“Tarihi Hoşça Kal Lokantası” kitabıyla bir kez daha okurla buluştu Şermin Yaşar. Çocuklar için kaleme aldığı hikâyelerle, büyük küçük demeden okurun kalbini büyüttü zaman içinde. Gün geldi, hayatın oraya buraya saçtığı hüzün dolu hikâyelerle buluşturdu bizi. Başkaları nasıl pul, peçete koleksiyonu yapıyorsa Şermin Yaşar da ‘kaybedenler koleksiyonu’ yapmış sanki. Her hikâyede bir parça siz varsınız, biz varız. Başınızı kaldırıp baksanız Hacanne’yi, Aytül’ü, Zarif’i, Muazzez’i ve diğer kahramanları göreceksiniz çevrenizde. Hepsi o kadar tanıdık, o kadar hayatın içinde.
Önsöz niyetine, son söz niyetine; “Kaybetmek bizim işimizdir.” deyip sözü, sahibine teslim edelim:
Tarihi Hoşça Kal Lokantası’nın manzarası nasıl?
Patiskadan perdeleri var, üzeri işlemeli. Oradan bakınca büyük şehirlerin içindeki küçük insanları görüyorsun, kalabalıklar içinde kaybolmuş insanları, onların hayatlarını, duygularını, günlük sıradan travmalarını görüyorsun. Güzel manzara bence.
Burayı açmaya nasıl karar verdiniz?
İnsanları dinlemeyi, izlemeyi, onlar hakkında düşünmeyi seviyorum. Artık çoğunlukla büyük insanlar konuşuluyor. Kazanmış, başarmış, önde, göz önünde insanlar konuşuluyor. Bir de kaybedenler var, sıradan olanlar. Asıl hikâye onlarda. Uzun zamandır kısa öyküler yazıyordum, bu öykülerin bir kısmı dergilerde yayınlandı, okurların da beğenisini alınca, Tarihi Hoşça Kal Lokantası altında toplandı öyküler.
Menüde neler var?
29 öykü, 29 insan. Gelininin zoruyla diyete başlayan teyze, mahalledeki yeni açılan markete gidip emekli maaşını alışverişe kaptıran emekli amca, terk edilmiş olmayı ömrünce kaldıramamış bir coğrafya öğretmeni, iş arayan mutsuz bir genç, iyi niyeti sorgulanan bir eş, bir bakkal, bir manav. Böyle. Hep gördüğümüz insanlar aslında. Değişik bir şey yok menüde.
Şefin tavsiyesi hangi öykü?
Nasip’i çok seviyorum. En sıradan olan o sanıyorum. Çocukluğunu onun gibi geçirmiş, o yüzden büyüyememiş, dikiş tutturamamış, kazanamamış insanlar çok. Öyküyü yazdıktan sonra, gidip Nasip’in anne babasına iki tokat atasım geldi. En silik karakter onlar öyküde, yoklar hatta. Ama Nasip’i boynu bükük koyanlar da onlar. Bak gene kızdım yaa. Hep onların yüzünden.
Lokantanın kısa sürede bu kadar sevilmesinin sebebi ne ola ki?
Bilmem. Onu sevenlere sormak lazım. Ama ben çok severek yazdım. Kitap çıktıktan sonra okur gibi okudum kitabı. Başkası yazmış gibi. Hatta bir yolculukta aldım yanıma. Gülerek, hüzünlenerek, ‘ahhh yaaa’, ‘canım benim ya’, ‘tühhh bee’ diyerek okudum çoğu öyküyü. O akşam uçağı bekliyorum, bir yandan da kitabı okuyorum. Bir beyefendi oturuyor karşımda. Beni öyle kitabın içinde yaşar gibi okurken görünce ‘ne okuyorsunuz?’ diye sordu. Ben de Tarihi Hoşça Kal Lokantası dedim. Kimin kitabı diye sordu. Sıkılarak, benim, dedim. Şakacı bir beyefendiydi. Kimse okumuyorsa ben okuyayım, dedi. 🙂 Ben de imzalayıp ona verdim. Sevmiştir umarım. Ben olsam severdim.
Bu kitapta en başarılı kaybeden kim?
En başarılı kaybeden ödülünü Sıradan Anlar Fotoğrafçısı’na verelim. Kendine kayıplarıyla, nefis bir uğraş buldu.
İnsan kaybetmişliğiyle nasıl barışabilir?
Sanıyorum en son öykü bunun cevabı. Kendi Geçmişinin Gündelikçisi. Şöyle bitiyor kitap: ‘Gündeliğe gider gibi gidiyorum ben kendi geçmişime, sabahtan akşama kadar canım çıkana kadar, sırtımdan ter aka aka temizliyorum her şeyi. Silkeliyorum, ovuyorum, gerektiğinde telliyorum geçmişi. Her gün yeniden başlıyorum, her gün yeniden… Kabul, asla ilk günkü ışıltısında olmuyor hayat; ama yine de, yıllarını anılarını temizlemeye vermiş ağır bir işçi kelamı bırakabilirim şuraya; barış geçmişinle her gün yeniden, yeterince uğraşırsan eser kalmıyor kirden…’
Karakterlerin hepsinde kadere teslimiyet var…
Öyle. Nasip, kader, kısmet, hayırlısı… Bunlar Anadolu’nun iç sesi. Anadolu insanını yansıtan kelimeler. Diğer yanda kaybedenlerin de çok sevdiği bir hal teslimiyet. Teslim olmasa kaybetmez zaten. Kaybeden, ‘olsun’ ister. Olsun diye de uğraşır. Ama olmaz. Olmuyor mu? Olsun, der. Ne yapalım? Kısmet. Seviyorum bu hali.
Kendi geçmişinize ne kadar döndünüz bu öyküleri yazarken?
Yaşlılarla çok vakit geçiririm. Anadolu insanını dinlemeyi severim. Onlardan duyduklarımı, ara ara; yemeğinin üstüne baharat serper gibi, gezdirdim öykülerin içinde. Öyle geçmişe çakılmış selamlar var yani öykülerin içinde.
Arada yazdıklarınız uçuyor mu? Teknolojik sakarlıklar söz konusu mu?
Defter kullanıyorum, sonra bilgisayara geçiriyorum. O yüzden öyle bir tecrübem olmadı ama tabi, defter kaybolursa, o fena.
Yazarken olmazsa olmazlarınız neler? Sosyal medya paylaşımlarınızdan anlaşılan o ki çay baştacınız 🙂
Öyle bir beklentim yok. Çay olursa güzel tabi, seviyorum, ama üç çocuklu bir kadın yazar olarak yazmak için şartların olgunlaşmasını beklersem, çok beklerim. Bulduğun aralıkta otur yaz. Biri seni acıktım diye çağırana kadar, diğerinin okulundan öğretmeni arayana kadar, birinin oyuncağının kaybolduğunun farkına varması kadar vaktin var. O arada bir de çay demlemeye kalkarsan, yılda ancak iki paragraf yazarsınJ
Şermin Yaşar, Şermin Yaşar’ı üç kelimede anlatsa bize…
Umutlu, sakin, hayalci. 🙂
|
- Selim İleri: “Yazarken bilmediğiniz metafizik bir güç sizi alır götürür” - 24 Temmuz 2018
- Şermin Yaşar, Tarihi Hoşça Kal Lokantası’nı anlatıyor - 18 Haziran 2018
FACEBOOK YORUMLARI