Kaan Kara imzalı Pele’nin Öldüğü Yaz Nebula Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı. Yazarla ilk kitabını, öykülerini, yarattığı öykü evrenini konuştuk.
-
İlk kitap, ilk heyecan. Hayırlı olsun.
Teşekkür ederim.
-
Havai fişeklerin patladığı, büyük meselelerin konu edildiği, tantanası bol bir yaklaşım da var, daha sade, sakin, gerçek insanların, gerçek meselelerin konu edildiği öyküler de. Siz öykülerinizi nasıl biriktirdiniz? Adana’nın sıcağı, babanızın sevgisizliği, sevgiliden geriye kalan acının ne kadarı hayatınızdan, yaşadıklarınızdan?
Yazma uğraşının en güzel yanlarından biri de yaşanmışlık/tecrübe ile hayal gücünün iç içe girip karışması ve hangisinin ne oranda olduğunun kestirilmeye çalışılmasıdır belki de. Yaşadıklarımı yazma gayretinde olmadığım ya da yazmaya değer görmediğim bir bakış açısı benimsedim. Bu durum da beni “hayal gücü işçisi” olmaya yönlendirdi doğal olarak. Bire beş oranı gibi; hayalin gerçekten çok daha yoğun olması gibi… Gerçekte olmayan, yaşanmamış ve şahit olunmamış şeyleri kurgulamak daha eğlenceli bir deneyim oldu benim için. Kitaptaki karakterlerin neredeyse tamamı rastlamadığım ama aynı zamanda da yabancı olmadığım tipler. Olaylar da yaşamadığım cinsten… Kafamın içinde yarattığım dünya ile kendi hayatımın birbirine karışmadığı bir ortamda oluşturmaya çalıştım öykülerimi.
-
Editoryal süreci ve yayınevi aşamasını da dinlemek isterim sizden. Dosyanızın hazırlığı ve yayınlanma noktasına gelişinde çağdaşınız yazarlara da ipuçları verebileceğiniz neler yaşadınız?
Yazdığım öykülerin ne düzeyde olduğunu görmek için edebiyat dergilerine uğramam gerekti. Kabul görmem de, reddedilmem de bana katkı sağlayacaktı. Umudumu kaybetmeyip ısrarımı sürdürmem “Kitapçı Dergisi” ile tanışmama sebep oldu. Derginin editörü ve yayın yönetmeni Erdal Gürsoy’un yazdığım öykülere olan yaklaşımı ve ilgisi beni epey heveslendirdi. İşini ciddiyetle yapan ve çok zor beğenen bir editörün kıskacına girmek her şeyin başlangıcı oldu. Sonrasında yazdığım öyküler çerçevesinde bir çalışma programı çıkarıp uzunca bir öğrenme evresine çokça sabır ve sıkıntılı süreç eşlik etti. Yazma sürecinin ne kadar huzur kaçıran ve dik bir yokuşa tırmanmak gibi zahmetli olduğuna şahit oldum. Dosyamı yayınevlerine gönderip uzunca bir süre beklemek yerine; bana güvenen iyi bir editör ve yayın yönetmeniyle çalışmak benim için büyük bir avantaj oldu.
-
Hız çağı deniyor, okurun vakti yok deniyor, 140 karakter bile uzun deniyor. Bu çağda yazmak ne anlama geliyor?
Zaman herkes için aynı uzunlukta aslında. Asla yeterli değildir zaten. Yazar için de okuyucu için de gerekli zamanın yaratılma yöntemi vardır. Uykundan çalmak, odana kapanmak ya da telefonunu kapatmak bu duruma yardımcı olabilir. Nitekim Jack London’ın Martin Eden romanı benim için etkili bir itici güç oldu. İşten gelip masaya gömülmek, gece boyu düş gücüne sığınıp yazmak, karşılığında çok az uyku ama uyandığında yazmış olduğun üç beş sayfanın hazzıyla güne devam etmek… Teknolojinin ve akıllı telefonların aptallaştırdığı bu çağda okumak da yazmak da öyle zor ki… Bu zorluğu başarıya dönüştüren okura da yazara da saygı duymak gerekir. Sırf kitap okuyabilmek için kendi aracıyla değil de toplu taşıma aracıyla işine giden insanlar var. Haliyle biraz daha erken kalkmak zorunda olan insanlar… Bir öykü yazmak için arkadaşlarından ya da ailesinden kaçan insanlar… Yemek molasında kitap okuyan, bir sayfanın bile hesabını yapan, güzel bir cümle ile tatmin olup sıkıntısını unutan insanlar var. Edebiyat için zamanla pazarlığa koyulan insanlar; yani gerçek edebiyatseverler.
