Oğuz Demiralp, Kırmızı Kedi Yayınları etiketiyle yayımlanan yeni kitabı “Orhan Bey ve Kitapları – Bir Orhan Pamuk Okurunun Notları”nda bu kez Nobelli yazar Orhan Pamuk ve eserlerine odaklanıyor.
Daha önce Ahmet Hamdi Tanpınar, Sâdık Hidâyet, Walter Benjamin gibi isimlerin eserleri üzerine müstakil eleştirel deneme kitapları yayımlayan ve 80’li yıllardan beri çeşitli dergilerde eleştiri ve deneme yazıları yayımlanan Oğuz Demiralp, Kırmızı Kedi Yayınları etiketiyle yayımlanan yeni kitabı “Orhan Bey ve Kitapları – Bir Orhan Pamuk Okurunun Notları”nda bu kez Nobelli yazar Orhan Pamuk ve eserlerine odaklanıyor.
İlk kitabı Cevdet Bey ve Oğulları’ndan (şimdilik) son kitabı Kırmızı Saçlı Kadın’a kadar tüm roman ve yazı/deneme kitaplarını ele alırken, Pamuk’un gerek siyasi gerek tarihi çelişkilerini ortaya koyduğu gibi dil ve edebiyat açısından “oryantalizm” ve “postmodernizm” kılıfına uydurularak yaptıklarını gözler önüne seriyor…
Demiralp, Pamuk’un kitapları kadar aldığı günden beri (bugün bile) tartışılan Nobel konusuna ise özel bir paragraf açıyor. Demiralp’in Pamuk ve Nobel ödülüyle ilgili notları ise şöyle:
Orhan Pamuk Nobel kürsüsüne çıkmış üç Türk’ten ilkidir. Yazın âleminde Nobel ödülü en önemli olanıdır, verilenin tarihe geçtiği düşünülür. Dolayısıyla Orhan Pamuk, bizim öznel değerlendirmelerimiz ne olursa olsun, dünyada kabul görme açısından doruğa çıkmıştır. Kitaplarının altmıştan fazla dile çevrildiği, milyonlarca sattığı belirtilmektedir. Ulusça başarıya aç olduğumuz bir uluslararası ortamda Orhan Pamuk’un performansı hepimiz için bir övünç kaynağıdır. Bu düzeye çıkmış bir yazarımızın kitaplarını ülkemizdeki yalnızca yazın profesyonellerinin değil bütün edebiyat meraklılarının okumaları beklenir, gerekir.
(…)
Hazır konuyu açmışken biraz daha konuşalım. Çünkü hem konu hem de o dönemle ilgili olarak aklıma birçok şey geliyor.
Nobel yazın ödülü kime, niye verilir. Bir yazara, yapıtlarından dolayı verilir. Yapıtların nasıl olması gerekir, Nobeli almak için? Bu soruya genel olarak, “en üst düzey ya da türünün en iyileri arasında olması gerekir” gibi yanıtlar verebiliriz. Gel gelelim, bu yanıtlar tümüyle doğru değildir. Çünkü yapıtların ya da hepsini kapsayacak biçimde yapıtın sanatsal değeriyle Nobel ödülü verilmesi arasındaki nedensellik ilişkisi yüzde yüz değildir. Orhan Pamuk örneğinde de bu nedensellik ilişkisi yüzde yüz olmamış, başka etmenler hesaba katılmıştır. Aslında hemen her ödül için bu söylenebilir. Bana sorarsanız, sözünü ettiğim nedensellik ilişkisi, bir Nuri Bilge Ceylan’ın aldığı ödüllerde, Orhan Pamuk’un Nobeline oranla daha güçlüdür. Birçok kişinin de bu görüşümü paylaştıklarını söylersem, yanlış yapmış olmayacağımı sanıyorum. Peki bu başka etmenler nelerdir?
