Müslüm Kabadayı’nın, gerek araştırmacılık gerekse edebi yönü, doğduğu ve köklerine bağlı kaldığı Hatay ve çevresinden beslenmiştir.
Çukurova, yazar ve şairlere her zaman esin kaynağı olmuş, verimli toprakları ile doğurmuş, üretmiş, paylaşmıştır. Çukurova’nın dingin olmayan, direngen, verimli topraklarından nice değerli yazarlar, şairler çıkmıştır; Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ali Yüce, Yılmaz Güney ve daha niceleri… Belli ki daha da çok çıkacak. Bu değerlerin daha iyi tanıtılması, anlaşılmasında araştırmacılara ve yazarlara büyük sorumluluk düşüyor.
Müslüm Kabadayı panellerden panellere koşarak, elde kalem-defter köy bucak dolaşarak, unutulmaya yüz tutmuş halk hikâyeleri, anılar, maniler, fıkraları gün yüzüne çıkararak üzerine düşen sorumluluğu yerine getiren bir araştırmacı-yazar örneği oluşturuyor. Başta kendi coğrafyasından çıkanlar olmak üzere ülkenin değerlerine sahip çıkıyor. Çukurova, eski adıyla Kilikya; Adana, Mersin, Osmaniye ve Hatay illerini içine alan güney Anadolu’daki coğrafi, ekonomik ve kültürel bir bölgedir, dolayısıyla Çukurova’nın yarattığı değerlerden biri de Müslüm Kabadayı’dır.
Öğretmen, araştırmacı-yazar Müslüm Kabadayı gerçekte 1960’ta, resmi kayıtlara göre 1962’de Hatay’ın Yayladağı ilçesinin Kışlak Bucağı’nda doğdu. İlkokulu Kışlak’ta, ortaöğrenimini Düziçi İlköğretim Okulu ve Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1982’de mezun oldu. Üniversite öğrenciliği yaptığı yıllardan itibaren yerel ve ulusal gazete ve dergilerde şiir ve şair incelemeleri, kitap tanıtımları, eğitim ve siyaset alanında makale ve eleştiri yazıları, folklor alanında araştırma ve fikir yazıları yayımladı.
Gerek tarih gerekse sosyoloji, hatta tüm sosyal bilimler açısından coğrafyanın topluma etkisi genel geçer bir olgu olarak kabul edilir. Coğrafya toplumun ne üreteceğini, nasıl düşüneceğini, nasıl bir yaşam şekline sahip olacağını belirler. Toplumsal gerçekçi akım da topraktan alır konusunu, yani yaşamın ve emeğin gerçekliğinden. Kuşkusuz edebi metinler coğrafyanın etkisinde hem yazarın yaşanmışlıkları hem de dili ile belirgin bir karaktere kavuşur.
Müslüm Kabadayı’nın, gerek araştırmacılık gerekse edebi yönü, doğduğu ve köklerine bağlı kaldığı Hatay ve çevresinden beslenmiştir. (İlk öykü kitabı Salkım Saçak Keldağ’daki öykülerin tümü böyledir.) Közlü Yürekler, 23 öyküden oluşmaktadır. Öykülerde Çukurova insanının özellikleri ile Akdenizliliğin izleri görülür. Öykü kişilerinin fiziki özelliklerinde ve davranış yapılarında da bu durum gözlenebilir. “Çubuk Bükümü” öyküsünde pamuk tarlasında çocuk işçilik yapan Mustafa şöyle tasvir edilir: “Mustafa’nın yüzü kurak toprak gibi çatlamış, burnunun derisi soyulmuştu, Adana sıcağında çalışmaktan. Sonra parmaklarına baktığımda şakam şakam nasır bağladığını, tırnaklarıyla etinin açıldığını fark ettim. Bir yandan yetimlik ve öksüzlük vururken arkadaşıma, diğer yandan da pamuk ağaları kan kusturmuştu. Çok zoruma gitti o manzara, çok…” (s. 80). “Kediler(l)e Okurum Artık” öyküsünde de Akdenizlilik açıktan dile getirilir: “Resepsiyon görevlisinin tarif ettiği güzergâhtan gitmek yerine önce denizi görmek istedim. Akdeniz çocuğu olarak engin mavi suların verdiği huzuru sabah serinliğinde hissetmek, vazgeçilmezlerimdendi. Dar sokaktan sahile çıkar çıkmaz karşılaştığım manzara beni büyüledi” (s. 92)