-
Kitaptaki favori öykülerimden biriydi, sanırım ilk öyküydü, ana anlatıcı bir köpek; Çakır. Daha önce yakın zamanda Kemal Varol’da, Sezgin Kaymaz’da da severek okuduğumuz köpek karakterler, anlatıcı hayvanlar vardı. Buradan yola çıkarak beslendiğiniz Türkiyeli yazarları, öykücüleri sormak isterim, devamında da son dönem Türkiye öykücülüğüne bakışınızı.
Hayvanları çokça sevdiğim için hayvanların insanlarla iç içe yaşadığı bir dünya kurgulamak istedim. Gizemli bir kedi, merhametli bir köpek ve fiyakalı iki horoz düşsel yolculuğumda bana yardımcı oldular. Bir hayvanı betimleyip anlatmak ile bir hayvanın gözünden ve zihninden anlatmak çok farklı. Bir noktadan sonra insan olduğunuzu unutup büründüğünüz hayvan gözüyle dünyayı algılamaya çalışmanız gerekiyor. Daha önce Kemal Varol’dan “Haw”, John Berger’den “Kral” ve Jack London’ın bazı eserleri sayesinde şahit olduğum “hayvan anlatıcı” yöntemiyle kaleme kağıda sarılmak, bu tarz hikâyeleri okumaktan daha farklıydı. Aynı zamanda zorlayıcı ve eğlenceliydi. Tekrar denemek istediğim ve daha derine inmeyi düşündüğüm bir deneyim oldu benim için. Klasik Türk Edebiyatındaki değerli ustaların katkılarını apayrı bir yerde tutup çağdaş yazarlarımıza bakacak olursam; Hakan Günday, Kemal Varol, Şule Gürbüz, Mahir Ünsal Eriş, Ayfer Tunç ve Barış Bıçakçı gibi değerli isimlerden etkilenip öğrendiğim çok fazla şey oldu. Roman; okuyucuyu tezgâha getirebilir, oyalayabilir hatta yol ortasında bırakıp gözden kaybolabilir. Ama öyküde durum epey farklı. Öykünün bahanelere sığınmak gibi bir derdi ya da kaytarmak gibi bir kurnazlığı olamaz. Romana nazaran öykünün köşeleri daha keskin olmalı. Okuyucuyu çizip yaralamalı hatta kalıcı bir iz bırakmalı. Az cephaneyle büyük tahribat yaratmalıdır öykü. Bu yüzden romana göre daha ciddi bir edebi uğraştır öykü. Okurların öykücülüğe bakışını ele alırsak ironik bir durum var ortada. Türk tarihi ve kültürü ele alındığında romandan ziyade öykünün bize daha yakın olması gerekir. Genetik olarak göçebe bir yaşantıya sahip oluşumuz gibi her şey değişken ve kısa olmalı. Dede Korkut hikâyeleri gibi… Ateşin başında toplanıp dillendirilen destanlar gibi… Uzun ve detaylı anlatım bizim kültürümüze pek de uygun değil. Masallar ve kahramanlık öyküleri bunun kanıtı aslında. Gündelik hayatta da böyle. Kullandığımız dil, tasvirler ve anlatımdaki coşkumuz da bunun kanıtı. Biz kültür olarak hikâyenin peşindeyiz. Buna rağmen ülkemizde öyküden çok roman türünün okunması, üzerinde düşünülmesi gereken çelişkili bir durumu işaret ediyor.
-
Arka kapakta vurgulanıyor: Homeros’tan, Dede Korkut’tan beri süregelen bir gelenek ve Pele’nin Öldüğü Yaz… Siz gelenekten nasıl, ne ölçüde beslendiniz?
İnsan doğup büyüdüğü toprağın, şehrin bitkisidir bir bakıma. Yaşanılan coğrafyadan etkilenmemek mümkün değil. Dilini de, geleneğini de, tecrübelerini de ait olduğun yerden öğreniyorsun. Bu sebeple anlattığın şeyler de ruhuna sinmiş hikâyeler oluyor. Şehrin sokakları, huyunu suyunu bildiğin insanlar, ninelerin anlattığı masallar, mahalledeki atmosfer, hepsi işlemeye koyulduğun edebiyata malzeme olabiliyor. Gelenek; seni sen yapan unsurları besleyen bir nehir gibi… Kuruyup gitmemek için o nehirden fazla uzaklaşmamak gerekir.
-
Peki Çukurova geleneği nereye yerleşiyor edebiyatınızda? Yaşar Kemal’lerle, Yılmaz Güney’lerle şekillenmiş hissi verdi öyküleriniz, sıcağı, öfkesi ve her şeye rağmen taşıdığı umuduyla.
