Octavio Paz: Zaten şiir… Keşke şair…

Octavio Paz’ın varlığını çağımızın entelektüel şanslarından biri olarak tarihe not düşebiliriz. Felsefi, ideolojik, edebi-siyasi olarak anlamlar, yan anlamlar odağıdır.

“Bilgidir şiir, kurtuluş, erk, vazgeçme. Doğası gereği devrimcidir şiirsel eylem, dünyayı değiştirmeye yetebilir işlem; tinsel çalışma, bir iç-kurtuluş yöntemi. Bu dünyayı açığa vurur şiir; bir başka dünya yaratır. Seçkinler ekmeği, ilençli besin. Yalıtan, birleştiren. Yolculuğa çağrı; sılaya dönüş. Esinleme, soluma, kas alıştırması. Boşluğa yalvarış, yoklukla söyleşi: İç sıkıntısının, umutsuzluğun verdiği iğrentiyle beslenir. Ölü ağıtı, dua, yortu, tanrının varlığı. Büyü, tütsü, okuyup üfleme. Yüceltme, denkleştirme, bilinçaltının örünü. Irkların, ulusların, sınıfların tarihsel belirlenimi. Tarihi yadsır şiir: Bütün nesnel anlaşmazlıklar çözülür onun bağrında, önemsiz bir geçit olmanın  dışında başka bir şey olduğunun bilincine varır.” – Güneş Taşı, Octavio Paz 

Zaten melez insan… Keşke İspanyolca Araf, ara bölge…

Octavio Paz’ın varlığını çağımızın entelektüel şanslarından biri olarak tarihe not düşebiliriz. Felsefi, ideolojik, edebi-siyasi olarak anlamlar, yan anlamlar odağıdır. Okudukça kimyamızı değiştiren bir şair. Yangından ilk kurtarılacak eserler bırakan bir düşünür. Hem sıcak savaş hem de soğuk savaş dönemindeki ideolojik ve siyasi yanılgıların ortasında, paniğe kapılmadan dünyaya bakan, yorumlayan biri. Sürekli bir dinginliğin içinde sürekli bir ayaklanma. Bezen sözcüklerle, bazen imgelerle, ama ilk ve son tahlilde ateşin aklına uyan bir ayaklanma. Sözcüklerinin telâşlı olmayışı, kavramlarının tüm yönlere bakışı, insanı tarihsel ve güncel tragedyası içinde kavrayışı yapıtlarının her yönden okunması için olanak sağlar. (“Hem yüz, bir kitap gibi her yönden okunabilir” İ. Berk) Paz, nice kavram, nice hayat biriktirerek kendi ben’ini oluşturmuşsa da, kendinden istifa etmeden, çağının tüm entelektüelleriyle teorik ve pratik teması olan, kavram alıp kavram veren bir çerçidir. Her sabah hem kendine hem öteki’ne uyanan, hem bilginin hem imgenin kapısını tıklayan, tarihin vicdanına geçmiş tüm entelektüellere kapı komşu olan Paz, öte yandan dedesinden başlayarak geriye doğru tüm yerli söylenceleriyle, mitoloji kahramanlarıyla arkadaştır. Üstüne başına bir bilgelik, ermişlik sinmişliği de vardır, ama biz yine de ona bilge demeyelim. Bilgeden başka ve fazla bir figür. Bir suyun durulması ama çürümemesi… Alttan alta, halktan halka, sözcükten sözcüğe, gerçekten mitosa, hayattan kavrama ve şiire dönenerek kendini yenilemesi. Helâl gibi görünen haram bir su olarak yeraltından gitmesi ve gelmesi. En özgün yanlarından biri kendine çok az yenilen, kendine çok az yanılan bir dünyalılardan biri olmasıdır… Yenilgi onda dolaylı bir haldir, bizim mahallenin çocukları yenildiği için o da yenilir… Turgut Uyar’ın; “biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır/ şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum/ ya da üst üste silah atsan/ kent tepinir belki bütün kuşlar uçar/ belki değil mutlaka/ ama/ bir tanesi mutlaka kalır” dediği, dalda kalan son kuşlardan. Kavramlarının arkasına, şiirlerinin içine dağda ve dalda kalan son kuşu gizleyen şair-düşünür. Zaten şiir… Daha çok şiir, daha az şair… Bu nedenle keşke şair…

