Sakin akışı, hayatın en umulmadık ya da en olmaması gereken durumlarını ele alan anlatısı ve kullanılan dilin tanıdık havası ile başarılı bir öykü kitabı.
Öykü kitaplarının kapağını açarken hangi kitap olursa olsun çarpıcı olmakla beraber okuru olduğu yere çivileme kabiliyetine sahip metinlere gözümü dikiyorum. Hem gözle hem de zihninle ayrılan mesai için bu gibi noktalar önem arz ediyor. Tam olarak her öyküde başka bir kurguya açılan o kapıdan geçerken bu defa ne olacak diye merak etmeyi istemek benimkisi.
Bu noktalarda başarılı öykü kitapları ile çok fazla karşılaşma şansı bulabildiğimi söyleyemem. Zor beğenen birisi olmamakla beraber bu duruma Türk yazarlarda daha az rastladım. Onlar da genellikle kült olmuş eserler, yeni metinlerde çok daha az karşılaşılıyor. Kurgu eserlerde ‘yazacak konu tükendi’ gibi bir anlayış var, katılmadığım. Hayatın kendisini meze niyetine kullanmak varken nasıl malzeme bitebilir ki. Buna güzide bir karşılık olarak Pazartesi Sendromu’nu rahatlıkla gösterebilirim. Mahmut Fikirsindi’nin ilk kitabı için yapabileceğim en kısa tanım “bu eserde kurguya rastlanmamıştır, her biri hayatın farklı zaman ve mekanının sayfalarda ağırlandığı özel anlardan oluşmaktadır” şeklinde olacaktır.
Kitabın ilk öyküsü ve esere adını veren metin ile birlikte okur kendisine çok tanıdık bir profil ile karşı karşıya buluyor kendisini; plaza cehenneminin prangalı misafirleri. Çoğumuzun çalışma şeklini, biçimini oluşturan devasa dört duvarlarda iş gören insanları merkezine alan öykü, birey olma durumuna getirdiği ‘numaralı’ eleştiri ile özellikle hoşuma gitti. Bütün bir haftasını beraber geçiren insanların birbirleri hakkında bazen ellerinde sadece çalıştıkları bölüme ait kodlar ya da direk olarak kimlik numarası tadında rakamlar olabiliyor. Mesai dışında insanlığını paylaşmayan ademoğlu.
Öykünün kişilerinin başından geçen olaylar bir haftalık zaman diliminde gün gün anlatılıyor. No: 256-109 hikayenin ana karakteri. Onu okuyoruz, onun hayatını yaşıyoruz, onun yaşadıklarına ve yaşattıklarına tanık oluyoruz. Arkadaşları arasında sevilmek için her türlü duruma uyum sağlayan, durumların gereğine gömlek değiştirir gibi karakter değiştirerek ayak uyduran bir kişilik. Onu aslında çok yakından tanıyoruz. Muhakkak etrafımızda ondan en az bir tane var. Yaşamak için yaşıyor, zaman akerken birilerine hak vermekle meşgul. İnsanlık konusunda sınıfta kalmış. Ya insanlığını hatırlamak zorunda kalacağı zorunlu bir inziva dönemi yaşarsa? Ya yaptığı şeyler film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken gelecek haftanın toplantılarında olmadığını kimse hatırlamazsa? Elimizden akıp giden zamanda insanlığımızı nerelere, kimlere teslim ediyoruz? Pazartesi sendromu hayatımızı şekillendirmeye bu kadar mı kadir?
Kurgudan ziyade hayat bu
Yukarılarda bir yerde bu eser için kurgudan ziyade gerçek hayat ana yemek olarak kullanılmıştır derken demek istediğim buydu. Yalın dili, anlaşılır konu akışı ve zaman zaman kullanılan yöresel kelimeler kitabın kendi ruhuna kavuşmasını sağlamış. Her bir cümle bir sonraki kelime topluluğunu kolay anlaşılır kılıyor. Misal eserdeki favorim olan Alin bu saydıklarımın her birine yer veren bir öyküydü.
