Tim Parks, “Sevgili Mimi” ve “Mimi’nin Hayaleti” romanlarında polisiyelere özgü cinayet, katil, kurban, kaçış, ihanet, şantaj, şehvet, hırs ve arzu gibi motifleri kullanarak çağımız insanın iç dünyasına bakıyor; bireydeki kötülüğü kışkırtan, meşrulaştıran toplumsal düzeni ihmal etmeden.
Tim Parks “Cara Massimina”yı 1990’da yazmış, roman Türkçeye 2008 yılında “Sevgili Mimi” adıyla çevrilmişti. Kendisi de sevmiş olmalı, Parks tuhaf roman kahramanının macerasını 1995 yılında “Mimi’s Ghost” (“Mimi’nin Hayaleti”) ile sürdürmüştü.
Bir devam romanı niteliği taşıdığı için ilkini hatırlatarak başlayalım; Morris, yoksul bir işçi ailesinde, güçlü ve kaba bir baba figürüyle büyümüş, annesinin muhafazakarlığı sayesinde okumuş, bulunduğu muhitten Cambridge’e gitmeye hak kazanan ilk öğrenci olmuştu. Ama okulu bitirememiş, dilediği gibi bir iş bulamamış kısacası kendisini hak etmediğine inandığı bir tutunamamışlık içinde bulmuş, sonunda İngiltere’yi terk edip İtalya’ya yerleşmişti. Ders verdiği zengin İtalyan ailesinin kızı Massima’yla evlenip sosyal ve sınıfsal basamakları kolayca atlayacağını sanmıştı Morris. Aile onu damatlığa kabule yanaşmayınca, hayatı ve insanları henüz hiç tanımayan genç kızın da ısrarıyla İtalya sahillerinde tatile çıkmışlar, Morris Massimina’yı birileri kaçırmış gibi gösterip yüklü bir fidye istemişti. Bundan sonrası gerilimli bir polisiye hikayeye dönüşmüş, köşeye sıkışan Morris kendisini kurtarmak uğruna başkalarının hayatlarına kast etmekten çekinmemişti. İşin tuhaf yanı Morris’in cinayete kadar varan bir dizi karanlık eyleminden hiç rahatsızlık duymaması, bunları hayatın kuralı kabul etmesiydi. Ayakta duran kazanacaktı. Nitekim, cinayet ve adam kaçırma suçlarından yakasını sıyıran Morris için yükselmenin yolları açılmıştı…
Psikolojik Gerilim
“Mimi’nin Hayaleti”nde sınıf atlama hayalleri bir nebze de olsa gerçekleşmiş bir Morris’le karşılaşıyoruz. Aradan birkaç yıl geçmiş, Mimi’nin ölümünden sonra Morris ailenin acısını paylaşarak hep arzuladığı yakınlığı tesis etmiş, Massimina’nın ablası Paola ile evlenmiş, kerhen de olsa aileye kabul edilmiştir. Ancak tek beklentisi maddi değil Morris’in, aşağılık kompleksini doyurmak için üst sınıflardan sevgi ve saygı görmeye de ihtiyacı var. Oysa onu sofralarına davet edenler nezdinde hala önemsiz biri. Bu haksızlığa isyan edecektir Morris; “Ama neden? Neden? Morris sevgisizliği hakketmek için ne yapmıştı ki? Yakışıklıydı, alçakgönüllüydü, hayırseverdi, akıllıydı. Daha ne istiyordu bu taşralı kapitalistler? Gözlerine girmek için takla atmamış mıydı?”
Evliliği, çevresi, çocukluk anıları ve doymamış arzularıyla mutsuz da olsa, iç sesini dışa duyurmayacak, bu taşra zenginleriyle göğüs göğüse gelmeyecek kadar kurnaz, darbelere karşı bağışıklık sahibi bir adam o. Bütün yalnızlığı ve bastırılmışlığı içinde kendisine bir çıkış yolu bulacak, karmaşık iç dünyası Mimi’nin hayaletini yaratacaktır. Önceleri sadece tek yönlüdür Mimi ile iletişimleri; “…tam da düşünüyordum Mimi, düşünüyordum ki, eğer bana bir işaret versen, biliyorsun işte, hayatta ve iyi olduğuna dair bir belirti, bunun benim için anlamı o kadar büyük olurdu ki… Herhangi bir işaret… Senden geldiğini… ve beni affettiğini bileyim, yeter. (…) Benim için bunu yapar mısın, Mimi? Bana bir işaret verir misin? Nasıl bir işaret olduğu umurumda bile değil, açık olsun, yeter.”
