
Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanan Can Gürses romanı Ölüyordum Geçerken Uğradım’ı sadece tutkulu bir roman ya da tutkulu bir aşk romanı olarak betimlemek yanlış olur.
İstanbul’da bir gezintiye başlayacağız. Böyle bir gezintiyi yapmayalı uzun yıllar oldu. Yüz yıl… Çok uzun olmuş hakikaten. Bir aşka düşmeyeli de uzun yıllar oldu. Gerçekten saf bir aşktan bahsetmekteyim. Böyle bir aşkı bırak yaşamayı şahit bile olamıyoruz yüz yıldır. Fakat aşk bencildir. Şahit olmak istemez. Yaşamak ister. İliklerine kadar, tüm varlığıyla onu hissetmek ister. Koluna takıp tüm İstanbul şehrini onunla gezmek ister. Sadece ona baksın, onunla konuşsun ister. Ve aşk bir günü on yıl gibi yaşamak ister.
Ölüyordum Geçerken Uğradım romanının böyle bir hikayesi var. Dört başı mamur bir hikaye bu. Uzun süredir Türk edebiyatında bu denli tutkulu, aynı zamanda bağımsız, bildiğimiz klasik anlamda aşk hikayesi okumuyorduk. 477 sayfalık romanda (ki dört yüz yetmiş yedi sayfalık yine klasik anlamda söyleyebileceğimiz tuğla kalınlığında bir roman uzun süredir yazılmıyor) özlediğimiz roman anlatımına tekrar kavuşuyoruz.
“Aşkım, sevgilimin vücudunda vücut bulmuştu. Aşkın kendini bulduğu an kaçıp gitmek isteyen başına buyruk ruhunu nasıl terbiye etmeliydi. Sevişirken, sade dünyayı mı aşkı bile unutur insan. Bir tek o olur. Dünyada bir tek sevdiği insan olur. Ve o olsun, o hep olsun diye artık kendisi olmaz. Ona dönüşmektir sevişmek. Onu olmaktır. Düşünce yoktur sevişirken, his yoktur. Bir tek olmak vardır. Var oluşun dile gelişidir sevişmek. Gerisi biraz hayal, biraz hayal kırıklığıdır yaşamın.”
Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanan Can Gürses romanı Ölüyordum Geçerken Uğradım’ı sadece tutkulu bir roman ya da tutkulu bir aşk romanı olarak betimlemek yanlış olur. Çünkü böylesine büyük bir aşkın içinde ziyadesiyle de politik unsurlar var. Karakterlerin aşkı bu denli bir tutkuyla yaşıyor olması bile başlı başına politik bir eylem. Aşıklar birbirlerini beklemektedir. Roman aşıkların, Nafiz ile Mahur’un tekrar bir araya gelmesiyle (kavuşmalarıyla) başlar. Bir insanı beklemek sonra ona kavuşabilmek aşkı, sosyolojiyi, psikolojiyi ve politikayı kapsadığı gibi daima anarşizmi de kapsayan bir şeydir. Kimsenin karşı koyamayacağı her türlü eylem makbuldür.

“Hava ısınmıştı. Tramvay durağına yürürken esniyordum. Çok yorgundum. Ssırf Nafiz’e inat gidiyordum galaya. Ben dışarıya çıktıkça onun da aklı yüreği benimle çıksındı. Sonunda dayanmasın, o kırılgan, o önyargılı vücudunu alsın benimle sokaklara çıksındı. Tramvaydan Beyoğlu’nda inmişti. Dükkan dükkan geziyordum. Bir türlü giysi beğenemiyordum. Her şey müthiş abartılıydı. Abartıyı dozunda severim. Bak şimdi, nasıl bir söz bu ettiğim…”
Olumsuz anlamda olmamakla beraber Türk edebiyatında uzun süredir tuğla kalınlığında bir aşk romanı yazılmadı. O 18 yüzyıl sonları ile 19 yüzyıl başlarında yazılan elimizden bırakmakta zorlandığımız ‘romans’lardan bahsediyorum. Romantizm, tutku, ihtiras, kıskançlık… Artık bu kelimelerin asıl anlamlarıyla okuduğumuz romanlar yazılmıyor maalesef. Ölüyordum Geçerken Uğradım romantizm, tutku, ihtiras, kıskançlık kelimelerinin anlamlarıyla tam olarak sarmalanmış bir roman olarak karşımıza çıktı. Uzun süre sonra okuyucuya gayet iyi gelecek bir karşılaşma bu.
