
Bu İş Sineklere Göre Değil, Maria Nadotti’nin oldukça bilgilendirici bir önsözüyle başlayıp Kapuściński’yle yapılmış uzun mu uzun söyleşileri içeriyor.
Alman filozof Arthur Schopenhauer Parerga und Paralipomena adlı eserinden seçilmiş Okumak, Yazmak ve Düşünmek Üzerine’de[1] gazeteci yazar takımından yakınıyordu. Haklıydı da. Gerçekten de bir filozof/düşünür için gazeteci yazarların yazdığı (haftalık) “fikir” yazılarını (fikir bunların tam olarak neresindedir, bilemiyorum) okumak işkence halini alabiliyor. Olaydan hemen sonra (ki bu fikir yazılarında olay hep vardır), sadece bir gecede yazılmış olduklarını bildiği için değil sadece. “Aylar/yıllar süren çalışmaları”nın dahi bir malumat derlemesi ve sunumundan ibaret olduğunu da bilir.
Her alanda olduğu gibi burada da istisnalar var elbette. Polonya doğumlu gazeteci, yazar, şair ve fotoğrafçı Ryszard Kapuściński bu isimlerden biri belki de. Daha önce Afrika Aslanı, Futbol Savaşı, Abanoz, Herodot’la Yolculuklar, Şahlar Şahı gibi önemli kitapları Türkçeye kazandırılan Kapuściński bu kez Bu İş Sineklere Göre Değil (Deli Dolu, 2019) adlı kitabıyla karşımızda. Kitap Maria Nadotti’nin oldukça bilgilendirici bir önsözüyle başlayıp Kapuściński’yle yapılmış uzun mu uzun söyleşileri içeriyor. Bu söyleşileri değerli kılan unsurlardan biri de John Berger’in de son söyleşiye dahil olması.
Kapuściński’nin ifadesi üzerinden bu iki yazarın tutum farkını anlamakla başlayabiliriz: “Tek bir mekânda kalmak benim için ölüm, John [Berger] içinse yaratmak anlamına gelir” (s. 105). Gezmeye olduğu kadar okuyup yazmaya meraklı bir gazeteciyle sanata, edebiyata düşkün bir eleştirmeni yan yana görüyoruz. Ayrıldıkları noktalarda birleşiyorlar kimi zaman (gördükleri tahsil farklı olsa bile ilgi alanları çeşitlenir: Kapuściński tarih okumuştur, Berger ise sanat akademisinden mezundur). Maria Nadotti’nin isabetli ifadesiyle “Bir bakıma John [Berger] bir çiftçi iken, Ryszard [Kapuściński] bir denizcidir” gerçekten de. Anlattıkları hikâyeler de böylece farklılaşır. Walter Benjamin’den mülhem, Kapuściński “anlatacak hikâyeler bulmak için evinden uzaklara seyahat” ederken, Berger “yaşadığı yerin hatıralarını ortaya çıkarma gayreti içindedir” (s. 100-101).
Kapuściński’de alışık olmadığımız bir duyarlılık vardır, okumaya, olduğu gibi anlatmaya yönelik, aynı zamanda sanatsal olan bir duyarlılık. Her şeyi siyasi ideolojilerle anlayan, analiz düşkünü gibi görünmez pek. Hikâyeler anlatır. “Niçin hikâyeler anlatırız?” sorusuna hassasiyetle yaklaşan Berger, anlatma’nın üzerinde durur. Anlatmanın farkı da burada beliriverir: aktarmaktan farklı olarak, dinleyene/okuyana bağımlıdır anlatmak. Kapuściński’nin diyeceği üzere okuyan/yorumlayan “olmadan sanatın [sanatlar da çeşitli anlatma edimleridir]var olması mümkün değildir” (s. 89).
Peki hikâyeler, bildiğimiz kurgu işlemeler değil midir?
Bu soruya Berger’in verdiği cevap açıktır: “Hikâyelerin yerini bir çeşit kurgu aldı. Heyecan verici şeyler, bir hikâyenin olmazsa olmazı kader duygusunun yerine geçti” (s. 84). Öyleyse edebiyatın ve sanatın da gelip anlık taleplere yaslandığı noktalar var. Hikâyedeki düşleme ve mesafeli kalma arzusunun, müdahil olmaktansa önce dinleme fırsatının yerini gerçekmiş gibi hissettirme, coşturma, hatta okuyucunun ipleri hepten elinde tutması alıyor diyebilir miyiz? Cevabımız olumlu olacaksa soruyu değiştirip neden “kurmaca” anlattığımızı sorduğumuzda cevabımız şu olacaktır: hevesle bir çırpıda okuyup unutmak için. Zira Berger’in çok iyi söylediği gibi, “hikâyenin karşıtı sessizlik ya da tefekkür değil, unutuluştur” (s. 86). Hikâye tefekkür ve sessizlikle birlikte olabilir öyleyse, bir gevezelikten ibaret olmayabilir. “Sadece geçinebilmek için” anlatan bir gazeteci bile iyi hikâyeler anlatabilir. Tıpkı Kapuściński’nin icra ettiği gibi.
Yaşamının farklı dönemlerinde muhtelif ülkelerde bulunan Kapuściński için tarih de hikâye de (ki bu sözcükler Fransızcada tek sözcükle karşılanır: histoire) ötekilerle ilgilidir. (Belki bunda Polonya gibi hep arada kalmış bir ülkeden olmanın etkisi olmuştur [Polonya sendromu], önsözde bahsedildiği gibi.) Bu bakımdan bazı Avrupa ülkelerini için hakiki bir öteki olan Afrika (birçok Afrika, Afrika’lar) Kapuściński’nin yaşamında önemli yer edinmiştir. Yeri geldiğinde Afrikalıların hikâyesini anlatmıştır kitaplarında. Belli ki bunda Annales tarihçilerinin etkisi de olmuştur (Fernand Braudel’in çoksesli eserlerini hatırlayalım). Öyleyse bu hikâyeye küçük insanları, ötekileri de eklemek gerekir: “Benim mevzum yoksullardır. (…) Üçüncü Dünya varoluşsal bir meseledir” (s. 18) diye ekleyecektir Kapuściński.
Nihayetinde Kapuściński bize gazetecilik açısından önemli bir örnek sunar, Berger de buna karşı hattan iştirak eder. Gazeteci, birden bire hikâye anlatıcısı oluverir. Böylelikle gazeteci yazar artık bir aktarıcı değildir, olayları yorumlarken de sadece sağduyunun konforuna bırakmaz kendisini; dinlemeyi bilir, ötekilerin yaşamını aktarabilir.
[1] Çev. Ahmet Aydoğan. İstanbul: Say, 2018.
![]()
|
- İngiliz Edebiyatına Kısa Bir Giriş - 17 Mayıs 2019
- Ryszard Kapuściński ve John Berger:Gazetecilikten Hikâye Anlatmaya - 18 Şubat 2019
- Felsefe Nedir? ya da Niçin Felsefe Yaparız? - 18 Eylül 2018