“yaşam ne zaman bizim oldu gerçekten?,/ biz ne zaman biz olduk?,/ biz yalnızlar boşluktan, baş dönmesinden,/ aynada yüz buruşturmalardan,/ korku ve bulantıdan başka neyiz gerçekte,/ yaşam bizim değil başkalarının,/ yaşam kimsenin değil, biz hepimiz/ yaşamız- başkaları için güneş ekmeği,/ bütün başkaları için, ki bizler hep,-/ ben başkasıyım ben olduğumda, edimlerim/ başkalarının da olursa benimdir en çok,/ kendim olabileyim diye bir başkası olmalıyım ben, benden çıkıp beni başkalarında aramalıyım,/ var değilsem var olmayan başkalarında,/ bana varoluşu veren başkalarında,/ yoktur ben, biz her zaman başka bizleriz,/ başkadır yaşam, her zaman orada, en uzak,/ senin, benim dışımızda, her zaman ufuk/ bizi yoldan şaşırtan ve ayıran kendi kendimizden,/ bize bir yüz uyduran ve bunu kullanan yaşam,/ var olma açlığı, ey ölüm, herkesin ekmeği,” (Güneş Taşı)

Şiirin kalbini kırmadan baştan söylemeliyim: Paz’ın, “başyapıtı” sayılan, Julio Cortasar’ın, “Lâtin Amerika’da yazılmış en büyük aşk şiiri” dediği “Güneş Taşı”, meraklılarının üzerinde ayrıntılı okumalar yapması gereken bir şiirdir. Sait Maden’in çevirdiği, insan-varlık ve doğa üçgenine yayılan bu şiirin dizeleri arasında Paz’ın poetikasının gizlendiği söylenebilir. Şunu söylemek istiyorum, sadece bu şiirden yola çıkarak bile, onun şiirine dair estetik bir ana fikir edinilebilir. Onun için şiir bir bileşik kaplar sistemidir ve kendisinin de altını çizdiği gibi kaynağı da hayatıdır. Hayatın atlanarak metinlerarası ilişkilerin mutlaklaştırıldığı, imgenin ve sözcüklerin metalaşıp seyir nesnesine dönüştüğü günümüz dünyasında onun bir kaynak olarak hayata vurgu yapması önemlidir. Paz’ın, “Yaşamış olduklarımın ya da onda yaşadığım üzerine yazarım ben. Yaşamak aynı zamanda düşünmektir, bazen de duygu ile düşüncenin tek olduğu alana, şiire varmak için sınırı geçmek gerekir” cümlesi poetik tutumunun ip uçlarıdır. Ama, dikkat! Çünkü, bu tür saptama, her şeyin hayata indirgendiği, kavramsal düşünmenin ve imgenin ihmali için gerekçe olmamalı. Hayata yaptığı vurgunun soyutlama bahsindeki entelektüel kıymetini unutturmayı ima etmez. Oysa, burada söylememiz gereken şey; hem genel olarak şiirin hem de onun şiirlerinin bilgiyi, hayatı paranteze alarak, önce kendi içine kapandığı, orada yeni dünyalar kurduğu ve şiir olarak zuhur ettiğinde ise artık bilgiden ve hayattan başka ve fazla bir şey olduğudur. Bu çalışmada dil, hayatın karmaşık ama sonuçta düz çizgiselliğinden kaçıp, kendi içine kıvrılarak, orada şiir için gerekli yolcuğu örgütler. Onun şiirindeki müjde, hayatın ve imgenin sevincini dizelere taşımasıyla ilgilidir. Cemal Süreya’nın Turgut Uyar için söylediği, “Duyarlılık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükselir.(…) Eskiden omurilikle yürek birlikte çalışırken şimdi omurilik yüreğin yedeğine giriyor” cümlesinden el alarak Paz’ın şiiri de okunabilir. Paz’ın hem işlevsel görüntüler yaratarak, hem de muhalif gürültüler yaparak dünyayı üstlenmesi, bilgi-bilinç, yürek ve ömürilik üçgeninde gerçekleşir. Bu nedenle, hem büyük yapıtları, hem de büyük işlevi vardır…