Bu sorunun özlü yanıtını Claire Berlinski imzalı bir yazıda bulduğumu düşünüyorum. Yazı The Globe And Mail başlıklı bir Kanada yayın organının Belles–Lettres ekinin 22 Aralık 2007 sayısında yayınlanmış. Yazının konusu, Maureen Freely’nin İngilizceye aktardığı Orhan Pamuk’un Öteki Renkler kitabı. Berlinski’nin ilgilendiğim sözlerini Türkçeye taşıyorum: “Ülkesinde ölüm tehditleri alan Pamuk, haliyle New York’a gitti. Ancak, aleyhine dava açılıp takibata uğraması olayı, Batılılaşmış İslam dünyasının gezgin büyükelçisi statüsüyle karıştı ve Nobel Komitesi bakımından bir fare kapanındaki kamember peyniri işlevi gördü. Komite 2006’da ona Nobel ödülünü verdi. Pamuk yetenekli bir yazar, ancak aklı başında hiç kimse bunun yazınsal hak etmeye dayandığına inanmaz.”
Daha ileriye gitmeden, hemen söyleyeyim: Son tümcenin virgülden sonraki bölümü biraz ağır kaçmış. O kadar da değil…
Fare kapanındaki kamember peyniri öyküsünün çıkış noktasının Orhan Pamuk’un İsviçreli bir gazeteciyle söyleşisi sırasında ettiği bazı sözler olduğunu biliyoruz. Gazetecinin adı Peer Teuwsen. Söyleşi 5 Şubat 2005 günü Tages Anzeiger gazetesinin Das Magazin kültür ekinde yayınlanmış. Orhan Pamuk’a Nobel yolunu açıp açmadığını hâlâ tartışaduralım, Bay Teuwsen bu söyleşi sayesinde 2006 Zürih Gazetecilik ödülünü almış. Söyleşinin getirisi, bir taşla iki kuş…Hem de talih kuşu!
Söyleşinin başlığı: En Çok Nefret Edilen Türk. Demokrasiyi, insan haklarını savunduğu, doğruyu söyleyip yazdığı, Ermenilere, Kürtlere sahip çıktığı, Batılı bir kafa yapısına sahip olduğu için Orhan Pamuk’tan Türk halkının önemli bir bölümünün nefret ettiği varsayımına dayanan bir başlık elbette. Ayrıca, Batılı değerleri benimseyip savunduğu için mağdur (bu söyleşiden sonra bir aşama yükselerek kurban) konumunda olan bir entelektüel portresi çiziliyor.
Söyleşi Orhan Pamuk’un Cihangir’deki çalışma yerinde gerçekleştirilmiş. Almancasını, yani gazetede yayımlanan biçimini okudum. Dört sayfayı kaplayan bir söyleşi. (…)
Orhan Pamuk’un bu söyleşiden haz duyduğu izlenimi almadım; bir yandan sözlerindeki öfke yükünü boşaltamıyor, öbür yandan da, belki bu yüzden, bir an önce konuşmayı sonuçlandırmaya çalışıyor. Sona doğru, İsviçreli gazeteci, “Ama henüz bitirmedim” diyerek, bir iki soru daha çakıyor, kışkırtıyor. Orhan Pamuk da gaza gelip, patlatıyor: “Burada 30.000 Kürt öldürüldü. Ve bir milyon Ermeni. Ve hiç kimse bunlardan söz etmeye cesaret edemiyor. Ben ediyorum işte. O yüzden benden nefret ediyorlar.”
(…)
Eskiden Orhan Pamuk’un o sözlerinin çok hesaplı bir Nobel’e gidiş kampanyasının parçası olduğunu düşünürdüm. Yukarıda yazdıklarımdan sonra duraksıyor, kesin yargılardan kaçınıyorum. Rastlantı tanrıları da işin işine karışmışa benziyor. Anımsayalım: Tesadüf aslında kaza demek.
Kesin olan şudur: Olay, Nobel yazın ödülünün Orhan Pamuk’a 2006 yılında verilmesi sürecini tetiklemiştir.
Rahmetli Talât Sait Halman’a ile konuyu tartışmıştım. “O olay olmasaydı Nobel’i alamazdı.” demiştim. O da “O yıl alamazdı, ama ileride alırdı” diye yanıt vermişti. Nitekim, basına da aynı yönde demeçler verdi rahmetli. O olay olmasaydı Orhan Pamuk’un Nobel’i beş yıl sonra alabileceğini söyledi, “o demeci vermeseydi daha doğru olurdu” görüşünü de dile getirerek.
Beş yıl: 2011. Şimdi geriye bakıyorum da Orhan Pamuk’a 2008’den sonra Nobel filan vermezlerdi diye düşünüyorum.
