On Dakika Otuz Sekiz Saniye isimli romanda tekrar görüyoruz ki Elif Şafak, kendisinin de ifade ettiği gibi etnik, kültürel, cinsel azınlıkların seslerinden besleniyor.
Ülkemizin en bilinir kadın yazarlarından biri olan Elif Şafak, 25. Edebiyat yılını On Dakika Otuz Sekiz Saniye romanı ile kutluyor. Haziran ayında Doğan Kitap yayınlarından çıkan kitap, kısa zamanda çok satanlar listesinde alışılmış yerini aldı. Bunun yanı sıra dünyanın en seçkin edebiyat ödüllerinden sayılan Booker Prize’ın, 13 kitaplık aday listesine girmesi, edebiyatımız adına gurur verici bir gelişme.
Romanın konusu uluslararası platformlarda ne kadar ilgi çeker bilinmez, kitapta Türk okuyucular için bilindik bir hikâye var. Van’dan İstanbul’a kaçan genç kız geneleve düşer ve hayatını bu bataklıkta sürdürür. Biyolojik ailesinden tamamıyla kopmuştur. Artık etrafında sadece, yazarın deyimiyle “su aile” si yani beş kadim arkadaşı vardır.
Bilimsel bir veriden yola çıkan yazar, romanını insan beyninin öldükten sonra çalıştığı düşünülen, 10 dakika 38 saniye üzerinde konumlandırıyor. Cansız bedeni metal bir çöp kutusuna atılmış nam-ı diğer Tekila Leyla, beyin işlevleri hala çalışıyorken, anımsıyor. Böylece, bölümler halinde Leyla’nın geçmişini, aile bireylerinin ve arkadaşlarının hikâyelerini okuyoruz.
Marquez’in ünlü Kırmızı Pazartesi romanından bildiğimiz bir tat bu. Bir anlamda hikâyesinin sonunu, baştan öğrendiğimiz bir karakteri okumak. Bu iki kitabı birbirinden ayıran pek çok öğe var elbette. Ama temel konunun yoğunluk meselesi olduğunu söyleyebiliriz. On Dakika Otuz Sekiz Saniye’ de Leyla’nın son dakikalarında anımsadığı hatıralar, yepyeni karakterlerin hikâyesine dönüşüyor. Romanda, beklendiği gibi ana karaktere yoğunlaşamıyor bir anlamda duygusal olarak ona bağlanamıyorsunuz. Özellikle Leyla’nın yıllarca teyzesi sandığı Binnaz ve yine aynı coğrafyadan kendini ifade edemediği için kaçıp İstanbul’a gelen travesti Nalan karakterleri, roman kahramanından daha derinlikli, daha baskın anlatılmış. Leyla’nın çocukluğuna ve büyüdüğü Van’daki ailesine uzun yer verilmesine, tek tek bütün arkadaşlarının hayatlarına değinilmesine rağmen, bu bölümleri sanki Leyla’dan bağımsız kurgular gibi okuyoruz. Ayrı ayrı değerlendirildiğinde harika öyküler olan bölümler, romanın bütününde birbiriyle tam olarak birleşmiyor. Bu kopukluk, okuyucunun romana tutunmasını engelliyor.
Olayların zaman çizelgesinde 1 Mayıs, faili meçhuller, 6. Filo, kanlı üniversite olayları ülkemizin yakın siyasi tarihi var. Bunun yanı sıra aile içi taciz, kadın, LGBT hakları, göç, inanç, ötekileştirme gibi birbiriyle ilintili konular, hikâyelerin içine özenle yerleştirilmiş. Elif Şafak, ne yazık ki hala gündemimizde olan bu sorunlara, usta edebi yaklaşımıyla tekrar ve tekrar mercek tutuyor.
“İstanbullu kadınlara ve ezelden beri dişi bir şehir olan İstanbul’a” ithaf edilen On Dakika Otuz Sekiz Saniye’yi, bir kadın romanı olarak kabul etmemiz zor değil. Farklı coğrafyalardan, farklı geçmişlerden gelen ama öyle ya da böyle hayatla didişen kadınların dokunaklı hikâyeleri var romanda. İstanbul ise müthiş bir dekor olarak karşımıza çıkıyor. Şehrin dokusundan renklerine, kokusundan acılarına kadar her ayrıntısını hissediyoruz.
“Sıvı bir şehirdi İstanbul. Nehir gibi, deniz gibi, okyanus gibi sudan müteşekkil. Hiçbir şey daimi değildi burada. Hiçbir şey sabit gelmezdi insana. Binlerce yıl önce, buz örtüsü eriyip deniz seviyeleri yükseldiğinde, dalga dalga gelen sel suları bilinen tüm hayat biçimlerini yok ettiğinde başlamış olmalıydı şehrin bu değişken ve delişmen tabiatı. Kötümserler bölgeden ilk kaçanlar olmuşlardı muhtemelen; iyimserlerse bekleyip hadiselerin nasıl gelişeceğini görmeyi tercih etmişlerdi.”
Yazarın akıcı ve yalın dili, etkileyici betimlemeleri alıştığımız lezzeti veriyor. Aynı şekilde karakter tahlilleri de son derece başarılı. Ancak romanın pek çok yerinde karşılaştığımız, özellikle Van’da aile arasında geçen diyaloglarda, okuyucunun gözünü tırmalayan bir yabancılık unsuru var. Bizden olan bir hikâyeyi sanki yabancı karakterler canlandırıyor. Başka dillerden acemice çevrilmiş bir metin okuma ya da kötü dublajlı bir Hollwood filmi izleme tadı ne yazık ki damağımızda yer ediyor.
Ölüm olgusunun trajikleştirilmeden işlenmesi romanın en özgün unsurlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak kumalık, aile içi taciz gibi olayların aynı üslupla, doğal akışta yer alması okuyucuda bir tatminsizlik duygusu yaratıyor.
Bu romanda tekrar görüyoruz ki Elif Şafak, kendisinin de ifade ettiği gibi etnik, kültürel, cinsel azınlıkların seslerinden besleniyor. Ötekileştirilen, dışlanan, sonunda da silinen hikâyeler, edebiyatının temel taşını oluşturuyor. Romanda yer alan kimsesizler mezarlığı, bu anlamda güçlü bir metafor. Bunun yanı sıra aile, dostluk, iyilik, dayanışma gibi güçlü kavramların işlenmesi edebiyatın yaşama dair evrensel gücünü ortaya koyuyor.
“Yılda ortalama elli beş bin insan ölürdü İstanbul’da ve bunlardan sadece yüz yirmi kadarının son durağı Kilyos’taki Kimsesizler Mezarlığı olurdu. Ne var ki “kimsesiz” değildi onlar. Vardı kimseleri, birer hayat hikâyeleri…”
On Dakika Otuz Sekiz Saniye, “Elif Şafak’ın En İyileri” sıralamasına girer mi, kitaba adını veren rakamlar, okuyucularının belleğinde yer edinir mi bilinmez. Bu romanı hayatta tutan şey belki de, gerçek sorunların kanıksanmaması, gerçek değerlerin ötelenmemesi umuduyla, defalarca işlenmiş bilindik hikâyeleri tekrar anlatma cesareti olacak.
|
- ÖLÇÜLEBİLİR BİRİMİ OLMAYAN DUYGULARA İTHAFEN YAZILMIŞ BİR ROMAN - 6 Şubat 2020
- NAR TANELERİ NEREYE SAVRULUR? - 9 Ocak 2020
- YÜRÜDÜĞÜMÜZ YOLDA AŞK VAR - 8 Aralık 2019
FACEBOOK YORUMLARI