Derinleri düşünmek korkutur insanı. Bazen de yorar. Ama bambaşka bir hayatın derinliklerinde kendi gerçekliğiyle karşılaşabilir. Karşılarsa, işte o edebiyattır.
Boş bir kumsalda durup yumuşakça dalgalanan denizin sesini dinlersiniz. Serin rüzgâr içinizi rahatlatır. Ne kadar büyük, dev bir varlığın hemen yanında olduğunuzu hisseder misiniz peki? Açık denizde bulunan biri kadar değil herhalde.
Açık denizde, bir güvertede, etrafa bakarsınız. Dört yanınız sonsuz mavi. Ama sonsuzluk duygusu değil bu. Bir varlıktan çok, yokluktur algıladığınız. Mekân yokluğu. Kara görünmediği için, herhangi bir yön diğerlerinden farklı değildir. Hangi taraftaki karaya hangi uzaklıktasınızdır, kim bilir! Denizin bir yerinde, dünyanın bir yerindesinizdir. Sanki hiçbir yerdesinizdir. Mekân yoktur, ama alan vardır. Dev bir alan. Enginlik. Ama çok büyük de olsa, sonuçta, iki boyutludur alan.
Yüzerken biraz açılırsınız. Pek alışkın değilsinizdir, sırt üstü biraz dinlenip geri dönmeniz gerekir. Ama önce birazcık dalmak istersiniz. Gerçek bir dalış değil elbette, başınızı sokup hafifçe aşağıya yönelirsiniz. Boyunuzun birkaç katı derinliğindeki denizin dibinde taşlar ve bitkiler karartı biçiminde görünmektedir. Geriye doğru, sığ tarafta, dipteki cisimler daha net görünmektedir. Uzaklara doğru daha karanlık. Görünmeyen kısımları düşünürsünüz, derinleşerek giden, dünyanın öbür ucuna ulaşan korkunç miktardaki su. Ne büyük bir devin içindesinizdir! Nefesiniz biter, başınızı çıkarırsınız.
MAVİLİK, DERİNLİK, GERÇEKLİK
Ne kadar enginlere bakarsanız bakın, hangi açıdan görürseniz görün, “deniz” deyince sadece yüzeyini düşününce, bir gerçekliğin minicik kısmını algılıyorsunuz. Dümdüz bir varlık. Deniz yüzeyinin devasa alanına birazcık uygun bir mesafeden bakınca, yüksek sandığınız o 20-30 metrelik dalgaları minicik pürüzler biçiminde görüyorsunuz. İki boyutlu, yüzeysel bir algı, denizin yüzeyi. Deniz gerçekliğini, derinliğiyle birlikte algılıyorsunuz. Tıpkı resimdeki perspektif gibi, romandaki gerçeklik duygusu gibi, düşüncedeki hayata dairlik gibi.
Hem ayrıntıyı hem bütünlüğü görmeyi sağlayan bir bakış açısı, galiba ancak doğru bir mesafeyle birlikte sonuç veriyor. Belki de denize çok yakın yaşamak, onu her gün görmek, dev bir bütünlüğün minik bazı parçalarına bakıp durmak sonucuna neden oluyordur. Hele denize yakın yaşayıp onunla iletişim halinde olmamak, mutlaka öyledir.
Öyleyse, uzak bir şehirde dünyaya gelip çocukluğun ilerleyen yaşlarında denizle karşılaşmak, bazı durumlarda denizi daha iyi görmeyi sağlayabilir. Hele sonraki yıllarda denize açılmayı, karadan uzakta günler geçirmeyi gerektiren bir işte çalışınca. Kanıksamış bir gözle bakmaz, denizle sonradan tanışanlar. Ve mutlaka korkarlar. İyi, güzel, başka ne kadar olumlu yönü bulunursa bulunsun, dehşetli bir şeydir, deniz. Dünyanın en büyük canlısı gibidir. “Ölülere asla yer vermeyen” bir mekândır. Zaman Aynası öyküsündeki anlatıcının dediği gibi, ceset ve leş barındırmaz, mezarlığı yoktur.
***
Denizle ilgili öykülerin asıl konusu, çoğu zaman, denizden çok gemi insanları olmuştur. Cemil Kavukçu’nun deniz temalı öyküleri de öyle.