Evet, Moris’in vicdanı, öldürdüğü Mimi’nin hayaletini yaratmıştır. Bu korkunç gerçek kimi zaman hâlâ bilincinin yüzeyine çıkabilse, beraberinde mide bulantısı ve çok derin bir kaygı hissi getirse bile, tuhaf bir arınma hissi de sağlayacaktır. Öldürmüşse bile duyarsız değildir, hatta hala sevdiği kadın Mimi’dir. Bir süre sonra Morris’in süperegosuna dönüşecektir Mimi’nin hayaleti. Ancak bastıran değil, “özgürleştiren”, her türlü kötülüğü onaylayan bir süper ego.
Olaylar geliştikçe kuşkusuz kötülükten değil, kendi başını kurtarmak için yeni cinayetler işler Morris. Mimi de sessizliğini bozmuş, Moris’in iç monologları sanki diyaloğa dönüşmüş, Mimi’nin sureti yavaş yavaş ete kemiğe bürünmüştür. İpleri eline alan Mimi’dir şimdi; düştüğü kötü durumdan kurtulması için Morris’e akıl hocalığı yapmaya başlayacak, onu cinayet işlemeye yöneltecek, hatta cinselliğinin bastırılmış eğilimlerini yaşamaya kışkırtacaktır.
Sonlara doğru işler iyice kızışır. Polisin takibine, karısının ve dostlarının ihanetine uğrayan Morris tam bir can pazarındadır. Ama toparlandığı her anda bir üst basamağa sıçramanın hayallerini kurmaktan vaz geçmez; şimdi sıra ailenin büyük kızı Antonella’ya gelmiştir…
Ne İyi Ne Kötü
Tim Parks, “Sevgili Mimi” ve “Mimi’nin Hayaleti” romanlarında polisiyelere özgü cinayet, katil, kurban, kaçış, ihanet, şantaj, şehvet, hırs ve arzu gibi motifleri kullanarak çağımız insanın iç dünyasına bakıyor; bireydeki kötülüğü kışkırtan, meşrulaştıran toplumsal düzeni ihmal etmeden. Çevresini saran zenginliklere kayıtsız kalamayan Morris’i çalmaya, öldürmeye, ahlaki sınırları çiğneyip geçmeye iten sahip olma arzusu, içinde yaşadığı düzenin normali değil mi? Az çok eğitim almış, eli yüzü düzgün, sağlıklı genç bir insanın zenginliğe, zenginler sınıfına olan saplantısı, hedefine ulaşmak için her şeyi mübah sayan hastalıklı egosu, toplumunun yarattığı tutku, hırs, kıskançlık ve başarı gibi değerlerin bireyler, aileler ve topluluklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin bir sonucu. Bireysel psikolojinin altında yatan hastalıklı olmak hali, toplumun rekabetçi yapısının yarattığı ölüm korkularından, bu korkularla sarmalanmış güçlü olma tutkusundan kaynaklanıyor.
Kuşkusuz herkeste bir nebze bulunan yıkıcı duygular Morris’te psikolojik bozukluğa dönüşmüş. Oyunda olmak, kazanmak isteyen, kendisini sahip olamadığı her şeye –mesela İtalyan olmaya, sanata, soyluluğu çağrıştıran her şeye, güce, paraya ve sevgiye- sonsuz bir hayranlık besleyen ama engellendiğini düşünen Morris, tuhaf bir şekilde “iyi” kalmak için çırpınıyor. Ne var ki “kötü”lük yapmadan istediklerini elde edemeyeceğinin de farkında. Aslında yapmaya muktedir değil; zihni sürekli üretiyor ama “orada yeşeren şeyler pratik olmaktan çok, egzotik ve dekoratif şeyler”. Üstelik uzun süreli planları da yok. “konusunun ne olduğunu bir türlü hatırlayamayan bir romancı gibiydi, ya da daha doğrusu, oraya buraya saçılan kırıntıların peşinde koşan sefil bir fırsat düşkünü”…
Bu kişilik yapısıyla Patricia Highsmith’in soğukkanlı ve hesapçı katili Ripley’den ayrılıyor Morris. Daha çok Dostovyevski’nin Roskolnikov’una, ya da Thedor Dreiser’in “Amerikan Trajedisi”nin kahramanı Clyde Griffiths’e benzetilebilir. Dreiser’in Clyde da ailesinden duyduğu utanç, yükselme, zengin bir aileye girme hayalleriyle istemeden de olsa öldürmüştü sevgilisini. Onun düşüşünü getiren zenginlikle başarıyı bir tutan inancıydı.
Dreiser “Bir Amerikan Trajedisi”ni ABD’de kapitalizmin yarattığı toplumsal bozuklukları sergilemek ve “Amerikan Rüyası”nı eleştirmek için yazmıştı. Tim Parks’ın Mimi serisi de bireysel bir suç hihayesi anlatmanın ötesine geçiyor ve Avrupa toplumunun eleştirisine dönüşüyor. Sadece yükselme arzusuyla yanıp tutuşan alt sınıfları temsil eden Morris karakteriyle değil, onu küçümseyen sonradan görme zenginlerle, göçmenlerle, kötü koşullar altında çalıştırılan kaçak işçilerle, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı gibi motiflerle pekiştirmiş eleştirisini.
“Sevgili Mimi”yi okuduğumda “Suç ve Ceza”nın günümüz insanına ve değer yargılarına göre yeniden yorumlanışı diye düşünmüştüm. İnsani değerler açısından Roskolnikov ya da Clyde Griffiths ile Morris arasındaki ahlaki ve felsefi uçurum “Sevgili Mimi” ya da “Mimi’nin Hayaleti”nin yorumdan ziyade parodi gibi alımlanmasına neden olabilir. Oysa parodik durum dönemler arasındaki farktan, zamanın insani değerler manzumesinde yarattığı erozyondan, yani hayatın kendisinden kaynaklanıyor. Morris, “gemisini kurtaran kaptan” felsefisiyle günümüz insanının tipik bir örneği. Altın aramak için ormanları yok eden, santral kurmak için dereleri kurutan, kazanç hırsıyla doğayı yağmalayan şirket sahipleri, onlara kolaylık gösteren siyasetçiler, o siyasetçilere oy veren sıradan insanlar… Hiçbiri “kötü”lük yaptığını düşünmüyordur herhalde… Onlar da Morris gibi başka seçenekleri olmadığı için yapıyorlar! Böyle bir hayata tutunmak için kazanmaktan başka şansı olmayan insanların özçıkarlarını her şeyin üstünde görmeleri kaçınılmazdır. Böyle bir sistemde Rosnolnikovvari iç hesaplaşmalara, ar, haya, edep duygularına, dini inançların yüceliğine, aile bağlarının kutsallığına, devletin saygınlığına, çevrenin korunmasına, -insan ya da hayvan- türü ne olursa olsun güçsüzlere yer yoktur. Nitekim işlediği suçlar sayesinde elde ettikleriyle Morris de saygın vatandaşlar kümesine katılacaktır.
Eğer okumadıysanız “Sevgili Mimi” ile başlamanızı öneririm. Aslında Çağdaş İngiliz edebiyatının en parlak yazarlarından birisi olan Tim Parks’ın “Kader” ve “Avrupa”sını da okuyun mutlaka. Hakkını teslim edelim; çevirmenler de çok başarılı. Parks romanlarında çarpıcı hikayeler, şaşırtıcı ama karakteristik insan tipleri bulacaksınız. Ve hepsini edebiyata döken mükemmel bir dil.
- Mary Shelley’in Yaratığı - 4 Şubat 2018
- Jules Verne’in Fantastik Dünyası - 28 Kasım 2017
- Dorian Gray’in Portresi; Yazarını Yok Eden Roman - 19 Ekim 2017
FACEBOOK YORUMLARI