Şengül Can’ın Devamsız isimli kitabının bütününe bakarsak ev önemli bir tema. Eve yerleşmek, misafir olmak, dönmek ile evden gitmek arasında gidip gelen karakterler, sahip olduğu bağları sorguluyor.
Kitap, okurun zihninde oluşturulduğunda, hatta yeniden yazıldığında nesneliğinden kurtulur. Yoksa nedir kara şekillerin basılı olduğu kağıt destesi? Ve her bir okur ile yeniden yazılan kitap, okuru kadar çoğalır. Kitabı büyülü kılan bu işte: Aslında hiçbirimizin aynı kitabı okumuyor oluşu. Her birimizin kitaptan aldığı deneyim, olaya bakış açısı, -hatta belki de zaman zaman kendi anılarımızla değiştirip ya da duygularımıza benzetip kendimizi kahramanlardan saydığımızı da düşünürsek- öğrendiği hikaye başka oluyor. Ne okuyorsak kendimize uyduruyoruz.
İşte bu metinde, Şengül Can’ın son kitabı “Devamsız”ı okur bakışıma uyduruyorum. Bu biraz yazarın, kitabın ilk öyküsünün ikinci paragrafında “Kendime onun gözleriyle bakmak istedim… iyileştiren bakışlarıyla dönmek sonra.” yazdığından, metnin kendisi, böyle bir daveti anımsattığından mümkün oldu. İlk öyküde, okuru davet ettiği mekan bir ev. Kitabın bütününe bakarsak ev önemli bir tema. Eve yerleşmek, misafir olmak, dönmek ile evden gitmek arasında gidip gelen karakterler, sahip olduğu bağları sorguluyor. Ev, kişinin kendi öznelliğini bulma yolunda ya geride bırakılacak ya da geri dönülecek bir eşik.
“Bahçede” öyküsünün evi ise, bir köy evi, kötü kokan, bahçesinde tavuklar olan bir ev ve onun sahibi Bedia ile karşılaşıyoruz. Bedia’nın bakışından kendini görmek isteyen anlatıcının bilincine kapılıyoruz. Kendine bir geçmiş seçen, Bedia’nın karşısında bir başkasını oynayan, annesinin ölümüne yas tutan anlatıcı, Bedia’nın bakışını iyileştirici buluyor. Bu yüzden onunla kalıyor. Anlatıcı, ötekinin bakışına soyunmak, gördüğünü görmek ve hatta ötekiyle aynı anda kalabilme arzusu taşıyor. Aynı zamanda kadın dostluğunun, dayanışmasının hikayesi anlatılan. Bedia ise, hayvanları seven, temizliği ve yemeği pek önemsemeyen, tavukları için gözyaşı döken duygusal, rahat ve güçlü bir karakter. İyileştiren bakışı bu özelliklerinden geliyor.
Her okurun kendince okuma oyunları vardır. Önsözü atlayanlar, kaynakçasına kadar okuyanlar, parça parça okuyanlar, sırayla okumayanlar… Ben öykü kitaplarını sırayla okumayanlardanım. İsimlerini sevdiğim öyküleri okuma oyununu yıllar önce edindim. Fakat bu oyundan önce kitabın ilk öyküsünü okurum. Sonra öykü seçmeye başlarım. Bunun sebebi, ilk öykünün tesadüfi olarak en başa konmuş olamayacağı fikridir. Yedinci, beşinci, hatta ikinci öykü bile rastlantısallık taşıma ihtimaline sahiptir. Ama ilk öykü, yazarın okura ilk göstermek istediği sahne, -belki bilinçli bir seçim olarak belki de bilinçdışından bir yerden- ilk sözüdür. İlk sözü, yazarın sözleşmesi yerine koyarım. “Okur, seni böyle bir kitap bekliyor” diyen o gizli sözleşmeden sayarım. Okur bâtılı diyebilirsiniz ama ilk öyküyü bu yüzden önemserim.
Devamsız’ın ilk öyküsü ise, başkasının bakışında yeni bir benlik imgesi kuran anlatıcı üzerinden okura terapik bir ilişkinin resmini çiziyor. Bağlarından kopmak isteyip de kopamayan bir kadının, gitmeyi başardığında karşısına çıkan Bedia’yı anlatıyor. Anlatıcı, ötekinin -Bedia’nın- karşısında performatif bir eyleme, kendine bir hikaye yazmaya, başka bir “benlik” kurmaya başvuruyor. Eğer kitabın bütününe bu ilk öyküden bakarsak, yazar bu ilk öyküyle kendi konumunu çizmiş oluyor. Ötekinin aynasını, metnin aynası kılıyor.
