Sıkça Sorulan Sorular Hakkında Sıkça Sorulan Sorular

Şiir popüler dünyanın tamamen dışında kalmış durumda. Sinema ya da müzik gibi değil. Belki elli ya da yüz yıl önceye kadar toplumsal hayatta daha önemli bir yer tutuyordu ama şimdi kendi dünyasına çekilmiş durumda.

Efe Duyan da diğer pek çok şair  gibi hayatta maddi şartların belirleniminde var olmanın gerektirdiği üzere şairliği bir tür ek iş olarak yapıyor. Belki de tersidir, ki öyle olduğunu hissettirecek söylem ve eylemleri mevcut fazlasıyla. Söylemlerinin başında ürettiği dizeler geliyor… “Ne iş yapıyorsunuz?” sorusuna “Şairim!” diye cevap veriyor, her şeyden önce. Takdire şayan hatta gıpta edilesi ve belki de (itiraf ediyorum) kıskanılası bir durum.

Şiirlerinden de anlaşılacağı üzere yaptığı şey her ne ise o işle ilgili temel belirleyici unsurun çalışmak olduğunu düşünüyor ve çalışıyor. Hem de çok çalışıyor. Sadece yazdığı şiirleri daha etkili, daha özden, daha “güzel” kılmak için değil, yazdıklarını okurlarıyla buluşturmak, onlarla daha yoğun bir ilişki kurmak için de çok çalışıyor. Girişimleri, çabaları bana Angelopoulos’un, geliştirdiği sinema dilini insanlara anlatmak için her üretimini üniversite üniversite, ufak-büyük, yerel-küresel demeden festival festival gezdirdiği ve adeta tarzını tanıttığı ve kendi izleyici kitlesini yarattığı süreci hatırlatıyor.

Efe Duyan da benzer şekilde sosyalleşme ve okurlarla iletişim kurma şanslarını çok iyi değerlendiriyor ve hatta kendi şansını yaratıyor. Öyle ki Avrupa’da yeni nesil şiir anlayışının üreticilerinden bir olarak belki de en çok tanınan ve giderek takip edilen Türk şairi olmak üzere demek de yanlış olmaz.

Fakat buna rağmen benim de, okurlarının da sorduğu, öğrenmek istediği bazı şeyler var. Tanık olduğum tartışmalarda fark ettim ki bu soruların bazıları genelleşen sorular ve sıkça soruluyorlar.

Bunun üzerine Efe Duyan’a hem genel anlamda şiiri hem de Sıkça Sorulan Sorular isimli kitabıyla ilgili sorular ilettim. Bu sayede Sıkça Sorulan Sorulan Soruları cevapladığımızı düşünüyorum.

 

Son kitabınızda gerçekten bazı önemli sorulara verilmiş cevaplar görüyoruz. Fakat sorulara pek rastlamıyoruz. Soruları, verdiğiniz cevaplardan hareketle bizim yakalamamızı mı istiyorsunuz?

Sıkça Sorulan Sorular, tabiri caizse bir proje kitap. Yani belli bir zaman diliminde yazılmış şiirlerin bir araya getirilmesiyle değil, bir bütünlük çerçevesinde yazılmış metinlerle oluşturuldu. Bir roman gibi baştan sona planlanmış olmasa da bu çerçeve, belli kavramların derinlemesine ele alınması ve bir biçimsel yapının araştırılmasıyla ifade edilebilir.

Sıkça Sorulan Sorular başlığı şiirlerin genel listeleme mekanizmasını, kataloglayarak bir konunun ele alınmasını ve ritme yapılan vurguyu temsil ediyor. Aynı zamanda gündelik hayatımızdan bir nesnenin bir nevi pastiş şeklinde şiirin içine çekilmesi de kitapta sıkça uygulanan yöntemlerden biri. Böylece metnin lirizmini dengelemek için ironi oluşturabiliyorum ve şiirin imge dünyasından yaşantımıza bir kısayol oluşturmaya çalışıyorum. Yani Sıkça Sorulan Sorular başlığı, hem biçim hem de çağrıştırdıkları nedeniyle kitap için bir şemsiye imge oluşturuyor. Bu nedenle kitabı elinize aldığınızda klasik bir soru-yanıt metniyle karşılaşmıyorsunuz.