Közlü Yürekler’de “toprak kokusu” vardır. Aşık Veysel’in türkülerindeki gibi zorlu ve hayatî olan toprak… Kabadayı, “İbn Garip’in Gözleri”nde “Bak İbn Garip, Ferruma senin için nasıl bir anne kucağı ise Sahra’daki Libyalılar için de kum şehirleri, tuz köyleri öyledir” tümcesinde de yer verdiği gibi coğrafyayı “anne kucağı” olarak düşünür (s. 12). “Saklıdam” öyküsünün ilk tümceleri şöyledir: “Toprak, gökten ne yağmış da kabul etmemiş. O topraktan anaların kan sıcaklığında, sevgi yüklü göz temasında yetişen insan da neleri kabullenmemiş ki…” (s. 59). Kabadayı öykülerinin geçtiği coğrafya -çoğunlukla Çukurova- farklı etnik, din ve kültürel yapıların öykülerde iç içe varlığına yol açmıştır. Kabadayı, yerel düzeyde köylünün toprağa bağının bilincindedir. Toprak işlemenin zorluğu ve kutsallığının farkındadır. Ulusal düzeyde anti-emperyalist tutumla, yurtsever bir bakışla toprağını savunur. Evrensel düzeyde de tüm türler için yaşamsal önemini vurgular. “Güzel Ev (N)için” öyküsünde toprak sevgisi bütünlüklü doğa varlığı içinde bilinçli bir şekilde tanımlanmaktadır: “Kimdi bu insanlara korku salan bu silahlı sürü ve neydi onları böyle canavarlaştıran? Ağaçlara serinlik, çiçeklere sevgi ve toprağa ışıklı tohum düşüren doğa anayı, niye yangın yerine çevirirlerdi?” (s. 36). Suriye’de, “Güzel ev” anlamına gelen Kesab kentinde cihatçı terör örgütlerinin işgal faaliyetlerine karşı yurtsever direnişçilerin mücadelesini anlatan öyküde, coğrafi varlıkların kişileştirilerek duygusallığın güçlü kılındığı görülür: “Keldağ, bu şirin kasabasına, güzel evine bakıp bakıp başını öne eğerken, eteklerine her ateş düştüğünde, yüreği sanki hançerle çiziliyordu” (s. 37). Yine aynı öyküde Turabi, aynı direniş birimindeki arkadaşlarına “Kardeşlerim, bu topraklar ayaklarımızın altından kaymayacak kadar bizim etimiz ve tırnağımızdır. Burada var olmamız, toprağımızın geleceğidir. Yok olmamız ise, tüm Batıasya’nın kötürümleşmesi demektir” diyerek direnişin başarısının toprağı ve bağımsızlığı kurtaracağını vurgulamaktadır (s. 38).
Suriye gezisi sırasında tuttuğu günlükten yola çıkarak hazırladığı “Suriye Günlüğü” adlı bir kitabı da olan yazarın, Ortadoğu’da yaşanan çatışma, savaş, katliam gibi konuları işlemekten uzak duramadığı görülür. Yazar, çağının sancılarını taşımalı ve aktarmalıdır nihayetinde: “İdlip tarafından köyümüze doğru insan avcısı mermiler, toprak düşmanı havan topları, bombalar düşmeye başladı. katil sürüleri, fabrikalarımızı, petrol kuyularımızı, tarım ofislerimizi yağmalayıp götürmeye başladılar topraklarımızdan” (s. 16). 20. yüzyıldan itibaren manda ve himaye kavramıyla sömürülen Ortadoğu toprakları, günümüzde Büyük Ortadoğu Projesi ve Arap Baharı gibi kavramlarla sömürülmeye çalışılmaktadır. Yazar, “Güzel Ev (N)için, “İbn Garip’in Gözleri” ve “Saklıdam” öykülerinde emperyalist hesapları ve bu hesapları bozanları ele almıştır. Hatay ve çevresinin Ortadoğu’daki çatışma ve savaşlardan toplumsal, demografik, ekonomik, siyasi alanlarda Türkiye’nin en çok etkilenen bölgesi olması, güvenlik sorununun bölge insanlarında kaygı ve korku uyandırması yazarın yaşanmış öyküler yoluyla duyarlık oluşturmasına yol açmıştır. Yazar, savaşın yıkıcılığını anlatırken üzerinde yaşayan canlılarla bir bütün olarak doğaya duyarlık yaratmak istemiştir: “Bağcağız köyü çevresinde çatışmalar yoğunlaşmıştı ve top atışları dağları döğüyordu. Sadece insanlar değil, hayvanlar ve ağaçlar da bu döğüşle yere seriliyordu. Ayakta ve hayatta durmakla devrilip yıkılmanın büyük çelişkisini, bu manzara karşısında insan en ücradaki hücrelerine kadar hissediyordu.” (s.40). Közlü Yürekler’de işgal ve talana karşı duranlar, hesapları baştan sona değiştirenler de vardır… Onlar yurtsever duygularla harekete geçenlerdir ve yurtseverlik, sınıf bilincinden uzak değildir: “Zaten toprağı işleyen bilir toprağın kıymetini. Sonunda toprağı işgalden kurtaran da hep biz çarıklılar değil miyiz?” (s. 60).
