
Kentsel Heterotopya’da, derinlikli felsefi analiz ve örneklemelerle, sınırların ve özgürlüğün mekânsal ve zamansal süreçlerden nasıl etkilendiğinin peşine düşüyor yazar.
“Öteki” saydığımız kimdir? Aynılaştırmadan, yok saymadan, sınır ihlali yapmadan öteki olanla bir uzlaşı mekânı yaratılabilir mi? Kimlik çatışması bir tür sınır çatışması mıdır? Olağanüstü hal hangi durumlarda olağan ve süreğen bir yapı kazanır? OHAL durumlarında hukuk askıya mı alınmıştır? Bunca güncel ve önemli sorunun irdelendiği, cevapların tarih ve felsefe perspektifinden tartışıldığı, yanıtların arandığı derin bir eser olarak, “Kentsel Heterotopya”.
Özgürlük mü güvenlik mi sorusu yaşadığımız çağın en temel problemlerinden biri. Yaşam hakkımız için özgürce yaşam imkânımızdan vaz geçmek zorunda kalıyor, güvenliği talep ettiğimiz her adımda özgürlüğümüzden bir adım daha uzaklaşıyoruz âdeta. Zira her güvenlik istemi, çitler, sınırlar, teller çiziyor etrafımıza. Kurallar ve yasaklar silsilesi koyuyor önümüze. Sürekli kontrol noktalarından geçerek, özel güvenlikli ev ve iş alanları yaratarak, kameralarla kayıt altına alınarak paranoyak bir nesil yaratıyoruz. Biz ve ötekileri ayıran, öteki dediğimiz kişileri yaratan, ötekileştirerek toplumsal nefreti tetikleyen yaşam alanları oluşturuyoruz. Korkunun yarattığı panik hissiyle, dikenli tellere sarılıyoruz. İçinde bulunduğumuz coğrafyada daha da belirgin hale geliyor bu histerik ikilem.
Kentsel Heterotopya’da, işte bu ikilemin mekânsal izdüşümlerini önümüze seriyor Stavros Stavrides. Derinlikli felsefi analiz ve örneklemelerle, sınırların ve özgürlüğün mekânsal ve zamansal süreçlerden nasıl etkilendiğinin peşine düşüyor yazar. Kitabın temel argümanını, eşiklerin yaratılması ve toplumsal kullanımı sırasında potansiyel bir özgürleşme mekânsallığının ortaya çıkması olarak belirtiyor. Sınır ve eşik kelimeleriyle ötekileştirme ve ya uzlaşma konusunda atabileceğimiz adımları göstermeyi deniyor. Özellikle içinde bulunduğumuz dönemde ülkemizi çok yakından ilgilendiren bir süreci, olağanüstü hali, bunun hukukla ilişkisini ve nasıl bir süreçte olağanmış gibi gösterilerek sürekli kılındığını da inceliyor.
Ötekiyle İletişim Kurabilmek: Eşikler Kenti Deneyimi
İnsanlar tıpkı diğer hayvanlar gibi yaşam alanlarının sınırlarını belirlemek ister. Bu doğal bir korunma refleksidir. Ancak bizi koruyan sınırlar aynı zamanda dış dünyadan ayıran duvarlardır. Sınırları koruma ihtiyacı hem ötekileştirmeye hem de uç örneklerde sınır savaşlarına yol açabilir.
Sınır, boydan boya bir eşik olarak kabul edilebilir. Bu eşikler öteki olanla karşılaşma, temas yeridir aynı zamanda. Eşik aşımı ötekiyle ilişkiye geçmektir. Kimlikler sırf inançsal ve düşünsel belirteçler değil, zamanın ve mekânın da şekillendirdiği özelliklerdir. “Ötekiliğe yaklaşmak zor bir iştir. Bütün toplumlarda böyle bir edim sembolik ve maddi tehlikelerle dolu bir edim olarak sunulur. Fakat ötekiliğe yaklaşmak aynı zamanda her toplumsal karşılaşmanın kurucu edimidir de.”
