stumped, and set still”. Burak Şakır bunu, “Kimsenin de aklına bir şey geldiği yoktu, mal mal oturuyorduk öyle” şeklinde çevirmiş. Bunu çok yaratıcı buldum. Anlatının devamında Huck’ın “kafasına bir şey dank” ediyor ve “çakıyor mevzuyu” falan. Çocukları sessizce oturtan ya da Huck’a “Aklıma önemli bir şey gelmişti” dedirten çevirmen elbette yanlış çevirmiyor. Ama o tip cümlelerle eğitimsiz, kaba saba, alt tabaka Huck imgesi zihnimizde oluşmuyor. Söz ettiğim ruh üfleme, bu ve yüzlerce benzer ifade ile gerçekleşiyor.
Ben diliyle anlatılan hikâyelerde anlatıcının gerçekliğine inanmamızın tek yoludur anlatının dili. Mark Twain’i unutturup Huck Finn’i ete kemiğe büründürmek başarılı çevirinin kanıtıdır diye düşünüyorum. Anlatı boyunca tutarlılıktan ödün vermeden o zeki ve ağzı bozuk çocuğu dinletiyor bize Burak Şakır. Huck’ın sesi öyle gerçek ki, sadece varlığına inanmakla kalmıyor onu seviyoruz da bu sayede.
Burak Şakır aynı başarıyı diğer karakterleri yansıtmakta da göstermiş. Huck’ın babası, efsanevi dolandırıcılar kral ve dük, nehir yolculuğu sırasında karşılaşılan suçlu ya da karanlık tipler, kasabadaki “haybeciler”, ayyaşlar, Tom Sawyer, hele hele Jim. Birkaç örnek vermek istiyorum:
“Ölüp gittiğinde o anan da cahildi. Senin sülalenin alayı öyleydi be! …Bak şimdi bana; o havaları bırakçaksın önce bi. Bana sökmez o ayaklar haberin olsun. İki gözüm de üstünde olcak, seni gidi ukala dümbeleği! Hani kalkıp da bi daha o okulun yanında yöresinde dahi dolancak olursan, eşek sudan gelinceye kadar döverim seni haberin olsun.”
Sayfadan fırlayıp ağzından köpükler saça saça okura bağırıyormuşçasına gerçek biri gibi görünen bu kişi Huck’ın babası. Bu (ve benzer) cümlelerine bakınca onun ait olduğu sınıfı (da insanlık derecesini de) kolayca anlıyor okur. Üzerine oturmayan kelimeleri onun da yok. Jim ise kitabın en sevilesi ama muhtemelen çevirinin en zorlu kişisi. Jim’i zorlu kişi, Huckleberry Finn’in Maceraları’nı zorlu çeviri yapan özelliklerinin başında, yazarın dönemin toplumsal özelliklerini yansıtabilmek adına kullandığı dil ve lehçeler geliyor. Eserin önemi ve gücü tam da buralardan gelirken Jim ve diğer kölelerin bozuk İngilizcelerindeki politik tavrı görmezden gelmek ya da Jim’in konuşmalarını “düzeltmek” eseri aktaramamak olur diye düşünüyorum. Diğer çevirmenlerin aksine Burak Şakır Jim’i ne peltekleştirmiş ne de “terbiye” etmiş. Bir örnek vermek isterim: “But I didn’ have no luck. I went into de woods en jedged I wouldn’ fool wid raffs no mo’, long as dey move de lantern roun’ so. I had my pipe en a plug er dog-leg, en some matches in my cap, en dey warn’t wet, so I ’uz all right.” Burak Şakır şöyle Türkçeleştirmiş: “Ama şansıma tükürmekim ben. Hemen oormanın içine kaçmaktım, kendi kendime demektim, bi daha hiç işim olmamak sallarla, hele içinde elinde fenerli adamlar olmak. Şapkamın içinde pipomla, biraz tütün ve kirpitim olmaktı, onlar ıslanmamaktı, yani durumumdu iyi.” Jim’in İngilizcesi görülmeden nedeni ve değeri anlaşılamayacak “bozuk” Türkçesi için Burak Şakır’ı kutlamak gerek diye düşünüyorum.