“Troçki’nin hırıltısı ve yakınmaları/ yaban domuzundan: neden öldürüyorsunuz beni?,/ vay canına’lar, iç çekişleri, susuşları/ katilin, ermişin, zavallı şeytanın,/ tümcelerin, fıkraların mezarlıkları/ sanat köpeklerince kazılan, altüst edilen,/ sayıklama, kişneyiş, ölürken çıkardığımız/ anlaşılmaz gürültü ve doğan/ yaşamın bu soluması ve kırılmış/ kemiklerin sesi kavgada/ ve yalvacın köpük saçan ağzı/ ve haykırışı ve celladın haykırışı/ ve kurbanın haykırışı…”

Biz, Paz’ın “Güneş Taşı”ndaki bu dizelerinden mülhem, işi siyasete vurarak daha fazlasını söyleyelim; kurban cellat diyalektiği, sesin sese karıştığı. Ve bir aşkın tam ortasında anımsanan ve bize anımsatılan bir siyasi cinayet olarak bizim mahallenin çocuklarından Leon Troçki’nin öldürülmesi. Ve cinayeti kurgulayan teorisyenlerin uzaktan soğuk ışıltılarla gülmeleri. “Zorunlu kötülük” olarak gerekçelendirilmeden incelenmesi gereken bir dönemin  ve onun baş aktörü Jozef Stalin’in taaa, Kremlin’den soğuk çelik gülüşü. (Yanı başında “sosyalist gerçekçiliğin” kültür memuru Jdanov ve diğerleri…Zincirleme trajik kazası…) Ve biz sosyalistlerin “adalet korkusu” içinde hâlâ yüzleşemediğimiz, hâlâ birbirimizin “sır katipleri” olarak idare ettiğimiz siyasi cinayetlerden birinin bir şiirin içinde bir kez daha Paz tarafından yüzümüze vurulması. Onun, aşk, erotizm ve cinsellik üzerine yazılarında çok karmaşık siyasi sorunların önümüzü kesmesine alıştık. İnsana dair her türlü eylemleri sözcüklere, sözcükleri eylemlere yakıştıran birinden başka ne beklenebilirdi ki. Borges ile Paz’ı karşılaştıran Emir Rodriguz Monegal’in de söylediği gibi, Borges’in kitaplardan oluşan soyut dünyasına karşın Paz, hayat bilgisi ile hayal bilgisi arasında altın denge kurarak entelektüel etkinliği daha derin ve işlevsel olan bir yazar.

Değişik şiirlerinin derlemesi olarak Türkçe’ye çevrilen “Uzak Komşu” da Paz’ı okumanın da anahtarı olabilir. Coğrafi olarak uzak bir komşu, dünyanın öte ucunda, ama tarihsel ve tinsel olarak da bir o kadar yakın… Dünyaya dair sorularımız, kaygılarımızın çok benzeştiği biri. Aynı apartmanda otursaydık “iyi bir komşu olurduk” izlenimi veren, kapısını tıklayıp kavram ve şiir alışverişi yapabileceğimiz hissini uyandıran bir yazar. Bu çat kapı komşu olma durumu, onun kavramlar kadar sokağa ve insana da yakın olmasıyla ilgilidir. En karmaşık soyutlamalarının içinde bile insanı görebiliriz. (O Türkiye’ye gelse, Diyarbakır’ı merak ederdi, ama Diyarbakır’da da “Suriçi”ni Hançepekli çocukları, tarihin emri siyasetin kavliyle azalan Süryanileri, Ermenileri, Yezidileri yani, azalanları, mağlupları merak eder, onların hayatlarından ve mekânlarından  yeni sözcükler, yeni bilmeler doldururdu torbasına…)

