Murathan Mungan, anlatısını kurarken şiirin hâkim olduğu dünyada toplumun tümüyle dönüşeceği safdilliğine düşmeden, “gerçek” bir dünya oluşturmayı başarmış.
Seneler önce yazdığı bir yazıda Osmanlı devlet büyüklerinden birinin aşçısının hikâyesini anlatmıştı Murathan Mungan: Saraya davetli Fransız elçi yemekleri çok beğenince özel aşçısını mutfağa gönderir. Notlar almaya hazırlanan Fransız aşçı, yemek yapılmaya başlandığında baharatların ölçüsü konusunda her seferinde Bolulu ustadan aynı yanıtı alır: “Gereği kadar beyim”. Mungan’ın yazısı, gereğinden fazla kullanılan ya da kaynatılan baharat yemeği nasıl zehir ederse, şiirde ve düzyazıda ölçüsüzce kullanılacak söz oyunlarının da okumayı zehir edeceğini vurgulayarak sonlanıyordu.
Bu kısa denemenin Murathan Mungan’ın yazı hayatındaki önemi beni hep düşündürmüştür. Çünkü yılların birikimiyle edinilen el ölçüsü ile batı akılcılığının dayattığı kesinleşmiş ölçüler arasında kalındığını görebiliyordunuz. Yemek ile yazı arasında kurulan bu analojiyle bir yazarın nasıl pişmesi gerektiğini anlatıyordu Mungan. Bu yazıyı ilk okuduğumda hissettiğim şey, bir monologla karşı karşıya olduğumdu. Pişmeye yaklaştığını düşünen bir yazarın kendi kendine öğütlerini dile getirişiydi sanki. Aynı zamanda yaşadığı ikilemi de dile getiriyordu: Kendini Bolulu aşçı ile özdeşleştirmekteydi belli ki ama yazının başına oturduğunda Fransız aşçının davranışlarını takip ettiği gerçeğini de gözden kaçırmıyordu.
O zamandan sonra Murathan Mungan’ın bazı tercihlerle karşı karşıya olduğunu hissetmiştim: “Yüksek” edebiyata mı dümen kırmalı yoksa popüler edebiyata mı? Medya, PR çalışmaları, reklamlar aracılığıyla elde edilen tüketici kitlesini mi hedeflemeli yoksa gerçekten yapıtının tadını hissedecek okuru mu aramalı? Mungan’ın biçim olarak yeni arayışları zorlayan, yazı işinin zanaatkârlık kısmında kusursuza yaklaşan eserlerinde bu açmazların yarattığı gerilimi hissetmemek mümkün değildi. Kimi zaman “büyük” yazar olmayı bile bile reddettiğini düşündüğüm bile olmuştur.
Mungan’ın eserleri karşısında eleştirmenlerin tutumu da üçe bölündü: Popüler edebiyat deyip çabucak etiketleyenler ile gözü kapalı onaylayanlar ilk iki eleştirmen tipolojisini oluşturdu. Üçüncü eleştirmen tipolojisi ise gerçekleşmemiş bir potansiyelin varlığını sezip, beklemeye çekilmişti. Murathan Mungan’ın da söyleşilerinde sık sık belirttiği gibi Türkiyeli eleştirmenler Mungan’ı nereye koyacaklarını bilemedikleri için eserlerine karşı tepki gösterememişlerdi.
