
Adına edebiyat denen bu dipsiz kuyunun kalıplaşmış anlatım şekillerini ustalıkla yıkan, yeni ve farklı bir şeyler denemek isteyen, tuhaflıklara anlamlar yükleyip anlamsızlıklardan tuhaflıklar çıkaran öykülere itirazı olmayan herkesi bir doz Selamet almaya davet ediyorum.
Onur Selamet’le ilk kez yaklaşık on yıl kadar önce, Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi’nin ikinci sayısındaki öyküsüyle tanışmıştım. Amatör olduğunu iddia etse de o genç yaşındaki birinden beklenmeyecek derecede duru ve akıcı bir anlatıma sahipti. Daha sonraları, bir nebze piştikten sonra Onur bir noktada “delirdi” ve hem üslubu hem de öyküleri çok farklı bir yön aldı. Öyle ki bir delinin gözünden normal olanı son derece garip, anormal olanıysa son derece mantıklı anlatabiliyordu artık. Üstelik bunu yaparken kelimelere öyle bir dans ettiriyor, sıradan olanı o kadar güzel bir şekilde özgünleştiriyordu ki okumaya doyamıyordunuz yazdıklarını.
İşte o zamandan beri hep aynı soruyu sorardım kendisine: “Ne zaman bir kitap çıkaracaksın?” Çünkü bu öyküleri daha fazla kişinin okuması gerektiğini düşünüyordum. Bu kadar çok insanı bu zevkten mahrum bırakmak haksızlıktı gözümde. Onur ise hep aynı cevabı verirdi: “Henüz çok erken. Birkaç fırın daha ekmek yemem gerek…”
Neyse ki o ekmekler ziyadesiyle yendi, fırınlar ocaklarını söndürdü ve Onur Selamet’in ilk kitabı olan Ölü Dalgıcın Sonbaharı nihayet Türk okurlarla buluştu… İncelemek de başa düştü tabii.
Yanardağ Nihayet İnfilak Etti
Ölü Dalgıcın Sonbaharı, toplamda 12 farklı öyküden oluşuyor. Öyküleri belirli bir kalıba sokmak inanın çok zor. Fantastik desem değil; çünkü içlerinde bu türün kemikleşmiş unsurları olan elf, cüce, ork vb ırkların hiçbirini barındırmıyorlar. Ama aynı zamanda da alabildiğine fantastikler. Zira gerçek hayatta karşınıza kesinlikle çıkmayacak, gerçeküstü ve doğaötesi onlarca unsur yer alıyor satırlarının arasında. Konuşan mantarlar, silindir şapkalı tavşanlar, patenli örümcekler, altından geçenlere selam veren sokak lambaları, gölgelerin arasında yaşayan korkunç ucubeler… Hatta Scooby Doo ve Avarel bile çıkıyor karşımıza. Belki de en doğrusu bu öyküleri “tuhaf kurgu” olarak adlandırmak olacaktır. Yine de bu bile Selamet’in kaleminden dökülen bu tuptuhaf öyküleri hakkıyla tanımlamakta yetersiz kalıyor, inanın bana.
Kitabın sayfaları arasında kâh ölü bir dalgıcın sözünü dinleyip okyanusların derinliklerine dalıyoruz kâh dokuz yaşındaki asabi bir veletle birlikte mahallenin sokaklarını arşınlıyoruz. Kâh karabasanların zifir diyarına bir ziyarette bulunuyoruz kâh raydan çıkan trenlerin son istasyonuna. Yeri geliyor hava karardıktan sonra seksek oynayan küçük bir kızın sokağın kurallarıyla imtihanına şâhit oluyoruz, yeri geliyor bir girdabı mahkemeye veren bir delinin kendisini aniden sanık koltuğunda bulmasına…
Delirmek Selamet’e çok yakışıyor.
Daha doğrusu delilerle ilgili öyküler onun üslubuna bir başka uyuyor. Tırtılın teki size yanıldığınızı söylüyor. Öykünün hiç olmadık bir yerinde baş karakter, “Hakem maçı tatil etmeli,” gibi laf edip sizi alabora ediyor. Kavalyeleriyle dans eden kuzular, cilvesiz düdükler ve ağızda çiğnenen cevaplar satırlar arasında at koşturuyor. Siz de o deli ceketini mutlulukla giyip normal şeylere bambaşka, sapkınca açılardan bakmanın keyfini çıkarıyorsunuz sayfalarca.
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, ne kadar çırpınırsam çırpınayım yazarın kelimelerinin büyüsünü sözcüklerle ifade etmeyi başaramıyorum gerçi. Sanırım bunu yapmanın en iyi yolu sizi de bir doz Selamet’e maruz bırakmak. İşte kitaptan bir alıntı:
“Hemen ardından kir gibi bir lokomotif raylara akıyor. Arkası da geliyor tabii. İmtiyazlar arkasını getirir. Vagonlar rayları giyiyor. Ve gümbürdüyor.”