İlk öykünün, kadın dayanışmasını, bir kadının diğerine aktardıklarını, öğrettiklerini -kendini sevmeyi bile- anlatmasının, kitabın temel meselelerinden biri olan kadın meselesine dair bir duruşu da aktardığını düşünüyorum. Şengül Can, Müge İplikçi’nin “Zeytindalı” programında feminist teoride sıkça dile getirilen “Bizim mağduriyetimizin başlangıcı yok. Olsa bir araya gelirdik. Evden çıkmak ise bunun başlangıcı olabilir.”sözünü hatırlattı. Bu öyküde, evden çıkmış bir kadın, bir başka kadınla kurduğu dayanışmayla kendi gücünü keşfediyor. Yaşadığı evi terk etmiş bir kadın olan anlatıcı, Bedia’nın rahat ve doğal yaşamında güç buluyor. Bir hastalıktan dolayı bölgedeki tüm tavuklar itlaf edilirken Bedia’nın tavuklarını kurtarıyorlar. İki kadın birlikte direnebiliyor.
Parotis öyküsüne atlıyorum. Parotis, sesini ve kelimelerini kaybedip arayışa geçmiş güçsüz bir erkeğin hikayesi. Problemli bir ilişkiye ve sevmediği bir işe sahip olan karakter, gitgide suskunlaşıyor. Önce isimleri, sonra sıfatları, ünlemleri, en son da filleri, yani tüm kelimelerini kaybediyor. İyileşmek için doktorlara görünen, testler olan, psikiyatrik ilaçlar kullanan adam sonunda bir dernek aracılığıyla bir laboratuvara gidiyor. Adamı seslerle dolu bir odaya alıyorlar. Onca sesin arasında kendi sesini bulacak.
Adamın o odada duyduğu sesler, ağlamalar, kahkahalar, kuş sesleri, uçak, rüzgar, zil sesleri ve dahası, dünyanın sesleridir. Yeryüzünden duyduğumuz her türlü sesle dolu bir odadır ve gerçeğe maruz bırakılmaktadır. Şimdi sesler, bir tür aynadır. Adam o odada sesini aramaktadır. Bir nevi aynada kendi imgesini görmek istemektedir. Bu zamana kadar kendi acısını çok büyük görmüş ve bu kutsadığı acılarından başkalarının gerçeklerine çarpmış bu adam sonunda sesini duyuyor. Kendi sesini buluyor ve susuyor. Dünyanın gerçeklerini gören, kendini bulan biri neden susar? Çok mu acıdır? Kendi acılarından daha mı üstündür? Hayır, acıları tartıya koymuyor adam. Tanığın felaketi anlatamayacağı gibi, gerçeklerin sesini duyunca bir kez daha -ama bu sefer çok başka bir sebepten- susuyor. Acı, dile getirilemiyor.
Bazen dile gelememesinin sebebi, sırlardır. “Ağaç Ev” öyküsü de, uzun zamandır saklanan bir aile sırrının açığa çıkışını anlatıyor. Bir anne kızın hikayesiyle birlikte. Anlatıcımız bu sefer, babaannesi ve halası arasındaki sırrın tanığı. Onunla birlikte bahçedeki ceviz ağacı da tanık. “Çünkü ceviz izlermiş bizi. Biz nasıl onun gölgesindeysek. O da bizim her şeyimizi yazarmış.”Babaanne, hayat dolu, konuşkan biri. Sürekli hikayeler anlatıyor olmalı ki, anlatıcının kulağına biri takılıyor. O da bir başkasına anlatmak için. Babaannenin anlattığı hikayeyi aktarmak için kayda almak gibi bir görevi -ya da isteği- var sanki. Tıpkı ceviz ağacı gibi yalnızca gören, dinleyen, kaydeden ama susan bir tanık.
Yıllar sonra sırrın ortağı kız, anne evine geri dönüyor. Onunla birlikte hikayesi de… Babaanne, yeni kocasından kıskandığı kızını evlendirip evden göndermek istemiş. Evlenmek istemeyen kızını da evden kovmuş. Bildiğimiz hikaye anlatan babaannelerden değil bu kadın. Ezber bozan, norm dışı bir karakter, Devamsız’ın diğer bütün karakterleri gibi. Empati kurulması güç bir karakter olsa da, yazar babaannenin çelişkilerini ve içindeki yaşama isteğini güzel aktarmış. Yargılamadan dinleyebiliyoruz onun hikayesini. Babaanne aile sırrıymış demeden anlatıyor hikayelerini. Ama yalnızca ev içinde, kendi aralarında dile geliyor bu hikaye. Anne kızın sırrının sessiz tanıklarından biri bize hikayeyi anlatıyor.