Tam da bu noktada Şairin Romanı, Murathan Mungan’ı kararsızlıklarından, ikilemlerinden, açmazlarından azade etmeyi başaracak bir girişim olarak kayda geçti. 2011’de yayımlanan bu romanda zanaatkârca oluşturulan çatının, “el kararı” bir ustalıkla işlenmesine tanık oluyoruz. Mungan, Sözünü Sakınmadan söyleşisinde dile getirdiği gibi pastiş yöntemini benimsemiş. Romanda farklı türsel gelenekleri –ütopya, fantastik, polisiye, yol romanı…- takip ederek özgün bir eser oluşturmayı başarmış. Böyle bir dallanıp budaklanma okuma deneyimini çatallandırıyor. Ömer Türkeş’in de belirttiği gibi, Şairin Romanı çok katmanlı bir yapıya sahip: Bir polisiye okuru da, fantastik okuru da, yüksek edebiyatla karşılaşmayı uman okur da tat alacak bir şeyler bulabilir romanda. Durum böyle olunca Şairin Romanı’nın hem biçimine hem de içeriğine dair kapsayıcı bir kritiği sınırlı bir alanda kaleme almanın pek de mümkün olmayacağını önceden kabul ederek yola koyulmalı diye düşünüyorum. Bu yazıda daha çok Mungan’ın bir fantastik yazarı olarak neleri başardığını konu edinmeye çalışacağım.
Fantastik Biçim
Fantastik edebiyatı türsel bir çerçeveye oturtma konusunda Todorov’un teorisini yol gösterici olarak ele almamız mümkün. Todorov, Fantastik–Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım’da, ilk olarak, bir eserin fantastik olabilmesi için gerçek ile hayal ürünü arasında bir yerde konuşlanması gerektiğini belirtir. Basılı eserin “örtük okuyucu”su, okuma deneyimi esnasında sürekli arafta kalmalıdır: “Fantastik, bu kararsızlık süresinde yeralır: Yanıtlardan herhangi birisini seçtiğimiz anda fantastikten uzaklaşarak komşu bir alana, ya tekinsiz ya da olağanüstü türlerin alanına girmiş oluruz. Fantastik, kendi doğal yasalarından başka yasa tanımayan bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay karşısında yaşadığı kararsızlıktır”.
Mungan romanını yazarken Todorov’un söyledikleri üzerine düşündü mü bilinmez ama Şairin Romanı fantastik kararsızlığın en güzel örneklerinden biri. Yerküre yepyeni bir dünya. Anakara bambaşka bir kıta. Doğru ama aynı zamanda yüzyıllar öncesinde dünyada geçen bir hikâyeyle karşı karşıyaymışız izlenimi ediniyoruz. Her ne kadar şehirlerde, burçlarda, şiir bayrakları sallansa da insanların ihtirasları, iktidar arzuları, kötülükleri baki. Şairin Romanı gerçek bir dünyanın hikâyesini mi yoksa masalsı bir anlatıyı mı barındırıyor? Bu soru okuyucuyu arafta bırakıyor.
Mungan’ın yarattığı kararsızlık hissi bununla sınırlı değil. Todorov’un yukarıdaki söylediklerine yeniden kulak verecek olursak, fantastiğin tekinsiz ile olağanüstü arasında ince bir çizgide salındığını duyarız. Onun için fantastik yazarının özellikle dikkat etmesi gereken nokta, açıklamaların var olduğunu hissettirirken karanlığı devam ettirip yazdıklarını tekinsize ya da yaşananları doğaüstü güçlere atfedip açıklanamaz olmasını sağlayarak olağanüstüne meyletmesini engellemektir. Mungan bu dengeyi tekinsizlik ve olağanüstünü olabildiğince az kullanarak kurmuş. Şair cinayetleri ile oluşan tekinsiz ortam, hikâyenin polisiyeye bükülmesiyle aşılıyor romanda. Ümma’nın rüyaları, düşlerin birbirine karıştığı rüya havuzlarında kullanılan toteh kristalleri gibi olağanüstü öğelerin ise anlatı içerisinde okuru fantastikten uzaklaştırmadığını söylemeliyiz.
“Örtük okuyucu”yu kararsızlıkta bırakan Mungan, fantastiğin diğer ayırt edici özelliği olan şiir ve alegoriden uzak durma şartını da yerine getirmeyi başarıyor. Le Guin eserlerini alegorik bulanlara, alegoriden nefret ettiğini söyleyerek yanıt vermişti. Hemen her kurgu eserde alegoriler bulmaya meyilli eleştirmenleri bir kenara bırakırsak, Mungan’ın anlatısını alegorik olarak değerlendirmenin çok da anlamlı olmadığını söyleyebiliriz. Aslına bakılırsa ikiz öyküsünün varlığı, alegorik okumalara kapı aralandığı hissini yaratıyor romanda. Ama ikiz öykülerindeki karşıtlıklar üzerine kurulu yapı, Şairin Romanı’nda mevcut değil. Mungan günümüz dünyasının farklı bir resmini çekip metnine yansıtmıyor. Derdi, metnin içinde insanlık durumunu tartışabileceği bir ortam yaratmak değil. Metnin, kendi tartışmalarını yaratabilmesini sağlamayı umuyor.