Nobel yazın ödülü verilmesinde yazınsal başarıdan başka etmenleri anlamaya çalışıyoruz. Yukarıda üzerinde durduğumuz etmeni, Nobel’in verilmesi sürecinin hızlandırıcısı olarak gördük. Asıl bir başka etmen de uluslararası koşullardır. Şimdi o yöne bakalım.
11 Eylül 2001 tarihinden 2011 yılında Bin Laden’in öldürülmesine geçen on yıl Doğu–Batı ilişkileri açısından özel bir dönemdir. 11 Eylül 2001’den sonra bir yandan ABD ve diğer Batı ülkeleri teröristlerin peşine düşerken, öbür yandan İslam dünyasıyla Batı arasında uygarlık köprüsü kurmanın olanaklarını aramaya koyulmuşlardır. O zamanların moda deyimiyle İslam ile demokrasiyi bağdaştıracak bir model üzerinde çalışmak gereksinimi duymuşlardır.
28 Şubat Türkiye’sinin böyle bir model olarak seçilmesi güçtü. Ne ki, Türkiye’de dinselci çıkışlı olmakla birlikte ılımlı, demokrasiye saygılı, ülkenin AB’ye girmesinden yana görülen bir siyasal hareketin yükselmesi Batı’nın başka yerde model aramasına gerek bırakmadı. Türkiye’nin bu yeni siyasi kadrolarla AB’ye girerek Batı ile bütünleşmesinin İslam–Batı karşıtlığını gidermek açısından yararı ön düzleme geçti. ABD, Anglosakson dünya, özellikle İsveç ve AB’deki liberallerle sosyal demokratlar örnek ülke olarak Türkiye projesini güçlüce desteklemeye koyuldular. (Bizde bu projeye daha çok liberaller sahip çıktılar. Aslan sosyal demokratlar biraz geride kaldılar, ne olduğunu pek anlayamadılar sanki. Oysa onların bu projeyi sahip çıkmanın ötesinde, üstlenmesi gerekirdi. Atatürk’ün, zamanının Avrupa Birliği hareketine nasıl istekle katıldığını her zaman anımsamaz bizim aslan sosyal demokratlar.)
Kültür alanında Doğu–Batı yakınlaşmasını kamuoyuna, özellikle Batı ülkeleri halklarına taşıyacak, Doğu ile diyalog, barış, bireşim sağlanabileceğini gösterecek sanatçılara gereksinim arttı. Bu çerçevede Orhan Pamuk en uygun addı. Yukarıda andığımız Kanadalı yazarın kullandığı deyimleri yorumlayarak anımsarsak, Batılılaşmış İslam dünyasının temsilcisi olarak görülüyordu. Yapıtlarında Doğu–Batı ilişkisini parlak biçimde işliyordu.
(…)
Tilman Krause adlı Alman yazar Orhan Pamuk için “İstediğimiz Türkiye’yi cisimleştiren kişi” der (Die Welt, 13.10. 2006). Bir yazarın da Türkiye’yi Batı’ya yakınlaştıracak olanların, Amerikan eğitimi almış, ama Doğu’yu da bilen bu tür aydınlar olduğunu öne sürmüş olduğunu anımsıyorum. Metni bulamadım. Bizim liberallerden biri de Türkiye’yi yükseltecek olanların beyaz Türklerin arasından çıkacak Orhan Pamuk gibiler olduğunu savunmuştur. Gene adını anımsamadığım bir başka Batılı yazar da “Ya Osama bin Laden, ya da Orhan Pamuk yolu” diyerek taşı gediğine koymuştu.
Orhan Pamuk da, 2003 yılı sonunda Die Welt gazetesiyle yaptığı bir söyleşide şunları söylemiştir (Almancasından aktarıyorum): “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, göreve geldiği günden bugüne kadar Batı’ya karşı hiçbir düşmanca davranış göstermemiştir. Ve haleflerinin çoğunun tersine, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne yakınlaştıracak birçok yasa çıkarmıştır. Asıl siyasal düşüncesinin gizli olduğuna ve günün birinde Türkiye’yi dinin kucağına taşıyacağına inanmıyorum. Daha önce ondan, Ortadoğu’daki İslam köktencilerinden biriymiş gibi ifadeler geldi. Ama son on ayda gerçekleştirdiklerini, halefleri son on yılda yapamadılar.” Böylece Orhan Pamuk, örnek Türkiye projesiyle iç içe geçmiş oldu.