Ya da;
“Bir istasyonda kimse sizden anlayış beklemez. Kayıtlara geçilsin lütfen. Geçiliyor. Yardan, serden ve bandosuz bir geceden.”
Son olarak;
“Geçerken zili çalmak için kapıdan bir ısırık aldım. Benim için kapıyı aralık bırakmışlardı. Büyük inceliklere küçük ısırıklarla karşılık veririm.”
Bu alıntılardan ilk ikisi kitaptaki üçüncü öykü olan “Bandosuz Kulak Gezegeni”nden. Ki bence kitaptaki en başarılı öykülerden biri kendisi. Kitabın açılış öyküsü olan “Ölü Dalgıcın Sonbaharı” ve “Kafamın İçindeki Sülükler” adlı hikâyeleriyse diğerlerine nazaran daha zayıf buldum. O yüzden Selamet’le ilk defa tanışıyorsanız kendisiyle ilgili kesin bir hükme varmadan önce “Bandosuz Kulak Gezegeni”ni okuyana kadar bekleyin derim. Üzülürsünüz…
Bunların dışında “Yıldız Yağmurunda Bacak Araları,” “Beşler Bom!,” “Peri Botları Ve Hatırlanamayan Bağcıklar,” “Gedikli Girdapları Kokusuz Plaklarla Besledim” ve “Bin Kunduz Mahşeri” ötekilere nazaran daha fazla sevdiğim, kalbimin özel köşesini peşkeş çektiğim, daha bir “Selamet Gibi” gördüğüm diğer öyküler oldu. Amma velâkin öykü derlemelerinin altın kuralının burada da devreye gireceğinden ve benim sevdiklerimle sizin sevdikleriniz arasında farklılıklar olacağından hiç şüphem yok elbette.
Son olarak, “Ölü Dalgıcın Sonbaharı”nın son sayfalarını, daha doğrusu o “malum sohbeti” kitabı bitirdikten sonra bir kez daha okursanız hoş bir sürprizle karşılaşacağınızı belirtmeden geçemeyeceğim. (Geçemedim yardan, serden ve ölü bir dalgıcın sonbaharıdan…)
Kapak ve Editörlük
Yeni Türk yazarlara hak ettiği şansı vermeye özen gösteren ve derdi sadece edebiyat olan nadir yayınevlerimizden Dedalus Kitap. Ölü Dalgıcın Sonbaharı’nda da her zamanki kalitelerini konuşturmuşlar ve gerek baskı kalitesi gerek editörlüğü gerekse de kapak çalışması anlamında yine tatmin edici bir iş ortaya koymuşlar.
Editörlük bakımından kitapta sadece tek bir yazım hatasına rastladım, daha doğrusu ufak bir harf hatası. O kadarı kadı kızında bile olur deyip üzerinde pek de durmadım açıkçası. Yalnız aralarda neden orada olduğunu anlamlandıramadığım birkaç virgül gördüm. Mesela, “Mahallemize taşınalı üç yıl oldu, olmadı,” veya “Zamanı geldiğinde, ona senin bakmanı istiyorum,” cümlelerinde olduğu gibi… Bu virgülleri yazarımız mı koymuş editörümüz mü bilmiyorum ama benim için akıcılığı bozmaktan başka bir işe yaramadılar. Neyse ki sayıları çok fazla değil, içiniz rahat olsun.
Kitabın kapağı da pek bir hoş, pek bir albenili olmuş doğrusu. Görselin merkezindeki dalgıç başlığını ve tepedeki minik kurukafayı beğendim. Keza pastel renklerini de öyle. Belki yazarın adı şarkta soyadı garpta olmasaymış daha iyi olabilirmiş gerçi. Sonuçta “yeni” bir yazar, bir “ilk” kitap… İsmin akılda kalıcılığını sağlamak da önemli. Bence…
Velhasılıkelam, adına edebiyat denen bu dipsiz kuyunun kalıplaşmış anlatım şekillerini ustalıkla yıkan, yeni ve farklı bir şeyler denemek isteyen, tuhaflıklara anlamlar yükleyip anlamsızlıklardan tuhaflıklar çıkaran öykülere itirazı olmayan herkesi bir doz Selamet almaya davet ediyorum.
Kendisinin nice basılı kitabını okuyabilmeyi diliyorum.
![]()
|
- Ölü Dalgıcın Sonbaharı: Bir Delilikler ve Tuhaflıklar Alayı - 1 Kasım 2018