Romanını ana kahramanına da kaptırmamış Murathan Mungan. Şiir teorisinin, şiir tarihinin, şiir felsefesinin anlatıldığı bir romanda şiirin olmaması pek çok okurca garip karşılanmıştır muhtemelen. Diğer taraftan Todorov’un: “Eğer bir metni okurken her türlü temsili dışlarsak ve her tümceyi kendi başına anlamsal bir bileşim olarak görürsek fantastik ortaya çıkmaz” öğüdünün Mungan’ın kulağına küpe olduğunu söyleyebiliriz. Şiirin romanını yazarken şiirden uzak durabilmek, kurmacadan vazgeçmeden şiirin ruhuna işleyebilmek: Mungan romanını yazarken bu formülü aklından çıkarmamış.
Şairin Romanı’nda biçim konusunda incelikli bir çalışmanın yapıldığı ilk sayfadan itibaren açıkça belli oluyor. Buna paralel olarak romanın içeriği de zenginleşmiş. Mungan bir taraftan okuyucuyu oyalayacak bazı oyunlar oynamış. Roman’daki metinlerarası göndermelerin listesini yapmak isteyecek bir okuyucuyu oldukça uğraştıracak bir malzeme mevcut. Le Guin’e, Calvino’ya, Tolkien’e, Cervantes’e yapılan açık göndermelerle başlayabilir oyuncu okuyucular.
Fantastik Anlatı
Yukarıda örtük okuyucunun kararsızlığından bahsetmiştim. Şimdi ise yazarın ve kahramanlarının kararsızlıklarından yola çıkmayı deneyelim. Roman Bilge Şair Bendag’ın uzak diyarlardan Anakara’ya dönüşüyle açılıyor. Bendag’ın, şiirde kendi sınırına ulaştığını hissettiğinde şiirden kaçmak için uzak diyarlara gittiğini öğreniyoruz. Dönüş yolculuğu aynı zamanda kendi tükenişine, ölümüne yapılıyor: “İçinden, ‘Bendag döndün,’diyor. ‘Dönmeyi başardın. Hem ömrün yetti buna, hem gücün. Artık ölebilirsin.” Oysa roman ilerledikçe Bendag’ın adımlarını kendi ölümüne doğru atmadığını görüyoruz. Bendag yaşanacak her şeyi yaşadığını düşünürken aslında yanıldığını anlıyor romanın sonunda.
Yolculuk romanlarının temel izleği olan, yolun “içe” doğru derinleşmesi fikri neredeyse tüm kahramanlar için geçerli kılınmış romanda. Şairin Romanı’ndaki pek çok karakter Bendag’ınkine benzer yolculuklara çıkıyor. Gamenn de, Moottah da, Tagan ve Zeey de (ve diğerleri de) yolculuklarda kendi kaderlerine doğru ilerliyorlar. Mungan, tüm bu yolculukları acele etmeden anlatmış. Romanda karakterlerin dönüşümlerini, bu dönüşümleri karşılayışlarını, yaşamlarını bu dönüşümlere göre yeniden oluşturmalarını, bu süreçte yaşadıkları kararsızlıkları takip edebiliyoruz. Böyle bir ağır kanlılığın, karakterlerin üzerine bunca çalışmanın yazar ile metin arasındaki mesafenin kısalmasına sebep olması beklenebilir. Mungan’ın metin ile mesafesini tüm roman boyunca korumayı başardığını not düşelim.