İnsanlar sınırlar koymak istedikleri gibi o sınırları da aşmak isterler aynı zamanda. İşte bu sınırın aşıldığı eşik bölgeleri özgürlük alanlarının oluşumunu sağlar. Toplumsal yapının dönüşümü, bu eşik alanlarına ihtiyaç duyar. Eşiği geçmek sembolik olarak öteki olana geçmektir. Bu da sırf mekânsal bir geçiş değildir, evin içinden dış dünyaya çıkmak gibi kimlikseldir ve şimdiden gelecek ümidine geçişte olduğu gibi zamansaldır aynı zamanda.
Harvey’in tanımladığı üzere toplumsal meselelerden doğan “ben” ile “öteki” arasındaki alışveriş daima mekânsal ve zamansal yapıdadır. Sabit ve kesin bir kimlik, katı sınırlara sahip kapalı bir kimliktir. Açık bir kimlikse sınırları olmayan bir kimlik değil, ötekilikle buluşma noktaları sunan esnek sınırlarla çevrelenmiş bir kimliktir. Özgürleşme alanları ya sakınılmış kaleler ya da ötekiliğin adacıkları şeklinde var olabilir. George Simmel’in, insan sadece sınır koyan değil aynı zamanda sınırları olmayan bir varlıktır dediği gibi, sınırlar her an dışına çıkıp özgürlüğe adım atma olasılığını da içerir.
Eşiğin kendisi iki mekânı boydan boya kesen pratikler üzerinden hem bir temas hem de bir ayrılma noktası olarak anlamını bulur. Öyleyse eşik, mantıksal bir tersyüz etmenin yanı sıra zıtlıkların buluşma alanı ve iki mekân arasında gerekli bir buluşma ve geçiş noktası olarak dünyanın ters çevrildiği yerdir. Eşik bir arabulucu bölge olarak da okunabilir.
Dışlarındaki her şeyi potansiyel düşman olarak tanımlayan kapalı toplumlarda meydana gelecek her karşılaşma, bir uzlaşı ve alış veriş imkânı değil bir sınır ihlali olarak algılanır. Sıklıkla yanlış algılandığı üzere önemli olan aradaki mesafeyi yok saymak değildir, köprü kurabilmek için aradaki mesafenin hissedilmesi gerekir. Asimilasyon bu mesafenin yok sayılmasından, çatışma ise mesafenin arttırılmasından doğar. Karşılaşma, mesafenin hem korunmasını hem de aşılmasını gerektirir. Öteki olanı yok saymadan, aynılaştırmadan, düşmanca davranmadan yapılmalıdır uzlaşı. Eşik deneyiminin bilgeliği burada yatar.
Olağanüstü Hal (OHAL) ve Hukukla İlişkisi
Modern metropol günden güne farklı şekillerde tanımlanmış adacıkların bir kümesi haline gelmektedir: büyük alışveriş merkezleri, güvenlikli yerleşkeler, duvarlar, kontrol noktaları, polis bariyerleri… Süregelen savaşlar nedeniyle güvenlik tehdidi adı altında, kabul edilmiş temel yurttaşlık haklarının askıya alınıyor, istisnai önlemler talep eden olağanüstü koşullar gerekçesine başvurularak meşrulaştırılıyor. Agamben’in istisna yorumu günümüz adacıklar kentini ve olağandışı halleri anlamada önemlidir. Tarihsel açıdan bakıldığında, istisnai durum toplumun büyük iç ya da dış tehditlerden korunması adına hukukun askıya alındığı dönemleri tanımlar. Hukuk askıya alınırken, meşru güç olarak hukukun gücü yürütmenin eline geçer. Agamben’e göre, böylelikle bir muğlak belirsizlik bölgesi yaratılır. Hukuk tamamen ortadan kaldırılmaz, sadece askıya alınır. Çünkü iktidar varlığını meşru kılmak için hukuka ihtiyaç duyar. Ancak burada kurallar ve adalet artık bizzat iktidar tarafından yeniden yapılandırılmaktadır. Burası, hukuk ile kuralsızlık arasındaki ara bölgedir. Bu mekanizmanın işlemesinin tek nedeni hukukun, toplumsal düzeni sağlamak için hâlâ gerekli bir güç olarak kabul edilmesidir. Askıya alınmış genel hukukun yerine yerel bir hukuk sistemi oluşturulur. Agamben’e göre istisnai durum bir kural haline geldiğinde ölüm makinesine dönüşür. Nazi kampları bu istisnai durumun kalıcı hale gelmesinin en önemli tarihsel göstergesi olarak okunabilir: hukukun askıya alındığı, hukukla kuralsızlık arasında bulanık bir ara bölgenin oluştuğu ancak iktidarın hukuk tarafından desteklendiği kalıcı bir yapı. İsrail yönetiminin Filistin’de diktiği duvar da kalıcı hale gelen bir istisnayı yansıtır. Stavrides günümüzdeki mülteci ve göçmen gözaltı merkezlerini de bir açıdan istisnai hal kampları olarak değerlendirmektedir.
