Seni hürriyet aşkı yakıyordu, beni de senin aşkın!
Yanıtsız sorularım ve senin yokluğun dünyamı savunmasız hale getirince, Elveda Güzel Vatanım’a sığındım.
“Zaman hızlı akıyor seninle hem de çok. Kısa ama yoğun paylaşımlar, uzun ayrılıklar bu ilişkinin kaderi miydi? Sen yanımdayken bile yokluğunu bu denli duyumsamam neden? Gidiyorum da ondan!”
Soluğumdun sen, her nefes alışımda bütün hücrelerimde varlığını duyumsadığım masumiyetimdin! Hayattaki ilk öğretmenim, ilk heyecanım, ilk sırdaşım, başımı omzuna yasladığım ilk güvenim, samimiyetimdin…
Tanrı’nın bana bahşettiğini sandığım bir armağandın. Beklenmeyen bir konuk gibi girivermiştin hayatıma. Hayal kırıklıklarıyla, sevgisizlikle, ötekileştirilmiş bir kimlikle boğuşurken ben, güneş gibi aydınlatmıştın, dünyamı ısıtmıştın. Sana ulaşmak için yana yana kanat çırpan bir pervaneydim.
Tedirgindin, kaygıların vardı, biraz da korkuların. Yüreğini tüm sıcaklığıyla bana açsan da elin elime bir türlü kavuşmuyordu. Çantan her zaman sırtındaydı, bir yerlere gitmeye hazır beklerdin. Gözlerin gözlerime değse sevincim olurdu ama bakışların hep uzaklara takılıp kalırdı; bir yerlerden, birilerinden haber beklermişçesine.
HAYATIN EN GÜZEL BENCİLLİĞİ MİDİR AŞK?
Saftım, toydum, küçüktüm; seni, hayallerini, büyük ideallerini anlamam güçtü. Küçücük bir pencereden bakıyordum dünyaya. Kurtuluşun dünyayı yürek gözüyle sevmek olduğunu sanıyordum, sadece sevmek, durup sevmek. Sen çoktan yol almıştın. Zaman zaman sabrın taştığında ve beni küçük burjuva alışkanlıkları olan biri gibi gördükçe mutsuzluklarım artıyordu. Buna rağmen yüreğim her an sana daha sıkı bağlanıyordu. Sen uzaklaştıkça, bu bağlanış bir kara sevdaya dönüyordu ama farkında değildin.
Hayatın en güzel bencilliğidir aşk.
“Öyleydi, aynı zamanda en yıkıcı, en acımasız hislerimden biriydi. Bu kadar güçlü, bu kadar tutkulu olmam, seni hem mutlu ediyor hem de korkutuyordu; aynı şekilde beni! Ya bir gün beni sevmekten vazgeçersen? Hiç şüphem yok, eğer o gün gelirse, arkana bakmadan giderdin. Belki de sana duyduğum hisleri diri tutan da bu kaygıydı. Her an seni kaybedecek olmam. Aslında bütün aşklar imkansızdır demiştin ya! İmkansızlık olmazsa aşk söner. Ve hepsinden mühimi, aşk bir ticaret değildir. Aşk neticeyle alakadar olmaz, bugüne bakar, sadece bugüne, hatta şu ana… Ateş yandığı sürece vardır, o tutku sönmediği sürece…”
Şehsuvar ile Ester’in yaşadıklarının aynısıydı yaşadığım. İşte hep o tutkunun sönmesinden korkmuştum. Beni bırakıp hayatını adadığın o büyük davaya bütün kalbinle bağlanıp yüreğindeki yerimin dolmasındandı çekincelerim.
Seni hürriyet aşkı yakıyordu, beni de senin aşkın! Kaybedilen haklar, daha yaşanabilir, özgür bir dünyanın özlemi için çırpınırken sen, benim kaygılarımın ne önemi olabilirdi?
Ester “Istırabımızla alay etmeyi başardığımızda insan olmaya bir adım daha yaklaşacağız.” dediğinde anlamamıştı Şehsuvar. Hatta ona bozulmuştu. Her gün aş ve iş için sokakları dolduran milletin yaşamak kavgasına katılmaktan daha yüce bir ideal olabilir miydi?
Ne çok şair aynı duyguları ele almıştır. Ama örneğin Edgar Allen Poe’nin şiirinde “Bir daha asla” diye seslenen kuzgunun sesinde somutlaşan insan olmanın kederini, yaşamak kavgasına katılanların hepsi hissedebilir mi? Sokaklardaki bu görkemli isyan, herhangi bir canlının hayatta kalma çabasından daha mı anlamlı? Elbette çok anlamlıydı hürriyet, kardeşlik ve eşitlik mücadelesi, ama insan olmanın derinliği hâlâ bütün bu kalabalığın hareketlerinden uzaklarda bir yerde duruyor. Hayatın manası nedir? Niye yaşıyoruz? Amacımız ne? Varolma meselesi yani, ruhumuzdaki o kadim sızı demeye çalışmıştım sana, ama nafile! Ve bir yandan da hep kendimden şüphe ettim. Hayatın güzelliğini bozan bir bencillik miydi, aşk konusuna böyle yaklaşmak? Aynı kavga içinde yer almadıkça, tutuşan eller hep boş mu kalacak?
SAYFALAR ARASINDAKİ SIĞINAK
Sonu gelmez sorgulamalar, tartışmalar, farklı yaşam tercihlerimiz ayrılık tohumlarını körüklemiş, sarmaşık misali yüreğimize dolanmaya başlamıştı. Memleket sevdası sende bir tutkuya dönüşmüştü, sana atfedilen her görevi hayatının anlamı sayıyordun. Hatta çok sevdiğin arkadaşlarının serzenişleri ve eleştirilerini dahi kulak arkası yapmıştın. Sen bu halinle, hayallerini gerçek sanan, Osmanlı’nın son dönemlerinde memlekete en büyük bozgunu yaşatan Enver Paşa’ya benziyordun. Hırsları yüzünden binlerce askeri Sarıkamış’ta soğuktan donarak ölürken, o sessizce komutasını yardımcısına devredip payitahta dönmekte bir sakınca görmeyecekti. Sen ise yapılanların yanlışlığını gördükçe hırçınlaşacak, en yakınındakileri bile terk edip gidecektin. Arkanda onca soruyu yanıtsız bırakarak…
Her birimiz için, “vatanın sahibi” diyebilir miyiz? Doğrusu son süreçte yaşananlar bu sorunun yanıtını iyice olumsuz hale getiriyor. Yıllarca uğruna bunca can verilen bu toprak, bazen evlatlarını acımasızca harcayabiliyor. Dökülen gözyaşları kalıyor geriye, karşılıksız sevdalar, tarifsiz kederler, kaybolan zamanlar…
Benim yanıtsız sorularım ve senin yokluğun dünyamı savunmasız hale getirince, Ahmet Ümit’e sığındım: “Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı, uçsuz, bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar, yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece bir toprak parçası, ne su havzaları, ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan…”
- Elveda Güzel Vatanım
- Ahmet Ümit
- Everest Yayınları
- 2015
- 558 sayfa
- “Yaprak Döker Bir Yanımız, Bir Yanımız Bahar Bahçe” - 29 Kasım 2020
- 13 Maddede Nazım Hikmet’in Az Bilinen Yönleri - 3 Şubat 2017
- Mutlu Aşk Yoktur - 3 Ekim 2017
FACEBOOK YORUMLARI