“Gövdem parçalanmış gibi, iki dünya arasında mıydım ne?” Bu satır “Ölü” öyküsünden. “Leyla Erbil’e sonsuz” ithafıyla açılıyor. Erbil’in “Ölü” isimli bir öyküsü var. “Gecede” kitabında bulunan öykü, kocası ölen bir kadının yas tutmasıyla başlıyor. Kadının monoloğunda -ya da kadının bilinç akışında-, kocasıyla ilgili hikayesini, ilişkilerine dair sorularını, sırlarını, itiraflarını duyuyoruz: “ölmene izin vermeyeceğim, gözlerinin önünde konuşa konuşa, yıllar süren konuşmalarla sevişeceğiz, çıkaracağım işte çıkaracağım böyle, senin sakladığın her sözü o söyleyecek bana…” Can’ın öyküsünde ise, “Ben şimdi burada makinenin fişini çekmek gibi.”cümlesiyle söze başlayan bir anlatıcı var. Bir ölü ya da ölmek üzere olan bir kadın anlatıyor. Sanki Erbil’in “Ölü” öyküsüne cevaben, saklanan her sözü söyleyen bir “O” oluyor bu sefer.
O vakitler diyerek hayat hikayesinden kesitler anlatıyor. Adı geçmedi ama Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım?” geliyor aklıma. Bir yaz ikindisinden çıkıp gelen, ölüsünü bekleyen… “O ben ki/ Bir kadında bir çocuk hayaleti mi/ Bir çocukta bir kadın hayaleti mi/ Yalnızca bir hayalet mi yoksa.” diye soran Ruhi Bey’in sorusunu soruyorum bu iki öykünün anlatıcılarına. Bazen kitaplar birbirini çağırır ya…
Can’ın Erbil’in ‘Ölü’ öyküsüyle kurduğu bağı, öykünün biçiminde de görüyoruz. Devamsız’ın bütün öykülerinde var olan şiirsel dil ve parçalılık, “Ölü” öyküsünde belirginleşiyor. Dilin şiirselliğini, bilincin kesitlerini, yası, Erbil’den esinlenen bir deneysellikle kendine özgü bir dil kurmuş. Ruhi Bey’i anımsamam ise, boşuna değil gibi geliyor bana. Şiirin son dizeleri, bu iki “Ölü” öyküsünün anlatıcılarının da sözünü dile getirir gibi: “Ölüler ki bir gün gömülür/ İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler/ İnsan yaşıyorken özgürdür.”
Son bir öyküden daha bahsedeceğim. Kitabın son öyküsü “Kalabalık”tan. İlk öyküyü, ilk söz varsayıyorsam, son öyküde de son söz bulmalı. “Ben bir çift gözdüm.” diye başlıyor hikaye. Tıpkı orada ben gibi, Okur gibi, yalnızca bir çift göz. Sonra bir adamı takip etmeye başlıyoruz. Yaşlı, biraz kambur, geniş alınlı, bıyıklı ve tıknaz bir burnu var. Adam önde, biz arkasında. Bir kadın çıkıyor karşımıza. Sonra her gün karşılaşıyoruz onunla ve adamla. Aralarındaki ilişkiyi çözmeye çalışıyoruz. Kadının tekrar ortaya çıkmasını ve adamın ne yapacağını izliyoruz kaç gün boyunca. “Kim senin aradığın?” Sonra anlıyor bütün bunları izleyen bir çift gözün sahibi. Bu ikisi, onun hikayesinin parçası değil! Derken adam arkasına dönüp anlatıcının -hikayesini izleyen gözlerin- karşısına çıkıyor. Silahını çıkarıp ona -ve onunla birlikte bize- doğrultuyor: “Kaçtığın hikaye kimin hikayesi.” Ötekinin aynasını, metnin aynası kılıyor demiştim ilk öykü için. Şimdi ise aynaya bakmaya zorlayan, kaçmana izin vermeyen bir çift göz ve silahlı bir el var karşımızda. Kendinle, ötekiyle yüzleşmeye çağırıyor kitap. Bu noktadan sonra kaçılmıyor hikayeden. Devamsız’dan sonra günlük akışında devam etmiyor günler. O soru kendini sordurup duruyor.
|
- ÖTEKİNİN AYNASI: “DEVAMSIZ” - 30 Ocak 2020
FACEBOOK YORUMLARI