“İstisna olarak yaşadığımız şeyin ne olduğunu bile düşünmeksizin ona adapte olmayı öğreniriz. Kırmızı bölgeler işte böyle normalleşir. Kontrol noktaları ve alışveriş merkezlerindeki gözetim sistemleri normal hale gelmiştir. Üst araması sportif organizasyonlarda bile normal karşılanır olmuştur. İstisnai durum işte böyle genelleşip bir kural halini almıştır.”
Kapalı yapıların, kendini sosyal medya aracılığıyla gösteren ve sürekli korunan politikacıların yerine ortak iletişimin mümkün olduğu açık kamusal alanların oluşturduğu bir şehir düşünebiliriz oysa. “Bir açık şehir, bir eşikler kentidir(Stavrides).”
Walter Benjamin’in Eşikleri
Benjamin’in zaman kavramı, mekânsal-zamansal eşikler deneyimine dayanır. Benjamin için modernite hem bir vaat hem de bir kâbustur. Şehrin hızına ve ritmine yetişemeyen insan bir uyuşma ile tepki verir. İnsanlar arası iletişimin yerini insan-nesne ilişkileri alır. Bir figür olarak flanör, burjuva bireyin zıddı olarak, kamusal alanda yaşar. İnsanları ve yaşamları gözlemler, izler arar, notlar alır. Eşiklerin ustası fanörün bizzat kendisi eşikte olan bir figürdür. Banjamin’in pasajları eşiklerdir, ötekiyle iletişim kurma yerleridir.
Öteki Olabilmek, Mesafeye İhtiyaç Duyar
“İletişim sadece söylemek istediğimiz şeyle değil gizlemek istediğimiz şeyle de oluşturulur.”
Ötekiyle karşılaşmak zaten bir mesafeye ihtiyaç duyar. Öteki başka bir yere aittir. Eğer mesafe olmazsa, öteki aynı bizim gibi olana dönüşür. Birisini olduğu gibi kabul etmek istiyorsak mesafeyi yok etmememiz gerekir. Karşılaşma kumarı tam olarak bu mesafe üzerinde oynanır. Mesafe büyükse karşılaşma olanaksızlaşır. Ama mesafe silinirse de ilişki kısa devre yapar.
Cacciari, mesafenin ortadan kaldırılmasını homo democraticus adını verdiği figürün tipik bir takıntısı olarak görür. Sennet’ın samimiyet tiranlığı olarak tanımladığı şeyi anlatmaktadır bu tanım. Her zaman her yerde bulunan ve kendi doğrusunu dayatan homo democraticus, her şeyi kendisiyle eşitleyerek bir anlamda kendinde eritir, aynılaştırır, tektipleştirir. Kitle demokrasisinin eşitlemeci söylemi böyle bir tektipleştirme tuzağını da özünde taşır. Yabancı ya asimile edilir, yani aynılaştırılır ya da akıl almaz hale gelecek kadar yabancı kılınır. Bu, ileri batı demokrasisinin çok sevdiği bir tutumdur!