Adana’da doğup büyüdüğüm için bu şehrin yapısını da insanını da ruhunu da çok iyi biliyorum. Diğer şehirlerde geçirdiğim zamanları düşündüğümde aklımda hep Adana kıyaslaması oldu. Hem büyük şehrin girdabında savrulmak hem de ucu bucu olmayan bereketli ovalarla dost olmak demekti Çukurovalı olmak… Ve tabii ki Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Yılmaz Güney gibi ustaların eserlerinden beslenmek, onlar gibi aynı coğrafyanın derdini dile getirmeye çalışmak benim için çok özel bir duygu.
-
Mahalle maçları, kahvelerde bitirilen günler, askerlik arkadaşları, kız istemeler… Bu toprağın öykülerini görüyoruz kitabınızda. Evrensellik söz konusu olduğunda öykülerinizi nereye koyuyorsunuz? Sizce farklı dillerde, farklı kültürlerde, farklı okurlara aynı duyguları hissettirmek mümkün mü? Yahut okurun edebiyatı alımlaması ülkeden ülkeye değişir mi?
Sanırım önce üzerinde yaşadığım toprakların hikâyelerini anlatmam gerekti. İlk eserler uzun yıllar insanın içinde biriktirdiği şeylerin anlatılma çabasıdır, diye düşünürüm hep. Bu sebeple “Pele’nin Öldüğü Yaz” da bir noktada evrenselliğe uzak düşüyor. Yaşar Kemal’in “Buyur ağam” cümlesini İngiliz dilinde “Yes Sir” olarak görünce saygı, hiyerarşi, sosyal yapı, işçi-işveren, toprak sahibi, ırgat, güç ve hürmet kavramlarından ne denli uzaklaştığını anlamak zor değil. Bu yüzden Bir İngiliz’in Yaşar Kemal’i algılayışıyla bir Türk’ün Yaşar Kemal’i algılayışı çok farklı. Nitekim James Joyce’un neyi, ne şekilde anlattığını doğal olarak İrlandalılar bir Türk okurdan çok daha iyi anlayacaktır. Yazar için hesaplamaya pek müsait bir durum olmayabilir ama okur için evrensellik aranan bir husustur. Kemal Sunal kültürel bir mücevherdir ama Charlie Chaplin evrensel bir dildir. İkisinin misyonu farklı olsa da aynı ölçüde değerli ve öğreticidir. Öykülerimde evrensellik kaygısı üzerinde çok fazla kafa yormasam da insanın çaresizliği ve bu duruma karşı kayıtsız kalışı üzerinden sergilediği mizahi tutumu, yazmaya devam ettiğim romanda evrensellik boyutuna taşımaya çalışacağım.
-
Öykülerin görsel kuvveti sinemayla ilişkinizin iyi olduğunu düşündürüyor.
İnsanın uykuyla arası kötüyse muhakkak başka şeylerle dost olmak zorundadır. Benim dostum da sinema oldu. Film izlemek ve beni etkileyen filmler üzerinde saatlerce düşünmek bakış açımı olumlu yönde etkiledi. Yani beni edebiyata hazırlayan temel şey sinemaya olan tutkumdu. Sonrasında da sinema denen dünya ait olduğu noktaya, yani edebiyata evrildi. Andrei Tarkovsky, Sergio Leone, Theo Angelopoulos gibi önemli yönetmelerin sinema dili beni farklı pencereden bakmaya davet etti.
-
Son olarak öykülerinizde geçmişi, geçmiş zaman algısını, geçmişi kavrama ve yazma biçiminizi konuşalım.
“Geçmiş” denen zaman olgusunun asla geçmediğini Faulkner’dan öğrendikten sonra da yazma gayretinin aslında zamana kafa tutmak ya da geçmişten intikam almak olduğunu çok sonra anladım. Edebiyatın çok ciddi ve gizemli bir derdi vardı. Ne mutlu ki bunu bazen okuyucu da yazar da bilemiyor.
-
Sırada ne var? Yeni öyküler, belki de bir roman?
Tamamlamak istediğim bir öykü dosyam daha var. Ama sanırım sıradaki kitap roman olacak. Öykünün yaratım sürecini ve hissettirdiklerini gördükten sonra bir de roman türüyle yola devam etmek istiyorum. Öykülerimdeki yapıdan ve yazım biçiminden daha farklı tarzda bir roman kurgusu üzerinde çalışıyorum. Hiç görmediğim bir ülke ve yaşamadığım bir kültürü anlatmaya çalışacağım. Zorlayıcı ama güzel bir polisiye deneyimi uğraşı oluyor benim için.
|
- VAROLUŞ İNANCININ DAYANAĞIDIR AŞK! - 29 Mayıs 2021
- Balkan Dünyasında Üç Gün - 19 Eylül 2020
- Koray Sarıdoğan: “Bu Kitapta Salvo Yapmıyorum, Olanı Söylüyorum.” - 10 Ağustos 2020
FACEBOOK YORUMLARI