Bütün bu uluslararası ortamın, Türkiye’den beklentilerin, İsveç’in ve AB Komisyonundaki İsveçlilerinin Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği çok güçlü desteğin İsveç Akademisinde Nobel ödülü jürisi üyelerini etkilememiş olması olanak dışıdır. Sanıyorum, Orhan Pamuk’a Nobel verilmesi ciddi ciddi düşünülüyor, ancak son değerlendirme için yeni bir yapıt ya da gelişme bekleniyordu.
Bu süreç içinde, yazar bakımından ne yazık ki çok üzücü olan o olay, Nobel seçicilerinin olumlu bir değerlendirme için gereksedikleri ek veriyi sağladı. Üstelik bu acı olay, mağdur kültür kahramanımızı kurbanlık konumuna taşımış, onunla dayanışma isteğini Batı kamuoyunda iyice güçlendirmişti. Pia Reinacher adlı bir Alman yazar da, Orhan Pamuk’un, “Kürt” yazar Yaşar Kemal’e karşı dava açıldığında ona destek olmasının, ayrıca Salman Rushdie’yi Şeytan Ayetleri konusunda savunmasının da Nobel jürisini olumlu yönde etkilemiş olduğunu ileri sürmüştür (Die Welt Woche, 29, 2010). Ayrıca, Margaret Atwood ile John Updike’ın övgü dolu yazılarının hem sanat değerlendirmesi hem de genel ortam açısından Nobel sürecine önemli katkı yaptığı söylenir. (Bütün bunları yadırgamadığımı, doğal karşıladığımı vurgulamalıyım.)
(…)
Gene Alman bir yazar (demek Almanlara çok takılıyorum. Bir zamanlar Die Welt gazetesini izlerdim.) Ulf Poschardt, Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verilmesini, Batı’nın Doğu’yla diyalog kurmak gereksinimini karşılamak üzere Nobel ödülünün araçsallaştırılması olarak değerlendirmiştir (Die Welt, 17. 10. 2006). Engdahl’ın açıklamasının bu tür yaklaşımları bastırmak amacını taşıdığını söyleyebiliriz elbette.
(…)
Sonuç olarak Orhan Pamuk’un ödül almasının nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: Doğu–Batı konusunu ve ülkemizdeki kültürel çatışmalarla siyasal yarılmaları Batılı okurun (ve bizden bir kesimin) gözünü alan parlak bir biçimde yazması, yani sıradışı hünerli bir yazar olması, profesyonel açıdan yazın dünyasının gelişimini ve gereklerini çok iyi kavrayıp, çok iyi bir kampanya yürütmesi, o dönemin asal bir uluslararası gereksinimine yanıt olması ve İsviçreli gazeteciye verdiği demeç. Bunlara bakarak, “Orhan Pamuk’a Nobel verilmesinde sanatın payı ne kadar, başka etmenlerinki ne kadar?” sorusunu ortaya atabiliriz. Bu soruya ancak Nobel jürisi üyeleri yanıt verebilir. Biz bu nedenleri bir bütün olarak görmekten ileri gidersek yanlış yapmış oluruz. Bu bağlamda, Harold Bloom’un, elinizdeki kitabın son bölümünde bulacağınız bir söyleşisinde, Nobel komitesinin bazı istisnalar dışında, son elli yıldır hep siyasal kararlar verdiği görüşünü dile getirdiğini de anımsayalım. (Bana biraz abartmış gibi geliyor, ama konuşan Bloom!)
Bence Nobel böyle bir şey işte! Sanatsal açıdan yüzde yüz hak eden bir yazar olsanız bile Nobel almanız kolay değildir. Tolstoy’a verdiler mi? Yaşar Kemal alabildi mi? Nobel Amca, Noel Baba gibi bacadan gelmez. Onu arayıp bulmak gerekir.
Nobel böyle bir yarış işte! Yarışı kazananı kıskanmadan kutlamak gerekir, ey yazarlar!
Şimdi gelelim, Talât Sait Halman’ın değerlendirmesi yüzünden aklımıza takılan bir soruya: Orhan Pamuk, daha ilerideki yıllarda Nobel alabilir miydi? “2008’den sonra alamazdı.” demiştim. Neden?