Kitabın bütününe baktığımızda sanki “yolunda gitmeyen bir dizi şey varmış” da bunlardan yakınıyormuşsunuz gibi bir hal, bir hüzün seziliyor. Nedir bu tam olarak?

Dünyanın halinden bağımsız olarak mutlu, küçük dünyalar yaratamayız. Yarattığımızı sandığımız zamanlarda bile, dünya bizi saklandığımız yerde buluyor. Darbe oldu mesela geçtiğimiz hafta. Nasıl soyutlanabilirsiniz? Kuşkusuz, bir kaçış mümkün. Ya da sadece kendiyle ilgilenen bir kaçış edebiyatı… Türk şiirinde böyle dönemler ve şairler elbette var, ama çok çabuk eskidiklerini ve sıkıcı olduklarını düşünüyorum. Edebiyatın kendi ayakları üzerinde durması ama aynı zamanda dünyayla bağ kurmaya çabalaması da gerekiyor bence. En azından benim sevdiğim edebiyat böyle. Kendi şiirlerim de bu çelişkiden besleniyorlar.

Dünyada olup bitenleri bir siyasetçi veya gazeteci gibi metinlere taşımak edebiyatın kendisi açısından zayıflatıcı oluyor. Yaratıcı yöntemler bulmak gerekiyor çünkü modern şiir her şeyden çok kişisellik ve öznellik üzerine kurulu. Kişiselleştirmeden yazılanlar yavan kalır. Kitapta dünyanın gidişatı ve devrimlerden sıkça bahsedilmesinin ama bunun duygulara veya özgün biçimlere yedirilerek aktarılmaya çalışılmasının nedeni bu.

Şiirlerinizde, sanırım teknik sayılacak bir meslekten olmanız vesilesiyle, bir bilimsellik hissediliyor. Aralara serpiştirilmiş mimarlık, mühendislik, kuramsal fizik ve benzeri alanlardan anahtar kelimeler var. Peki gerçekte neden böyle bir tercihte bulunuyorsunuz?

Şiire yabancı kavramları şiire sokmayı seviyorum. Bir sürpriz ve şaşkınlık anı yaratıyor. Ayrıca üzerinde fazla yazılmamış yeni alanlar açıyorlar. Bazen, henüz hiç bir şiirde adı geçmemiş bir sözcüğü kullanmak, örneğin ay, deniz gibi, binlerce dize yazılmış bir kavramı kullanmaktan daha kolay olabiliyor. Ancak teknik kavram kullanımının kendimce sınırları var. Bazı özel durumlar dışında kullandığım bilimsel kavramları anlamak için özel bir eğitim seviyesine gerek yok. Şiire yabancı alanlara girmek isterken iletişimi koparmak da doğru olmaz.

Bu tercih, yani metinlerimde bilimsellik sezilmesi, benim hayata bakış açımla ilgili. Bilim aslında hayatımızın tam ortasında, sadece üzerinde fazla düşünmüyoruz. Aslında sandığımız kadar duygularla, edebiyatla mesafeli de olmayabilir.

Peki, bir tür kavramsal sanat olan bu şiir tarzı ve zaten anlaşılması için belki bazı ek açıklamalara ihtiyaç duyan dizeler bu haliyle daha büyük zorluklar yaratmıyor mudur okuyucu için?