Fakat bir gemi insanı değil, Kavukçu. Bir öyküdeki anlatıcı aracılığıyla, denizi gördüğünde sekiz yaşında olduğunu belirtiyor. Öykü gerçekliği içindeki bu söz, yazarımızın gerçek hayatına tam karşılık geliyor mu, bilmiyoruz. Ama kitabın başındaki sunu bölümünde verdiği bilgilerle uyuşuyor. Bilimsel araştırma gemisinin teknik bölümünde yer aldığını söylüyor. On beş yıl boyunca yapmış bu işi. Fakat denizdeki durumunu, gemi insanı değil de sıkça yolculuğa çıkan bir yolcu gibi görüyor.
Onun anlattığı denizi, gemileri, gemi insanlarını hep belli bir mesafeden algılıyoruz. Bu da konunun içinde kaybolmamızı, kendi hayatımızdan kaçıp gerçeklerden uzaklaşmamızı önlüyor. Okumayı “boş zaman uğraşı” diye görenlerin yazarı değil Kavukçu.
Deniz denize dayanabilenlerin işidir, diyor. Buradaki denizi belki dağ diye okursunuz. Dağa dayanabilmeyi düşünürsünüz. Veya fabrika fabrikaya dayanabilenlerin işidir, dersiniz. Bir ucundan insanın girdiği, diğer ucundan paranın çıktığı fabrikaları, onların birbiriyle ve piyasa denen şeyle ilişkisini, oralarda çalışmak için ölesiye gönüllü olma halini bilirsiniz çünkü. Anlarsınız Cemil Kavukçu’yu, anlattıklarını, hatta hiç anlatmaya çalışmadığı konuları bile anlarsınız.
Çünkü derinlikli bir yazardır o. Yoksa, denizdeki hayatın zorluklarını anlatırken, “Acımasız olan biz değildik, kurallardı.” der miydi? Ne anlatırsa anlatsın, insanı anlatan bir edebiyatçının sesi bu. Ve insanı, ancak koşulları içinde canlandıran bir edebiyat anlayışı.
Gemi insanlarına karaya çıktığında yalınayak yürümeleri önerilir. “Vücudunuzdaki statik elektrik topraklansın.” diye açıklıyor Kavukçu. Demek ki insan elektrik yüklenir, diye düşünüyorsunuz. Kara hayatında da, aile içinde, ticaret dünyasında, okullarda da. Demek ki hayat gerilimli bir şey. Sürekli bir topraklama gerekiyor ki, gerilimler insanın üzerinde birikmesin.
Hava sakin, deniz durgun olsun istenir. Ama bu da iyi değildir. Bu sefer de sıkıcı gelir deniz denizciye. Onların duymaktan korktuğu ama gizli gizli de duymak istedikleri felaket haberleridir. Fırtınalara direnmek, dev dalgalarla mücadele etmek! Gündelik hayatının dışına çıkmak ve sadece dinlenmek ister, edebiyat okurlarının bazıları. Derinleri düşünmek korkutur bazen. Çoğu zaman da yorar insanı. Ama bambaşka bir hayatın derinliklerinde kendi gerçekliğiyle karşılaşabilir. Karşılarsa, işte o edebiyattır.
Çünkü “Yaklaş” diye fısıldar, Çarkçıbaşı. “Büyük bir silgi al” der güçsüz bir sesle. Sanki son sözlerini söylüyordur. “Bugüne kadar ne gördüysen, ne duyduysan hepsini sil.”
Maviye Boyanmış Sular kitabı, Çarkçıbaşı’nın öğüdüdür.
- Maviye Boyanmış Sular
- Yazar: Cemil Kavukçu
- Türü: Öykü
- Basım Tarihi: Temmuz 2016
- Sayfa Sayısı: 134 Sayfa
- Yayınevi: Can Yayınları
- İbrahim Meleknaz’ı Seviyor! - 16 Şubat 2017
- Karanlığı Dağıtan Aydınlık - 5 Ocak 2017
- HAYIR’lı Bir Roman - 2 Şubat 2017
FACEBOOK YORUMLARI