Ötekiyle iletişim kurabilmenin özünde iki iddiadan vaz geçme ihtiyacı yatar: üstünlük iddiası ve kesin, kapalı ve değişmez bir kimliğe sahip olma iddiası. Todorov’un dediği gibi, “Ötekilere dair bilgi, kendini bilmeye doğru giden yalnızca mümkün bir yol değil, yegâne yoldur.”
Ara mekânlar, yani eşikler iletişim için gerekli mesafeyi ve bakış açısını sağlayan bölgeler olarak kabul edilerek bir eşikler şehri yaratılabilir.
Heterotopyalar
Düzen kavramı mekân deneyimi ile yakından ilintilidir, derli toplu bir mekân imgesidir. Michel Foucault’un iktidar analizinde düzen kavramı çok önemlidir. Foucault, cezaevlerinin ve akıl hastanelerinin yapısına ve iktidarla ilişkisine ışık tutar. Düzen, iktidarın bedenler üzerine uyguladığı disiplindir. Disiplin insanların eylemlerini o kadar sınıflandırır ve tanımlar ki eninde sonunda onları ayrıştırır. Hapishaneler ya da hastaneler, öteki olanı yani deliyi ya da suçluyu sürekli olarak gözetleyebilecek bir yapıda inşa edilir. İşte bu sürekli görülebilir olma hissi, bedenlere uygulanan bir tür şiddet, disiplindir. Panoptikon denilen bu yapı, sürekli kılınmış olağanüstü halin de bir örneğidir aynı zamanda. Panoptikon, ideal bir sosyal makinedir. Toplumdaki hapishanelerin, tımarhanelerin, fabrikaların ve okulları mimari yapısı iktidarın varlığının ve gücünün bir ifadesidir. Foucault bu mekânları heterotopya olarak adlandırır. Heterotopyaları tanımlayan şey tuhaf ve rahatsız edici bir belirsizliktir. Stavrides, Foucault’nun heterotopya tariflerini yeniden formüle ederek, bir insani özgürleştirme geleceğini prova eden bütün mekânsal deneyimleri heterotopik deneyimler olarak ele alabileceğimizi belirtiyor. Kitabın son bölümünde de Zapatista ve Atina Gençlik ayaklanmalarını örnek olarak değerlendiriyor.
Stavrides’in iktidar ilişkileri, kimlik çatışması ve öteki ile iletişim olasılıklarını çok derin ve kapsamlı analiz ettiğini söyleyebilirim. Günümüz dünyasının ve insanlığın geldiği açmaza, şiddetin ve savaşların temel nedenine ışık tutarak çözüm arayışlarında bulunuyor. Hem felsefi hem de tarihi zemin analizlerinde geniş bir bakış açısı sunuyor. Ancak zaman zaman çok akademik olan dili ve uzman kişilerin anlayabileceği referanslar nedeniyle yavaş okunan ve zorlayan bir kitap olduğunu da belirtmeliyim. Ancak çağımızı okumak ve anlamak, dünyada insanca ve barış içinde yaşayabilmek adına yeni bir ışık yakıyor yazar.
- Kentsel Heterotopya
- Özgürleşme Mekânı Olarak Eşikler Kentine Doğru
- Yazar: Stavros Stavrides
- Çeviri: Ali Karatay
- Türü: Sosyoloji
- Baskı Yılı: Eylül 2016
- Sayfa Sayısı: 232 sayfa
- Yayınevi: Sel Yayıncılık
- Bu Kitabı Ateşten Koruyun: Fahrenheit 451 - 26 Nisan 2018
- Sonuçta bir direniştir yaşamak; Ernesto Sabato Üzerine - 31 Mart 2018
- Nefes Kesici Bir Gerilim: Kurtulan Kızlar - 21 Mart 2018