Benim en büyük derdim iletişim. Ama bu büyük bir hızla okunup anlaşılıp tüketilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Ayrıca şiir bir benlik ifadesi ve kendine özgü bir dilsel biçim eninde sonunda. Kendi özgürlük alanımı koruyorum ve okuyucuya zorluk yaratmaktan çekinmiyorum. Ama örneğin gerçeküstücülük veya İkinci Yeni gibi anlaşılırlık konusunda sınırları zorlamış akımlardan farklı olarak metnin nasıl anlaşılabileceği, nasıl okunması gerektiği konusunda yine metnin içine ipuçları bırakmaya çalışıyorum. Bazı metinler evet bir labirenttir ama labirentlerin de çıkışı vardır. Tüm mesele o labirente girip yolunuzu aramaktan keyif alıp almadığınız. Bazen bu tarz zorluklar, adeta bir oyun atmosferi yaratarak okuyucunun keyfinin kaynağı haline gelebilir.

Bilimsellik gibi militanlık da dikkat çekici. Pek ajitatif olmasalar da “…zamanında biz de…” diye başlayarak anlatılacak uzun bir hikayenin ipuçları gibi serpiştirilmiş ifadelere rastlıyoruz. Nedir bu kavga, dövüş meselesi?

Farklı kavgalar veriyoruz. Kendi hayatımızı istediğimiz gibi yaşayabilmek için verdiğimiz kavganın yanında bir de bununla doğrudan ilişkili eşit ve özgür bir dünya için verdiğimiz bir başka kavga var. Ne benim hayatım ne de günümüzde Türkiye’deki entelektüellerin hayatı aktif bir siyasi mücadele içinde geçiyor şu an. Ama bu kavga her an önümüzde. Entelektüelin, daha doğrusu aydının en önemli çelişkisi bence yabancılaşma meselesidir. Toplumun veya dünyanın geri kalanıyla olan mesafesini nasıl kapatacağı, kendi dünyasını koruyarak nasıl arasına mesafe giren dünyayla yan yana geleceği, onunla içsel bir birliktelik nasıl kuracağıdır mesele. Bu aydının sorunu olduğu kadar solun da en temel meselesidir. Bu kavga hem bireysel hem de toplumsaldır yani. Şiirlerimdeki devrim ve devrimcilik kavramları bu sorunsalın içinde ele alındığı gibi, toplumsal eleştiriler de aynı prizmadan geçerek metinlere yansıyor.

Kitapta bazı kavramların dikkate değer sayıda tekrarlandığı görülüyor. Örneğin “devrim” yedi kez geçiyor. Üstelik güzelleme de içermiyor. Adeta değerini anlamayanlara kızıp sandığa saklanmış, oysa çok özenilmiş bir hediye gibi… Gavura kızıp bozduğunuz oruç misali pek tutasınız kalmamış sanki?

Dediğim gibi, devrim ve sol siyasetin aklımda ve kalbimdeki yeri bellidir. Ama şiirin basit güzellemeler içermesinin devrimci olmadığını düşünüyorum ve herhangi bir mücadeleye de katkı sağlamıyor. Siyasi akıl hızlı sonuç bekler. Bu yüzden, genellikle de insanları devrim mücadelesinde heyecanlandırmaya yönelik daha popülist beklentileri olur. Oysa bunun etkisi çok sınırlıdır. Eleştirel olmak esastır: Kafa karıştırmak, soru sordurmak. Şiirle marşları birbirinden ayıran budur. Evet dünyayı güzelleştirme mücadelesi verenlerin kendilerini ifade ihtiyacı olabilir ama şiir iyi ifade edilmiş doğru bakış açısı değildir. Bu propaganda, reklamcılık gibi sanatsal teknikleri kullanan başka alanlar için geçerli olabilir. Şiirin iç mekanizmaları kendini sorgulayan bir üst bilinci içermelidir. Onu, benzer teknikler kullansalar bile propagandadan ve reklamcılıktan ayıran budur.

“Sık rastlananlar” dizinimizin üst sıralarında yer alan diğer bir kavram ise Tanrı. Nedir bu tanrıyla olan mesele?