Üniversite eğitimi için yaşadığı köyden büyükşehire, İstanbul’a gelen Tahir kendisi gibi öğrenci olan Alin’e ilk görüşte aşık olur. Daha evvelden atsız araba görmemiş birisi için her şey haliyle çok yeni ve ürkütücü bir görünüm çizer. İçine girdiği hem okul hem de şehir karmaşasına daha alışamadan sevdaya düşer. Gel zaman git zaman birbirlerini seven iki kişinin karşısında kimse duramaz artık diye düşünürken işin içine gelenek, görenek ve din meseleleri dahil olur. Zira Tahir baba sözünden çıkamaz, Alin ise Hristiyandır.
Toplum denen bu karmaşık organizmanın insanların duygusal hayatlarına ket vurmak için en sevdiği yöntemlerden birisi kuşkusuz bu inanç meselesi. İnsanlara neyi yapıp yapmayacağını söylemenin yanında arka planda barınan hayatı tektipleştirmeye olan inat ile insana hayatı dar etmeyi çok iyi beceren kavramlar. Bu gibi hikayelere örnekler muhakkak okumuş, tanık olmuş veya yaşamış -misal ben- insanlar olarak öyküdeki kişilerin çektiklerine ortak olmamak elde değil. Kalıplardan sıyrılmasına izin vermediğimiz hayatlar elbet bir gün bizi öldürecek. Kaçınılmaz son.
Yazar insan anlatmayı çok iyi başarıyor. Her öyküde insanları ve insan ilişkileri özellikle de geçmişte yaşadıkları olayların şimdiki zamana etkilerini aktarmak konusunda oldukça başarılı. Bunda kariyerini devam ettirdiği tiyatro sahnesinin etkisi yadsınamaz. Gerektiği takdirde bambaşka insanlara nefes olmasını bildiği gibi sayfalarda da hayat verdiğini görüyoruz.
On Üç Numaralı At, kumar batağına düşmüş ve çıkmak konusunda pek umudu olmayan Hikmet’i anlatıyor. Ve olay hiç de beklemediğimiz bir yönde seyir izliyor. Kapalıçarşı’da altın takı tasarımı ve üretimi yapılan bir atölyede çalışıyor Hikmet. Evli. Kumar en büyük tutkusu. Sakalları var. At yarışı oynamayı bırakmış. Bu veriler ile ilerleyen öykü biraz da eğlenceli bir sona kavuşuyor. Aklına nereden geldi denecek ve ancak kurgu olması beklenebilecek bir anlatı. Umarım kurgu değildir. Zira atölyede geçen onca saatin bir karşılığı olmalı.
İnsanların neleri nasıl yaşadığı konusunu istediğimiz kadar tartışalım, istediğimiz kadar bilgi toplayalım elle tutulur, ‘bu budur arkadaş’ diyebileceğimiz bir sonuca ulaşma şansımız olduğunu düşünmüyorum. Burada okuduğumuz altı öykü bunun en somut örneği sayılabilir. Hayatta her şeyi gördüğünü söyleyen insan, bu kitabı sıcak tüketilebilir pekala.
Manos Yayınları etiketi taşıyan Pazartesi Sendromu bir ilk kitap için oldukça iyiydi. Sakin akışı, hayatın en umulmadık ya da en olmaması gereken durumlarını ele alan anlatısı ve kullanılan dilin tanıdık havası ile başarılı bir öykü kitabı. Yazarın zamanla, daha bunun gibi iyi işlere imza atacağını düşünüyor, o günlerin gelmesini umuyorum.
|
- Pazartesi Sendromu: Hayat Nasıl Bir Şey Biliyor Musun… - 28 Ocak 2019
- Sonbahar: Hayatı Anlamak İçin Kelimelerin Çabası - 14 Ocak 2019
- Yedi Yıl: Hayat Nedir Ki, Mutsuzluk Anlarından Başka - 12 Kasım 2018
FACEBOOK YORUMLARI