Közlü Yürekler’de yer alan öyküler kentten daha çok köyde geçer ve köylü yaşantıları anlatılır. Taşrada geçim kaygısı ve çabasındaki insanlar, köylüler, emekçiler, kendi yağında kavrulanlar vardır. “Tezgâhtaki Gramofon” öyküsü öz bir şekilde köylünün hâlini toplumcu anlayışla gözler önüne serer: “Ters çevrilmiş semer gibi iki tepenin arasına yerleşmiş bir köyde geçmişti çocukluğu. İnsanlar yoksuldu, topraktan geçinemedikleri için köylülerin birçoğu pamuk çapalamaya, toplamaya giderlerdi. Irmak suyu içer, sivrisinekle boğuşurlardı. Köye döndüklerinde de sabahın köründen güneş batıncaya kadar sıcağın altında kazandıkları paralarla ya çocuklarını evlendirir ya da bir yıllık ihtiyaçlarını giderirlerdi. Köyde lüks denebilecek nerdeyse hiçbir şey yoktu, iki üç evde büyük bataryayla çalışan radyo dışında” (s. 101). Örneğin “Eskisi Büyük” öyküsünde Menetli Ebu Abdullah patika yollarda katırlarla mal taşıyıp yayla köylülerine götüren bir çerçidir. Katırlarla taşıdığı yükünü Kandil Çayı’na kaptırmamak için uçurum yarında verdiği geçim kavgası anlatılır. “Nişadır Yangını” öyküsünde de kendi yağında kavrulan köylünün geçim kaygısı öne çıkar: “Bir sabah boz eşeğini ahırın karanlığından çıkardığında, onun kötürümleştiğini fark etti. Uyuz olmuştu kahır yükünü çeken hayvan. İçini çekti, burnunu sıksan canı çıkacaktı. Boz eşeğe bir şey olursa, kolu kanadı kırılırdı.” (s. 45).
Toprak işçiliği ya da emeği varsa kapitalist düzende sömürü de beraberinde gelmektedir. Çukurova’nın gerçekliklerinden biridir mevsimlik işçi sömürüsü. “Çubuk Bükümü” öyküsünde mevsimlik pamuk işçilerinin yaşamlarına değinilir: “Ameleler, bazı yerlerde traktörlerin römorklarında tarlalardan çadırlarına doğru dönerken, bazı tarlalarda da kamyonlara hararları yüklüyorlardı. Arada bir su kanaletlerine paralel ilerleyen yol kenarlarında hayvanlarını otlatan çobanların meraklı bakışlarına takılıyorduk.” (s. 76).
“Közlü Yürekler”, coğrafyanın kişi, kültür, sınıfsal yapı ve ilişkiler, diyalektik gelişim üzerindeki etkilerini gün yüzüne çıkarır. Hayata bilinçli bir bakışla sezginin dorukta olduğu bir kültürel algısı olan yazar, belli ki nedensellik ilkesini özümsemiştir. Kabadayı’nın öykülerinde savaşlar, sınıf çatışmaları, açlık, yoksulluk, kıyamlar, kıyımlar, ölümler, acılar, kardeşlik ve dostluğun sebepleri ve sonuçları vardır. Bu sebepten tüm yaşantılar sorguya açıktır, değiştirilmeye de…
|
FACEBOOK YORUMLARI