Çevirinin Güzeli
Burak Şakır’ın yaratıcı çözümlerinden bir başkası, önemli bir çeviri sorunsalında kendini gösteriyor: kültürel farkların aktarılması. Bu konuda kimi çevirmenler yabancılığı koruyarak, hatta altını çizerek aktarırken kimi çevirmenler hedef metinde anlaşılır olmayı daha çok önemsiyor ve bu tip farklılıkları “yerlileştiriyor”. Çeviri dil kadar (ya da dil ile birlikte) kültürün de aktarılması demek olduğundan, okur olarak “yabancılaştırma” anlayışının benimsendiği çevirileri tercih ediyorum. Ancak zaman zaman bunun çevirmen açısından sınırlayıcı olduğunu düşünmeden de edemiyorum. Çevirmenle aynı çeviri anlayışına sahip bir başka kişinin de aynı cümleyi aynı şekilde çevirebilecek olması kişiselliğin önünü tıkadığı gibi özgünlüğü, yaratıcılığı da tıkayacaktır gibi geliyor. Bu da çevirmenlerin her zaman (haklı olarak) şikâyet ettiği “görünmez olma” sorununu besleyerek sürecin sanatkârane yönüne halel getirecek gibi geliyor.
Nerede nasıl davranılacağı sorununda sanırım yazarın kastının anlaşılması en büyük yol gösterici niteliğinde. Eğer Alymer ya da Louise Maude değilsek ve bizzat Tolstoy rehberliğinde o çeviriyi yapmıyorsak, yazarın niyetini her zaman anlayamayabiliriz. Burak Şakır’ın çeviri sürecinde zaman zaman “Mark Twain Türkçe yazsaydı nasıl yazardı” diye düşündüğünü tahmin ediyorum. Belki de bu düşünüşün verdiği cesaretle Twain’in metnine sadık kalmadığı bir ifadeye rastladım okumam sırasında. Kitabın üçüncü bölümünde yukarıda bahsi geçen çete büyücüler ve cinler hakkında ateşli bir tartışma yapmaktadır. Onlara sahip olup istediklerini yaptırabileceklerini konuşurken, bir cin o kadar güçlüyse neden sözümüzü dinlesin noktasına gelirler. Bunun üzerine Huck, “if I was one of them I would see a man in Jericho before I would drop my business and come to him for the rubbing of an old tin lamp” der.
“Jericho” bizim kültürümüzde karşılığı olmayan bir ifade. Diğer çevirmenler “Eriha’ya götürmek/yollamak” olarak yorumlamış bunu. Ancak 19. yüzyıl Amerika’sında, o küçük çocuğa bunu söyleten Mark Twain gerçekten Jericho’dan/Eriha’dan söz etmiyor olabilir diye düşünmeden edemiyor insan. Burak Şakır şöyle Türkçeleştirmiş: “Hem var ya, eğer ben bir cin olsaydım, herifin biri kalkıp da lambamı ovaladı diye ona tıpış tıpış gitmeyi bırak, o herifi alıp tilkinin bakır sıçtığı bir yere bırakıverirdim.” Bu gerçekten Twain’in sesi gibi geldi bana okurken. Onun o muzip gülüşü yansıyıverdi yüzüme de. Bu ifade için Burak Şakır’ı da, risk alarak bunu onaylayan yayın ekibini de alkışlıyorum kendi adıma.
Çevirmenin emeği
Eserin bütününe bakınca, oldukça yaratıcı, orijinal, sadık ve güzel bir çeviri gördüğümü söyleyebilirim. Bazen yorumcu esere değer katabilir demiştim ya, bu çeviri bunun iyi bir örneği bana kalırsa. Söylediğim gibi emeğin görünür olması adına küçük bir katkı bütün bu cümlelerim.
Tüm çevirmenlerin emeği (her bakımdan) yerini bulsun, Huckleberry Finn’in okuyanı seveni bol olsun.
![]()
|
- Mark Twain’i Türkçede Okumak - 2 Temmuz 2019