İlk neden, Orhan Pamuk’un Nobel sonrası verimi zayıf. Masumiyet Müzesi, Kafamda Bir Tuhaflık, Kırmızı Saçlı Kadın üçü bir araya gelince çok önemli bir sanatsal toplam ortaya çıkmıyor. Deneme kitapları da çok önemli değil, örneğin bir Octavio Paz’ınkiler kadar evrensel önemde değil. Orhan Pamuk’u destekleyen yazın kişilerimizin de bu üç romanla Nobel alınabileceğini savunmakta güçlük çekeceklerini düşünüyorum. Elbette dileğimiz, bundan sonra Orhan Pamuk’un çizgisini ününün düzeyine, giderek daha üstüne yükseltmesidir.
İkinci neden, özellikle 2006 sonundan sonra AB’nin ve ABD’nin Türkiye’ye bakışı değişmeye başladı. Türkiye’yi Batıya çekmeye çalışan güçler Batı ülkelerinde gerilediler. Buna karşılık, Türkiye’de de işler değişti. Hızla bugünlere geldik. 2008 sonrası dönemde Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ına, diğer yapıtlarına, sanatsal bakımdan hak etseler bile Nobel verilmiş olacağını sanmıyorum. Çünkü sular başka yönlere akmaya başlamıştı. Dış dünyaya, tarihe bakarken saf olmamak gerekir.
Orhan Pamuk’un 24 Ekim 2007 tarihinde Türk basınında çıkan bir habere göre, İtalyan La Republica gazetesinde bir söyleşisi yayımlanmış, söyleşinin bir yerinde şöyle diyor Pamuk (Türk basınından alıntılıyorum): “Türkiye’de işler iyiye gidiyor. Siyasi gerilim azaldı. Bana yönelik gerilim de azaldı. Demokrasi yayılmakta, bu durum da ülkeye iyi gelmekte. Dolayısıyla arada bir, salt edebiyat dışındaki meseleler hakkında da konuşabilirim.” (Sanki hiç konuşmamış, bu konuşmalarla ününü artırmamış gibi.)
Aynı gün, yani 24 Ekim 2007 Çarşamba günü, Vatan gazetesinin Kitap ekinde (Vatankitap) Ayşe Kulin’in bir söyleşi yayımlanır. Şu alıntımıza bakın, ne diyor Ayşe Kulin, iyi bakın: “Bana gelince, kendimi geçmişle gelecek arasında bir köprü olarak görmüyorum. Ben yaşımdan dolayı daha çok geçmişe aitim. Bir rüzgâr hızıyla geçen ve istediğimiz noktaya ulaştırmayı beceremediğimiz ‘Çağdaş Cumhuriyet Rüyamız’dan arta kalan bir anı, bir hayal gibi hissediyorum kendimi. Türkiye bambaşka dinamiklerin hakim olacağı bir geleceği doğru yürüyor. O gelecekte benim yerim yok. Yirmi–otuz yıl sonra, öte tarafta olacağım kuşkusuz.” İyi okudunuz mu? Büyük sanatçıların geleceği sezdikleri söylenir. Hadi bakalım! Orhan Pamuk’un sözleri şaka gibi…
Eskiden, Nobel ödülünün Türkiye’ye, Türkçeye ya da Türkçe yazına değil, Orhan Pamuk’a verilmiş olduğunu düşünüyordum. Yukarıdaki satırlardan sonra, Nobel’in, Batı’nın Doğu ile diyalog kurmaya, Türkiye’nin de AB üzerinden Batı’ya yakınlaşmaya çalıştığı bir dönemde Orhan Pamuk’a, Türk olduğu için, Doğu–Batı konusuyla ilgili olarak kimine göre göz alıcı, kimine göre göz boyayıcı romanları, metinleri, söyleşileri nedeniyle verilmiş olduğunu düşünüyorum.
|
Okuma önerisi!Adalet Çavdar’ın incelemesi; “Suat Duman’dan bir kara polisiye; Rakun” Suat Duman‘ın yeni romanı Rakun‘da isimsiz bir kahramanın şehrin kıyılarında köşelerinde debelenirken birden kuytunun en derinine düşüşüne şahit oluyoruz. |
- Netflix Türkiye mayıs programı belli oldu - 23 Nisan 2022
- Halsey’den İstanbul konseri - 23 Nisan 2022
- Sepultura Türkiye’ye geliyor - 23 Nisan 2022
FACEBOOK YORUMLARI