Türkiye’de tutucu bir müslüman olarak yaşamayanların üzerinde artık ciddi bir baskı var. Yalnızca laiklik ve modern yaşantının siyasi savunuşu değil, siyasal islamın ciddi bir dini baskısı söz konusu. Ekonomik, toplumsal ve tabii ki gündelik… Kendimi güvende hissettiğimi söylemeyeceğim. Ama tabii ki bu konuya tepki vermek de doğal bir refleks. Bu yüzden tanrı ve din konusu yer yer eleştirel bir bakış açısıyla şiirlere yansıyor.

Diğer “sık rastlananlar” ise rakı, baba, aşk, sevgi. Bunlar sadecesizin şiirlerinizde değil başka şiirlerde de “sık rastlanan” kavramlar. Adeta şiirler için birer baz malzeme, şiirin yapı taşları gibiler. Fakat hakkınızı yememek gerek, son derece yenilikçi malzemelerle de çalıştığınız açıkça görülüyor. Bu yeni malzeme arama, deneme süreci yorucu oluyor mu?

Daha önce sıkça kullanılmış kavramları yeni biçimlerde ve bağlamlarda kullanmakla yeni alanlarda yol almak birbirine benzer. Hayır, yorucu olmuyor çünkü şiir yazma pratiğinin merkezinde zaten bu arayış var. Arayışı bir yana koyarsanız, şiiri iyi ifade edilmiş, hoş ama kuru sözlere dönüştürürsünüz.

Çok sayıda uluslararası etkinliğin aranan şairisiniz. Bu tür etkinliklerde şairlerin şiirleri ya ortak bir dile ya da yerel dile çevrilir. Bu anlamda sizin şiirleriniz çevirmenleri zorlamıyor mu? Ya da bir diğer önemli mesele, şiirlerinizin anlam kaybı yaşama riski yok mu?

Böyle bir risk elbette var. Şiirilerim 20 küsur dile çevrildi. Örneğin Almanca ya da Fransızcaya çevrilmiş çok sayıda şiirim olmakla birlikte, Çince veya Estoncaya da birer şiirim çevrildi, ki buna tadımlık diyebilirsiniz. Yaşayan şairleri çevirmenin iyi tarafı, doğrudan şaire soru sorabilmektir. Zaten sırf bu zorluk yüzünden farklı ülke şairleri arasında şiir çeviri atölyeleri yaygındır tüm dünyada. İki şair birbirinin şiirini çevirirken, aralarında özel bir bağ oluşur genellikle, çünkü süreç karşılıklı işler. Bu yüz yüze çevirme pratiği, çeviri sorunlarını büyük oranda aşmayı sağlar. Tabii ki şiir çevirisi bir teknik metin çevirisinden çok farklıdır, çünkü anlamı aktarmak yetmez. Ses özelliklerini, çağrışımları, simgeleri de aktarmak gerekir. Dolayısıyla aslında şiiri kendi dilinizde yeniden yazarsınız bir anlamda.

Son olarak, şiirin diğer sanatlar arasındaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şiir popüler dünyanın tamamen dışında kalmış durumda. Sinema ya da müzik gibi değil. Belki elli ya da yüz yıl önceye kadar toplumsal hayatta daha önemli bir yer tutuyordu ama şimdi kendi dünyasına çekilmiş durumda. Bunun avantajları da var, çünkü bu durum şiiri tamamen bağımsızlaştırıyor. Zaten şiir yazmak için tek gereken bir kağıt ve kalemdir; ne teknik beceri, ne bütçe, ne ekip, ne para kazanma gerekliliği… Bu yüzden mutlak bir özgürlük alanı. Şiirin en heyecan verici yönü bu.

  • Sıkça Sorulan Sorular
  • Yazar: Efe Duyan
  • Yayınevi: Yitik Ülke Yayınları
  • Sayfa Sayısı: 60 Sayfa
  • Baskı Yılı: 2016
Özgür Atak
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Meselesi Olan Bir Roman

Read Next

Bir kitap gördüm; yolcuydu

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *