
“Sonsuzluk kirpiğimizde
serçe kuşu. Bir kanadı
hayal, bir kanadı hatıra.
Konup konup kalkıyor
çaresizliğimize.”
Yaşıyoruz Sessizce, hem can yakan, hem de insanı hayata yeniden inandıran bir kitap…
Şükrü Erbaş’ın ölen eşi Hatice Hanım’ın ardından kaleme aldığı bu şiirler, yüreğe bir hançer saplıyor, sonra da o hançeri kanırta kanırta çıkarıyor. Ölümü, tüm gerçekliğiyle bir tokat gibi indiriyor yüzümüze, “Ölümü senden mi öğrenecektim/ Soluğu canımdan çekilen kadınım.” diyen şairin sesiyle…
Ölüm, ancak bu kadar somut bir anlatıma dönüşebilir, beraberinde getirdiği tüm haller, tüm anlar, tüm durumlar ve duygular ancak bu kadar gerçekçi ve aynı zamanda da şiirsel bir biçimde aktarılabilirdi. Şükrü Erbaş’ın güçlü ve vurucu şiiri, bence bu kitapla birlikte bir aşama daha kat ederek şairin okuruna dolaysız bir şekilde seslenebildiği, aracı olan dili dahi aradan kaldırarak duygunun yoğunluğunda eritebildiği, içtenlik ve samimiyet noktasında okuruyla diz dize oturup dertleşebildiği bir şiir haline gelmiştir.
İnsanı nefessiz bırakan bu şiirler öyle güçlü bir çağrışımla, öyle vurucu bir imgelemle kaleme alınmış ki, şairi acısının içinde tüm halleriyle görür gibi oluyoruz. Odalarda, masa başında, insanlar arasında, yatağında, mezar başında… Tüm bu haller içinde okur da kendini şairinin yanı başında buluyor. Onunla birlikte soluksuz kalıyor, onunla ağlıyor, onunla isyan ediyor, onunla birlikte sorguluyor.
Okur, şiiri yaraya şifa niyetine basmanın hallerini gözümüzün önüne seren bu şiirlerle, ölenin ardından tutulan yasın her anına şahitlik ettiğini hisseder. Gerçi şair, bu acı karşısında şiirin bile derman olamayacağını “Sana bir nefes olamayan şiirden de geçtim.” diyerek belki de en çarpıcı biçimde anlatır. Gelecek, ölümle gölgelenir. Kalp, eşyadan daha çabuk soğur. Şair, insanın unutuşa dönüşünü kabullenmekte zorlanır, “güzellik ölümle biter mi hiç” diye sorar. Hatice Hanım, yalnızlığın imgesi olur, Tanrı yalnızlığı bile ondan yaratmıştır. Şimdiye dek yaşanan tüm yalnızlıkları silen, hepsinin üstüne çıkan bir yokluktur bu: “Yalnızlığın annesi/ İnsan ölünce yalnız kendisi ölmüyor/ Ne diyordu Metin Abi/ Yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri/ Bir gün benimle birlikte/ Yok olup gidecekler, öyle mi?”. Bu güzel Metin Altıok göndermesiyle şiir daha da güzelleşir, dizelerde dile gelen ortak acı, okuru da içine daha güçlü bir biçimde alır.
“Kül” şiiri güçlü bir varlık sorusu üzerine kurulur: “Çengeli mezarına asılı/ Bir soruyum dünyanın ortasında:/ İnsan neden ölür Hatice/ Ölüm neden vardır?”. Şairin hâlihazırda sürdürdüğü varlık sorgusu, Hatice Hanım’ın ölümüyle birlikte başka bir mahiyet kazanır. Bu soru, hayat eşini kaybetmesiyle birlikte şairin, isyanın eşiğinde gidip gelmesine neden olur. Artık elle tutulan ve Hatice Hanım’ın mezarıyla bir mekân da edinen bu yokluk, şairin dünyadaki varlığını sınırlar, anlamsızlaştırır. “Yokluğumuzu hazineye çeviren rüya/ Hayat bilgim, gönül evim, tarazlı sokağım” diye seslenir eşine. Eşyanın gülümsediğini ondan öğrenir; merhameti, onuru onunla anlar. Etrafındakilerin kendisini ve acısını anlamayışlarına anlayışla sitem eder. Ölümden söz etmek bir utanca dönüşür, ölümü aklına getirmeden yaşayanların rahatını, acıyı hatırlatarak bozmak istemez. Acı paylaşılsa da tek kişilik yaşanır: “Benim iki hayatım oldu diyorum/ İki kere yaşayacağım, iki kere öleceğim/ Boşluk bile bunlardan anlamlı bakıyor.” Hatice Hanım’ın yokluğunun verdiği acı, değişen şeylerle birlikte artar. O nedenle evdeki eşyaların yeri değişsin istemez. Her şey yerli yerinde kaldıkça, anıları çağırmak ve hatırlamanın bildik sularında yüzmek kolaylaşır. Evinin sızısı olur Hatice Hanım. O mezarında, topraklar altında yatarken şairin üzerine de odalar toprak döker. Ölüm de bu dünyada yaşanır, gövde kalbe darağacı olur. “Uzun sürmeyecek yalnızlığın” der şair, ölüm ile yaşam evinin birleşeceğine, yeniden birlikte olacaklarına inanır: “Uzun sürmeyecek odaların soğukluğu/ Bir gün yapraklarımız değecek birbirine/ Sen o gün geleceksin evine/ Ben o gün geleceğim evine…” Ayrılık ancak şair bütün hatıraları toplayıp geldiğinde tamam olacaktır; bütün harflerini, hecelerini, cümlelerini, ona, kendisini unutmasın diye yazdığı şiirleri…
“Güzelliğin Tanrısı” olarak gördüğü eşinin artık olmadığı bir hayatı sürdürmek, şair için ağır bir yüke dönüşür. “Bir gün ağzından uzak gülerse ağzım/ Tanrı gökyüzüyle boğsun beni.” diyecek kadar büyük bir vicdan azabı duyar. Bir yandan da hayat devam eder ve onun akışı önünde durmak hatıraları da bu güçlü acının içinde boğmak anlamına gelir. Hatıraları ancak hayata dâhil ederek, hayata katarak yaşatmak mümkündür; ancak o zaman görünür ve gerçekten hissedilir hale gelebilirler: “Ömür Hanım/ Çıkarıp çerçevesinden o hayal zamanları/ Silmezsem eğer hayatın harfleriyle/ Her gün biraz daha tozlanacak evimiz.”. Leylâsına hangi çölden geçip ulaşacağını bilemeyen bir Mecnun gibi hisseder kendini. Yol harami, kandil kör, kumlar acıdır. Gidenin ardından onunla dertleşebildiği tek yer mezarıdır ve şair sonunda ağlaya ağlaya taşların dilini de öğrenir. Bütün kuşlar, şimdiyle geçmiş günlerin hatıraları arasında sıkışıp kalan şairin yapamadığını yaparak ona doğru uçarlar.
Bu kitabı okuyun. Şiirin acıdan geçince nasıl sadeleştiğine, arındığına, dilin nasıl ustalıkla kullanıldığına şahitlik edin; ama başlamadan evvel derin bir nefes alın… Şükrü Erbaş’ın bu kitabıyla, hem şiirde duyguyu işlemek bakımından hem de dili ustalıkla kullanmak bakımından şairliğinde herkesin ulaşamayacağı bir noktaya yükseldiğini düşünüyorum. Şeref Bilsel’in çok yerinde tespitiyle bu kitap, sagu, mersiye, ağıt geleneğimize, göç edeni de burada tutan, yaşatan yepyeni bir özellik getiriyor. Bir diğer deyişle Erbaş, gideni şiirinin öznesi kılmanın ötesinde bir varlıkla katıyor şiirine.
Şaire göre, asıl büyük ceza ölüm değil, her zerresi yalnızlık olan bir dünyayı ölüme rağmen sevmektir. Didem Madak, ümitvar olanların acısı büyüktür demişti. Sevgiye Tanrı’dan da önce inandıkça, dünyanın sevgiyle onarılacağına dair ümidimizi kaybetmedikçe acımız da yalnızlığımız da büyük olacak sanırım. Fakat yine de, her şeye rağmen, sevginin daim olması temennisiyle…
- Yaşıyoruz Sessizce
- Şair: Şükrü Erbaş
- Türü: Şiir
- Sayfa Sayısı: 81 Sayfa
- Baskı Yılı: Birinci Baskı, Ekim 2016
- Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi
- Tarihi Kentler ve Ermeniler: İzmir - 5 Temmuz 2018
- Halkların Gözünden Avrupa’nın Son 600 Yılının ve Devrimlerinin Öyküsü - 5 Ocak 2018
- “Vakit Yok Yarına” - 22 Ekim 2016
FACEBOOK YORUMLARI