Şairin Romanı aynı zamanda şiirin romanı olarak da okunabilir kolaylıkla. Çünkü şiirin oluşum, okuyucu ya da dinleyiciye aktarılış, ardından tepkilerin alınış süreci üzerine birçok tartışmayı içinde barındırıyor. Bendag’ın iç konuşmalarında ustasını anımsadığı, Moottah’ın çıraklarına şiiri anlattığı paragraflar bu tartışmaların derinleştiği bölümler. Diğer taraftan şiirin bir yaşam biçimi olarak belirdiği bir dünya yaratmış Mungan. Her ne kadar kendisi bir distopya yazdığını iddia etse de, ütopik bir metinle baş başa bırakıldığımız hissi daha yoğun. Mungan, polisiyeye başvurarak, dahası insan kötülüğüne dair çözümlemeler yaparak ütopyacı dürtüyü soğuruyor ama okuyucunun bir düş ülkesinde gezdiği hissini engellemiyor.
Bu ikircimi azıcık daha kaşımanın, ütopyanın fantastik bir eserde ne kadar gerçekleşebileceği sorusunu sormanın tam zamanı. Jameson, Ütopya Denen Arzu’da fantastik eserlerin, saf ve geleneksel ortaçağ havasına sahip olmasının, köy nostaljisini hareketlendirdiğini savunur. Bu anlamda fantastik ütopyayı değil muhafazakâr geçmiş özlemini hareketlendirir. Fantezideki iyi-kötü karşıtlığı, insan ilişkileri içindeki kastlaşma eğilimi, büyünün gerici kullanımı da bu muhafazakârlaşmayı destekler. Şu an popüler olan pek çok fantastik eserde bu arazları görmek mümkün. Murathan Mungan, anlatısını kurarken şiirin hâkim olduğu dünyada toplumun tümüyle dönüşeceği safdilliğine düşmeden, “gerçek” bir dünya oluşturmayı başarmış. Cinsiyet ilişkileri konusunda ise erkeklerin şiir yazdığı, kadınların şiir okuduğu bir dünya yaratmış ki bu tercihi eril bir dünya yaratıldığı eleştirilerine olanak tanıyor. (Benzer eleştirileri Yerdeniz Büyücüsü’nden sonra Ursula K. Le Guin’in de aldığını belirtelim). Son olarak: Şiir bayraklarının burçlarda sallandığı bir dünyada Agabu’da cisimleşen sınıf kibri, kıskançlık ve “başarıya ulaşmak için her yol mubahtır” düşüncesi, yeniden toplumsal ilişkiler, yabancılaşma ve eşitsizlik üzerine tartışmamızı sağlıyor. Fantastiğin geçmişe saplanan içeriğini bu tartışmalarla ileriye taşımaya çalışmış Mungan.
Ağır Ateş
Yemekte baharat kullanımı, ölçünün ayarlanması üzerine durmuştuk yazının başında. Şimdi de pişme sürecine dair bir kaç kelam ederek yazıyı sonlandıralım. Pek çok yemeğin ağır ateşte pişmesi makbuldür bilindiği gibi. Lakin ağır ateşte pişen yemeği ocaktan erken çekersen çiğ kalmasına, geç çekersen kavrulmasına daha da kötüsü yanmasına sebep olabilirsin. Pişirmenin de bir ölçüsü bir kararı vardır. Şairin Romanı’nın on beş yıllık yazım sürecini göz önünde bulundurursak hayli kısık ateşte pişirildiğini söyleyebiliriz. Yazarımızın romanı tam zamanında ocaktan çektiğini de. Bu süreç aynı zamanda Murathan Mungan’ın da pişmesini sağlamış. En sonunda ortaya leziz bir roman ve büyük bir yazar çıkmış.
|
- “Yaz Rehavetinde” Okunabilecek 10 Ayrıntı Yayınları Kitabı - 26 Temmuz 2019
- Hayalete Dönüştürülen Ölülerin Romanı - 30 Nisan 2019
- Akıntıya Karşı Gazetecilik - 22 Şubat 2019
FACEBOOK YORUMLARI