Diğer taraftan yazarının çok genç olduğu bir romanla da karşı karşıyayız aslında: 1989 doğumlu olan Can Gürses daha en baştan (önsözden itibaren) gençlik heyecanı diye düşündüğüm bir sebeple romanla ilgili fazlaca detay veriyor. Mahur ile Nafiz’in kavuşmalarını, birbirlerini nasıl da var ettiklerini, bir günlerini nasıl da on yıl gibi yaşayabildiklerini tane tane anlatmış. Bu detayları verirken edebiyatın o gizli sularında yüzmenin tadını okuyucuya bırakmamış. Eserle okuyucu arasındaki o görünmez bağ kopmuyor elbet fakat yazarın kendini fazlaca göstermesinden dolay hikayenin o gizli büyüsü hafiften bozuluyor. Gürses, İstanbul’da yüzyıllık bir gezintiye çıkarken dilini hiç de ağdalaştırmamakla beraber hikayeyi çok çok anlatmak istemiş . Bu durumda bu türde uzun bir roman yazıyor olmanın tuzağına düşerek hikayenin bazı noktalarında durumu daha derli toplu anlatabilecekken dağıtarak hikayeyi gereksiz bir şekilde bollaştırmış.
Ölüyordum Geçerken Uğradım okuyucuyu zamanda yolculuğa çıkaran bir roman. İstanbul’da yolculuğa, aşkta yolculuğa, duygularda yolculuğa… Anlatabilmeye odaklı; (geriye kalanı anlatabilmeye, bir o kadar da yitip gideni tekrar hatırlatmak adına anlatabilmeye) her satırıyla, paragrafıyla belli olan böyle bir romanı okumak özleyenleri için biçilmiş kaftan.
1932 yılının Ekim ayının on gününde geçen Ölüyordum Geçerken Uğradım Mahur ile Nafiz’in bir günlerini on yıla bedel kılıyor. Zaman çok farklı bir düzlemde ilerliyor halbuki. Her yere koşa koşa gidilen, hiç kimsenin hiçbir yere yetişemediği, insanların birbirini dinlemediği, anlamadığı ve daha da önemlisi sevmediği günümüzde Can Gürses’in ( kendini fazlaca anlatma heyecanına kaptırarak yazmış olmasına rağmen) büyük bir naiflik ve sevgiyle tuğla kalınlığında tutkulu bir aşk romanını yazmış olması son derece önemli.
“Her yeni insanla kendi öykümüzü yeni baştan yaşarız. Kimse bize yeni bir öykü getirmez. İnsan insanın öyküsüne katılır sadece. Alaşağı etse de, o eski öyküdür alaşağı ettiği bu yüzden her yeni insan yeni baştan kendisiyle yüzleştirir bizi. Öykümüzün renk değiştirme vaktinin geldiğini geldiğini söyler bize gelişiyle.”
Can Gürses’in üçüncü romanı olan Ölüyordum Geçerken Uğradım özlemle ve roman okumanın tadına vara vara okuyacağınız bir roman olarak şimdiden raflardaki yerini almış durumda.
![]()
|
- TOPRAKTA BÜYÜR, TOPRAKTA YAŞAR, TOPRAKTA ÖLÜR İNSAN - 9 Ağustos 2021
- NE TAM OLARAK SUYA, NE DE TAM OLARAK GÖKYÜZÜNE AİT: SAKARMEKE - 8 Temmuz 2021
- YÜRÜMEMİŞ İLİŞKİLERİN, HAYAL KIRIKLIKLARININ, VAZGEÇİŞLERİN VE KABULENMELERİN ÖYKÜLERİ - 20 Haziran 2021
FACEBOOK YORUMLARI