“Rişikeş’ten bu yana/ Ganj yeşildir hâlâ/ (…) / Demiştin ki;/ Le pays est plein de sources. (Ülke kaynak dolu)/ O gece ıslanmıştı ellerim göğüslerinde.” (Su Anahtarı)

Paz’dan, Latin Amerika’ya ve Meksika’ya ait ateşli bir sihri devralırız. Ama bununla kalmaz Doğu’ya, Hindistan’a ait bir mitsizimi, Buda’yı belki de, belki de Ganj suyunda iki kere yıkanmayı da devralırız. Her şiirden/düzyazıdan sonra ağzını Ganj ile çalkalayan Meksikalı Paz’ı, her beyitten sonra ağzını gülsuyu ile yıkayan “Art çocuk, Muhyiddin Çelebi” olarak da, “Fırat suyu bütün bir bölgeyi/  takma adlarla dolanmak/ Zorundadır/ Ölüm güney yarımkürede/ Çok sığ ve sonsuz geniş/ Bir ırmaktır/ Ganj da derler ona.” (Cemal Süreya…) dizeleri içinde “uzun yaşamalı bir su” olarak da düşünebiliriz. Paz, derler ona, şiirlerin, kavramların, dünyanın yalancısıdır. Latin Amerika’da yağmur ormanlarının en uzun çığlığıdır, Meksika’da, yetim ve öksüz bir suyun rüzgâr marifetiyle su’dan fazla bir şey oluşudur… Çığlıkları soru, yanıtları cevap olan bir düşyalı…

“Dünyanın dinlendiğini gördüm kendinde./ Ve bir ad taktım şu saatin buçuğuna:/ Ölümlünün kusursuzluğu.”

Bir şairden söz edince, “edebiyat yapma” ve “güzelleme eğilimi”nin ağır bastığı bir huyumuz vardır. Bu durum ancak, şairi, yaşadığı nesnel dünya, coğrafya ve kültürel iklim içinde gerçek bir insan olarak tasarlayarak alt edilebilir. Şairin bizi çarptığı şeyler, başka bir okumayla onun coğrafyasının da, onun somut insanlarının da dolaylı olarak bize çarptığı şeylerdir. Yani onun bilgisi ve imgesi, onu oluşturan maddi ve manevi dünyanın da bilgisi ve imgesidir. Birbirine indirgenemezse de, belirleyen ve belirlenen gibi mekanikleşmese de hal böyledir. Bu nedenle şairin ilk kaynağı ve şiirlerinin vaadi kaynağından okunmalıdır, ama Paz gibi şairlerde tersinden de okunmalıdır. Şair karşısındaki merak ve şaşkınlığımız, tıpkı doğa ve aşk karşısındaki kimyamızı değiştiren şaşkınlığımız gibi iyi kalpli bir merak ve şaşkınlıktır. Ve biz, şairden şiirden devraldığımız sarsıcı merak ve şaşkınlıklarımızı eşyalara, nesnelere de geçiririz. Ama en çok da içimize kaydederiz… “Benim şairim” dediğimiz şairler, hep içimizde, bilinçaltımızda uykuya yatmış olarak durur.

 “Sembollerle dövmelenmiş minareler:/ Ve o kûfi elyazması ışıldadı/ Anlamının ötesinde./ İmgesiz görüntülerim olmadı benim.,/ Yitene dek döndüklerini görmedim biçimlerin/ Durgun bir açıklık içinde…”

Hulki Aktunç; bir zamanlar, “Ayırt edelim:/ Üzüm toplayan şairi/ ve Şarap basan şairi./ Rastlayan şair ile/ Arayıp bulan şairi./ ve yansıtan şair ile/ Yorumlayan şairi.” demişti. Şimdi hep birlikte Octavio Paz’ı ayırt edelim…

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Octavio Paz: Ömürilik’ten damıtılan söz ve köz

Read Next

Modern Bir Rapunzel Masalı

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *