Doksanlarda bu yaşımda olsaydım Galata Köprüsü’nün altında sahaf olaydım keşke derdim. Seksenlerde fabrika çalışmalarında görevli devrimci, işçilerle yemekhanede yemek falan…
Onur Caymaz’ın Gece Güzelliği adlı öykü kitabı, yedi yıl sonra gelen üçünü baskısı ile tekrar karşımızda. Kitaptaki öyküler, kimsenin söz hakkı tanımadığı insanların, örneğin işçilerin, üveylerin, askerlerin ve dul kadınların hayatlarına odaklanıyor. Onlara oldukça başarılı bir anlatımla söz hakkı tanıyor. Biz de kitabı okumuş olan okurlarımızın sorularına cevap aramak ya da henüz okumamış olan okurlarımızı kitapla tanıştırmak amacıyla yazar Onur Caymaz ile dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz.
Öncelikle daha kişisel bir soru ile başlayalım. Onur Caymaz kimdir? Onu yazmaya iten şey nedir?
İnanın tam bilmiyorum, kimimdir, sezgisel… Kim olduğunu arayan biri diyelim. Bazen yazı yazan gölge, bazen düzeltmen, bazen editör, bazen kıyı kasabasında vahşi, bir insan nedir, nedir ki bir insan diyen şair bazen; bazen hiç dikişten anlamaz terzi, cila kokusuna bayılan marangoz, neden olmasın ki! Doksanlarda bu yaşımda olsaydım Galata Köprüsü’nün altında sahaf olaydım keşke derdim. Seksenlerde fabrika çalışmalarında görevli devrimci, işçilerle yemekhanede yemek falan… Yetmişlerde Bozcaada’nın o güzelim ıssızlığında oyuncakçı. Altmışlarda İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okuyan uzun boylu, yeşil gözlü, bıyıklı… Ellilerde Orhan Kemal’e arkadaş olup Sirkeci’deki Adana Kebap Evi’nde bir akşam dilerdim, Fikret Otyam ile Buyrukçu da olacak ama. Edip Cansever’in Kapalıçarşı’daki dükkânındaki Yahudi ortağı olmak isterdim. Hep aynı, sabit, belirli kişi olmak gerekir mi acaba, değil mi? İlle bu ülkede yaşanmayacaksa, kaçmak moda oldu ya bu ara, bizim Magma dergisi röportajını, “okullarımızı kurarken sizin oradaki köy enstitülerini model aldık, sizin Kemal’den esinlendik” diyen zapatistanın yoldaşı mesela. Öyle ya, ne diyordu Marcos, Zapatistalar için; kardeşlerini taşıdıkları için çok büyükmüş üniformalarının cepleri. Bense cepleri küçük bir kimsesiz… Ama yine de Marcos’un güzelim tanımına başvurmalıyım, nicedir kurmaya çalıştığım “kendim” orada yatıyor: İsrail’de Filistinli, folk müziğinin kalesi ulusal üniversitede rocker, Almanya’da Yahudi, soğuk savaş sonrasında komünist… Ama o tanımda en sevdiklerim, yakıştırdıklarım şunlardır “ben’e”: Ne galerisi ne müşterisi olan sanatçı, topraksız köylü , işsiz işçi, mutsuz öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı ne okuyucusu olan yazar. Yazmaya iten şeyler tam bunlar. Cemal Süreya’nın bir komşusu varmış eskiden, kadın ressam, bir de küçük kızı var. Süreya, kıza annesinin adını sormuş, kız da Tablo Picasso demiş. Tam da öyle bir şey “ben”… Sezgisel.
Hem şiir hem öykü hem de roman yazıyorsunuz ve bu alanlarda oldukça nitelikli ürünler veriyorsunuz. Bu alanlardan hangisi sizi daha fazla heyecanlandırıyor? Diğer bir deyişle birini tercih etmeniz gerekseydi cevabınız ne olurdu?
Teşekkür ederim. Yazma şartım, gittikçe seyreldi. Şöyle ölçü koydum kendime, bunu yazmasam ölür müyüm, diye soruyorum hep. Çok ölümcül değilse o an kalem, vazgeçiyorum sarılmaktan. İkinci romanımın yazılması o yüzden belki sekiz yıl sürdü. Bir an geldi, dedim ki bu dert öldürmez seni, çay falan da içirmiyor, hiç sevmem çayı zaten, o zaman yazma oğlum! Sanıyorum derdimi, sevincimi, kanırtan şeyi karalıyorum nicedir. Bu iki türden birini seçmem çok zor. Aslında tür denen şeye de inanmıyorum edebiyatta. Sait Faik’in hangi öyküsü şiir değil? Füruzan öykücü mü, şair mi? Cemal Süreya şiir yazmasa yorgun ama bambaşka bir Flaubert olmaz mıydı? Her türün içinde diğeri var artık. Sınırlar giderek belirsizleşiyor. Başladığımız yere döneceğiz belki sonunda. Moda’da bir duvar yazısı görmüştüm, “Tuğçe güzel ama Melis’i de seviyorum” diye. Anlatabiliyor muyum acaba?
Gece Güzelliği ile ilgili nasıl tepkiler aldınız? Kitap üçüncü baskıya gittiğine göre olumlu tepkiler gelmiş olmalı.
Doğrusunu söyleyeyim, beni tanımayan, yazıya bulaşmamış, sadece iyi edebiyatın, okumanın peşindeki okurun alkışından daha çok mutlu oluyorum. Tabii ki öteki tür okur da çok mühim, ayrı, fakat sadece “okumanın” peşindeki okur, özel kanımca. Böyle kişilerden de beklenmedik tepkiler aldım Gece Güzelliği için. Kitabın ilk ve son hikâyesini çok sevildi özellikle. Hatta biri yetmişlerdeki Türk öykücülüğünün verimlerine benzetti ilk hikâyeyi. Şimdi biliyorsunuz herkes “metin ürettiği” için hikâye yazmak daha zorlaştı. Hatta geçen gün, pek yapmamaya çalışsam da bir Facebook tartışmasında, “büyük” dergi editörü, hem de bir “büyük” şair, birini karalamak için, “yazdıkları yetmişlerdekilere benziyor” dedi de çok eğlendirdi beni. Yetmişlerde Tuhaf Bir Kadın’ı yazdı Leyla Erbil yahu, şimdi var mı bunun karşısına koyabileceğin “metin” dersem yetmişlerin gücünü anlarsınız. Niye sürekli seksenleri tartışıp duruyor bıyıklı, kepekli ve sıkıcı tayfa sanıyorsunuz. Yetmişlere kimsenin maçası yemez de ondan!
Öykülerinizde üvey çocukların, işçilerin, dul kadınların, askerlerin ve hatta kahve fincanlarının sesi var. Bu kesimler, neredeyse herkesin haklarında bir şeyler söylediği, yaptığı ancak çoğu kişinin de hiç dinlemediği insanlardan oluşuyor. Siz onlara bir nevi söz hakkı tanımış oluyorsunuz. Bu durumu politik bir tercih olarak da görebilir miyiz?
Evvelce daha politiktim; politikleri, politikada görmeye başladıkça gittikçe uzaklaştım. Derdim, tam da dediğiniz gibi, hiç söz hakkı tanınmamış insanları konuşturabilmek, başta alıntıladığım Marcos cümlelerinin sebebi de bu. Aydın, aktivist vs değilim, beceremedim o işleri, zamanla anladım, herkesin bunca aydın olduğu şu karanlıkta bari bir de biz aydın olmayalım dedik. Sanatçılığı da beceremedik, olsa olsa zanaatkâr derim kendime, gümüşü işlercesine. Bu durumda sonuç şu: Her aydın zanaatçı olabilir ama her zanaatçı aydın olmak durumunda değil … Yazı kalıyor sadece yahu! İnandığım tek şey bu. Bir de elinde ışık varsa yürüyeceksin karanlıkta kalanlara, DM’den değil, mümkünse sokaktan. Mümkünse biraz erken kalkıp falan tabii, kalkabilirsen yani! Gece sabaha kadar içtiysen zor. Oğuz Atay’a sürekli biçimde ayılıp bayılanlar onun bu minvaldeki sözünü de hatırlar değil mi? Yazı kalır diyorum yani, kalana saygı duyuyorum. Eskiden “Papatyalar” vardı, var mı hatırlayan?
Öykülerinizde oldukça sade bir dil ve sade metaforlar var. Anlatıcılar, “edebiyat yapmak için” konuşmak yerine bu kesimlerin dilini oldukça iyi kavrıyor ve onların dilinden konuşuyor. Öykülerinizin gücü biraz da bu dil meselesinden geliyor sanırım?
Öyle bir şey varsa gerçekten, şundan herhalde, dilini bilmediğim insanları yazmıyorum. Bir de dilin sadece iletişim aracı olduğuna inancım tam. Yani biriyle “iletişmeyeceksem” bir iletin yoksa, iletmek gibi bir “dert” yoksa yazmıyorum. Nasıl olsa yazılmış sürüyle şey var, onlara bir yenisini daha eklemek kalabalık yaratmayacak mı? Bir de tabii güç dediğiniz şeyi, biraz yukarıda andığım zanaat meselesine bağlıyorum. Gece Güzelliği ile başlayan dönem bana kılı kırk yarmaya öğretti, demek ki yazdıklarımdan bir şey öğrenen biriyim. Neden mi? İnan bilmiyorum.
Kitabınız tam yedi yıl sonra tekrar basıldı. Yedi yıl içerisinde hayatımızda, edebiyatımızda birçok şey değişti. Öyküleriniz aslında oldukça güncel ancak yedi yıl sonra gelen baskıda onlar üzerinde değişiklik yapmayı hiç düşündünüz mü?
Kendim için diyemem, hadsizlik yapmayayım ama “iyi edebiyat”, tüm zamanlar için. Yani misal, 2015 yılının en iyi on kitabı diye bir şey olamaz, o kitaplar 2016’da ya da 2036’da hatırlanmayacaksa olamaz, daha doğrusu okunmayacaksa. Böyle. Değişiklik yaptım ama üç beş imla sadece. Değiştirecek şey bulamadım. Bakalım yirmi sene sonra okunacak mı öykülerimiz, o zaman işte yavaş yavaş iyiymiş diyebilirim, yaşarsak görürüz.
Peki, Türkiye’deki edebiyat ortamı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Valla bir şey düşünmüyorum, bıraktım ucunu. Bir şey düşününce çok kızıyorlar. Bana lezbiyen diyen bile oldu, düelloya davet eden oldu ya, ötesi var mı? Okura budala çoğunluk diye editörlerin ülkesi burası. Hep istiyoruz ki herkesi eleştirelim ama bizi kimse eleştirmesin. Demokrasiyi bunca savunan sanat ortamında en ufak sorgulamaya izin verilmemesi, “bu şiirin nesini sevdin yahu”, “şu dergide şöyle olması kötü değil mi”, “bu adam bunca yıldır aynı şeyleri yazıp duruyor acaba kendisinden hiç sıkılmıyor mu”, “şu kitabın kapağı böyleyse yazarının sanat gustosundan ne bekleriz”, “acaba bunu ilk kez kendisi mi buldu sanıyor” gibi soruları bile soramıyoruz. Bir şairin, kötü olduğunu birçok kişinin kabul ettiği kitabı için eleştiri yazısı yazılıyor, demokratik yayıncı, şairden izin almadan yazıyı yayınlayamıyor bu ülkede, böyle sapısiliklik olur mu? Yine de hayatta inandığım üç beş şeyden biridir edebiyat, sanat. Bir ayakta kalma biçimidir. Yıldız Tilbe’nin Dayan Yüreğim diye şarkısı var, “gün gelir acılar ezberlenir, iyileşir zamanla yaran” diyor şarkıda kadın, birçok romancı sayfalarca yazıp yüzbinlerce satarken buncasını söyleyemiyorsa herkesin oturup düşünmesi gerekir. Geçmişten on beş bin satan dergi, bugün bin beş yüz kişiye ulaşıyorsa herkesin oturup takkeyi önüne koyması lazım. Tevfik Fikret, hak bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin diyordu. Yalnız öldü. Halen yaşıyor ama… Bugünler geçici, ölçümüz zaman, ses, memleket, gelenek, gelecek, aşk, dert, yara.
Birçok dergide yazarlık yaptınız. Son olarak da henüz yeni bir yayın olan Eleştirel Kültür dergisinde yazdınız. Bu vesile ile biraz da dergicilikten bahsetsek?
Ne diyeyim! Türk edebiyatının en köklü dergisi bile temmuz sayısında, şairlerin yakıldığı koca katliamı anmayı unuttu. İnternetten bile dergicilik yapılıyor artık, eline bir domain geçiren kopup geliyor bu yana. Gelsin zaten, sorun değil, şimdi bir şey dersen hemen “faşist” deme modası var biliyorsun. Faşistliğin bile anlamı kalmadı, bir grubun sevmediği herkese faşist deniyor artık. Bir de “hiçbir otoriteyi tanımıyorum otoritesi” geçerli günümüzde. Tanımıyorsun yavrum, tanımıyorsun da verdiğin ufacık söyleşi de paratextual, Lacan falan parçalarken her soruda beş kere ben demişsin, ben’den geçilmiyorsun, direk otorite olmuşsun, farkında değilsin… Başka bir alanda olmasına karşın sonuçta dergidir, yirmi beş sayıdır Atlas’ın kurucu ekibi Özcan Yüksek, Kemal Tayfur ve birkaç dostla Magma dergisini çıkartıyoruz, Magma’nın Türkçesinden sorumluyum. Bir derginin nasıl çıkarılacağını orada enine boyuna öğreniyorum. Arkadaşları telefonla arayıp “abi şiirin, yazın var mı” diye dergi çıkarmak garip geliyor. Dergi “fikir birliği” etrafında toplanmış yapıdır; Halkın Dostları, Militan, Büyük Doğu, Roll vs. Fakat Ertuğrul Mavioğlu ile Dücane Cündioğlu’nun bir arada olduğu sayfalar bütününden sıkılıyorum. “Faşistim” ya, belki ondan.
Son olarak iyi yazmanın sırrı nedir? Örneğin, yaratıcı yazarlık atölyeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sırrını bilsem öyle yazardım, bilmem ki! Yaratıcı yazarlık? Ne düşünüyorum. Adı yanlış mesela. Yaratıcı yazarlık diye bir şey yok çünkü. Onun adı yaratıcı yazı. “Metin üreten” sıkıcı yazarların bir kısmını yaratıcı yazarlık sepetinde ağırlayabiliyoruz artık Türkçe edebiyatta, Türk edebiyatı kabul etmeyecek onları tabii, onlar da biliyor. Adı doğru olmayan şeyin, kendisi ne kadar doğru olabilir ki!
|
- Sabahattin Ali’nin kitapları artık telifsiz - 3 Ocak 2019
- Ece Erdoğuş Levi her şeyi baştan anlatıyor - 17 Ekim 2018
- Özlem Özdemir yanıtladı: Ekonomik kriz yazarları nasıl etkileyecek? - 28 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI