
Büyülü bir coğrafya, büyülü bir halk ve büyülü bir dil… Ve bu coğrafyanın en özgün çocuklarından biri olan Octavio Paz…
“Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan attır. Efsane, koşuyu kaybetse de, ‘kaybettikten sonra da’, koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. ‘Vurulduktan sonra da’ bir süre uçan bir kuş. Halk onu; alır, can kafesinin içine sokar, orda besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. Efsanemiz ise başkalarının yazgısında.” – Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle
Efsane ve tragedya… İnsan ve isyan… Lâtin Amerika’ya ve o coğrafyanın siyasal kültürel aktörlerine ilgimizin kaynağını bu dört sözcükle özetleyebiliriz. Okyanus ötesindeki bu sihirli kıtaya ve lirik insanları bizim masalsı-destansı yanımızı kışkırtır. Lâtin halklarının “Evet isyan… Evet insan” geleneği içinde söyleyen ve eyleyen insanın tüm trajik halleri bizde yeni sorular ve yeni cevaplar oluşturur. Nedense onlar bize hep kahraman-efsane gibi gelir. Bu öyle bir cazibeli parıltıdır ki, bize kendi hikâyemizi bile unutturur. Hayat herkese bir kez de olsa kahraman olma şansı sunar, dense de, bu şansın bize uğramadığına hayıflanıp, onların varlığı ile derdimizi unuttuğumuz, kendimizi ihmal ettiğimiz bile olur.
Lâtin edebiyatının, siyasal direniş geleneğinin, şiddetli alt üst oluşları, derin ruhsal acıları, adalet-adaletsizlik, kirlenme-arınma, zalim-mağdur gibi tragedyayı oluşturan öğeler içermesi ve kahramanının çok olması da ilgimizin kaynaklarını oluşturur. Bu efsunlu çoğrafyanın Zapata, Jose Marti, Panço Villa, Aztekler, Mayalar, Kızılderililer vb. hakkında çok az şey bilsek bile hep onlardan yana tarafızdır. Onlar kaybedince biz de kaybederiz. Kazanınca, (ki çok az kazanırlar) biz de kazanırız. Bu ilgi bir anlamda, Walter Benjamin’in, “Hiç yazılmamış bir şeyi okumak” dediği en eski okuma biçimidir. Yazılmayanı okumak, bilmediğimizi bilmek gibi bir hâl…
Yazdıkları derin araştırmalara dayanan, Octavio Paz’a duyduğum sempatinin kaynakları da aynı kaynaktan beslenir ama sonra kendine ait bir odak oluşturur. Bu ilgi, ilk önce ve elbette, siyasi olarak Latin Amerika devrimcileriyle ve muhalifleriyle ilişkimizin tarih içinde oluşmuş doğrudan sonucudur. Bizim kuşak sosyalistleri için Sovyet, Çin ve Latin üçgenindeki kutuplaşmaları bir yana, genel olarak bir Latin Amerika heveskarlığından söz edilebilir. 12 Eylül 1980 öncesinde Avrupa’daki düşünsel akımların sosyalistlerin kültürel-siyasal hayatlarında esamisinin okunmaması, oradaki parıltının yarattığı göz ve gönül kamaşması olarak da okunabilir. (Avrupa’yı ihmalimiz elbette, kırmızı yanlışlıklarımızdan biridir…)
1965’lerden itibaren özel olarak Mahir Çayan’ın önderlik yaptığı siyasal gelenek açısından Lâtin Amerika ilgisi, siyasal bir merakın, dayanışmanın ve sempatinin ötesinde Küba devriminin teori ve pratiğinin evrenselleştirilip Türkiye’ye tercümesiyle ilgilidir. Turgut Uyar’ın, “Bir aşkın ölümdür kafiyesi/ Dağlara filan denk gelir” dizelerindeki gizli anlam, Metin Demirtaş’ın “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” dizelerinde açığa çıkan, yargılandığı, yetmişli yıllarda dillerden düşmeyen dizeler, Can Yücel’in bir Che Guevara çevirisinden aldığı ceza bu ilginin kültürel-siyasal bazı göstergeleridir.
Gerilla romantizmine soyut bir ilgiden öteye, Jose Marti, Zapata, Che Guevara, Fidel Kastro ve Küba devrimi bu ilginin siyasi ve moral doruğu olarak devralınan bir gelecek tasavvurudur. Bunun anlamı, hayatımıza giren yeni bir imgenin o gün bugün, mağlupların ışıltısı olan bir moral emanet olarak da taşınmasıdır. Borges, Eduardo Galeano, Marguez vs. gibi yazarlar ise, siyasal alanın kapsamı içindeki devrimin “artakalanı” olana duyulan kültürel-edebi bir ilgi olarak ikincildir. Bu denklem içinde Paz, diğer yazarlara göre daha az ilişkilenilen, ama, ama bir kez yolumuzu kesince tiryakilik yapan döne döne okunabilen bir şair ve düşünürdür.
Biz, üç Lâtin Amerikalıyı, üç Şililiyi, Meksikalıyı yan yana görsek heyecanlanırız. 12 Eylül 1980 yenilgisiyle birlikte bu ilginin görece sönümlenmesi veya bilinçaltında uykuya dalması, Zapatistaların ve Askumandante Marcos’un, felsefe dilini, imgeleri politik söylemin içine sokarak yeniden hatırlatmasıyla yineden güncelleşti. Tarihsel bir süreklilik içinde, Zapatistalarla güncelleşerek bir aşkı bize yeniden anımsatan, “Ne varsa onlarda, oralarda var” duygusu, biraz da, düşlerimizi onlara devretme mecalsizliğimiz ve hatta yanı başımızda geciken bir halkın, Kürtlerin işaret parmaklarıyla ayağa kalkmalarını görmezliğimizin “gerekçesi”dir! Halen, göz ve gönül ucuyla da olsa, Amerika kıtasının balkonu Meksika’nın, Chiapas ormanlarında Zapatistalara ilgimiz, yakın takibimiz, ormandan gelen felsefi metinleri bir emanet olarak taşımamız ve çoğaltmamız sürmektedir. Bu coğrafyanın bende sihirli ve romantik bir direniş çağrısını imlemesi, sosyalistlerden de önce, Maya, Aztek Kızılderililerinin kültürünün varlığına dair bir mitolojik heveskarlıktır.
Beyaz adam gerçeği ve imgesi karşısında, mağluplara, ezilenlere, dışlananlara, ötekileştirilenlere duyulan sempatinin dışavurumu. Efendinin dili olarak kıtaya taşınan ama yerliler tarafından zaman içinde, sömürgecinin elinden alınarak isyan ve bir direniş diline dönüştürülen İspanyolca’ya olan kırmızı saygımız da buna dahil edilebilir. Yani büyülü bir coğrafya, büyülü bir halk ve büyülü bir dil… Ve bu coğrafyanın en özgün çocuklarından biri olan Octavio Paz…
- Evinin duvarına gömülen şair - 28 Temmuz 2018
- Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur? - 26 Haziran 2018
- Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak - 8 Nisan 2018
FACEBOOK YORUMLARI