
Bir dönemin kıssadan hissesi olan kısa deliler tarihi… Sur kentinin en büyük mirası, bugün kadri bilinmese de, taammüden unutulsa, unutturulmaya çalışılsa da kadim tarihi ve onun bileşeni insan figürleridir.
“Ne içindeyim zamanın,/ Ne de büsbütün dışında; /Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmış akışında,// Bir garip rüya rengiyle/ Uyumuş gibi her şekil, / Rüzgarda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil.// Başım sükûtu öğüten/ Uçsuz, bucaksız değirmen;/ İçim muradıma ermiş /Abasız, postsuz bir derviş;// Koku bende bir sarmaşık/ Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim” (Ahmet Hamdi Tanpınar)
23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğar. Kundaktan beşiğe, beşikten tabuta sürekli zamana ve mekana bakan çocuk… Çocuklardan bir çocuk… Alkışların cılızlaştığı “Padişahım çok yaşa!” dönemidir. Babası Kadı Hüseyin Fikri Efendi sanki onu denizle tanıştırmak için Sinop’tadır. Sıkılgan çocuk… Kumla, güneş arasına girmeyi severek büyür. Gölge ayarı…
(Çok büyüyünce, uzun büyüyünce saatleri de ayarlayacaktır, kendi düşhanesinde… Bununla da kalmayacak, doğu’yu gölgesinde perdahlayacaktır.)
Meraklı çocuk… Kısa yaşında Tersane’deki kayıkhanelere uzun uzun dadanması, kadı babası ve şehrin mutasarrıfı için hayırlara vesile olarak kabul görür. Artık madde ve mana şımarığıdır. Delibaş Mehmet Ağa’nın deniz kenarında sur dibindeki tekne yapım yeri heveskar çocuğun düş evi ve oyun atölyesidir. Mektebe gitmediği veya kaçtığı vakitlerini bu mahsus mahal’de, çam tahtaları, yontulmuş kalaslar, talaşlar, katranlar, halatlar içinde çekiç ve rende sesleri arasında geçirir. Telaşlı talaşlardan ve derviş ustalardan el alan nasipli çocuk…
(Ahşap romantizmini ve eşyaların kardeşliğini öğrenmek her çocuğu nasip değildir. “Büyücü bir martının”, yönsüz bir kırlangıcın sayesinde bu surlar/sırlar kentinde ona ahşap görgüsü nasip olur…)
Ağaçlara kayık olarak bakmayı o sihirli mekanda rahle-i tedris eder. Kendiliğinden denize, kendisi için rüzgara, imlalı ve imlasız taşlardan yapılmış surlara inanmayı öğrenir. Kayıkhaneyi siftah ettiği o günden sonra üstü başı talaş ve orman kokacaktır. Büyüyünce saatleri ayarlamak, gerektiğinde içine sığınmak, kendine kaçmak onun da payına düşecektir…
Mutasarrıftan tembihli onbaşı Kasım Ağa yakın korumasıdır. Onun eşliğinde mevcutlu olarak deniz kenarındaki taşları ebcet hesabıyla heceleyerek kayıkhaneye yürüyüp düşbaşı yapar. Tekne yapımına ilgisiz Kasım Ağa bir tür alaylı filozoftur. İşi-düşü, deniz kenarına uzanıp, dünyanın faniliği hakkında derin düşüncelere dalmak, suyun kalbini kırmadan denizde taş sektirip huzur bulmaktır. Yuvarlak, yassı çakıl taşlarını, “batık aşklarla dolu” Karadeniz’in üzerinde altı-yedi defa sektiren Kasım Ağa, yatay bir mutlulukla taşın düştüğü yere bakıp hüzünlenmekte, “Sen de gittin, gelmeyecek şeylerin dünyasına gömüldün; bir daha dönmen, güneşi görmen imkansızdır” diyerek güne tarih düşürmek ustasıdır.
Delilleri karartmayan çocuk… Delilerin bir kentin gizli tarihinin delilleri olduğunu daha o yaşta sezer. Kasaba çocuklarının sevgilisi, dünyanın bütün delileri gibi, “geleceği bilmekten başka suçu olmayan” Deli Ömer’in en iyi arkadaşıdır. Bir genelleme olan ormanı ağaçta özetleyip biçimlendiren kayıkçı ustalarının, deniz, rüzgar ve gökyüzü bilirkişisi balıkçı reislerinin, dünyanın işaretlerini okuyarak kıssadan hisseli hikmetli sözlerle dolaşan şehrin delisinin sır katibidir.
(1972’de günlerden bir gün, aşk durumundan Sinop’a yolum düştüğünde ve Tersanespor’a kaydımı yaptırdığımda, Deli Ömer, tarihin içinden çıkıp tebdil-i kıyafetle ve isim değiştirmiş olarak kale deliğinden çıkmış yürümekteydi sanki. O Deli Ömer ki, sanki “Siz hiç deli oldunuz mu?” demek için gelmiştir dünyaya…)
Ustaların atölyeye sokmadıkları Deli Ömer, İstanbullu çocuğu kumsala kadar götürmekte, her seferinde salyalı ağzını eğerek veda edip geri dönmektedir. Çocuk, akşamüstlerinde ise, yolunu gözleyen uzak koruması sivil bir deli ile yakın koruması muvazzaf jandarma onbaşısı arasında, ahşap evlerin arasından, daracık sokaklardan geçerek evine döner. Eli-yüzü, dizleri, tahta çizikleri ve katran zifti içinde annesine teslim edilir. Çocuk, “ilk dost ihanetini” sevdiği ve sevildiği Deli Ömer’den görünce şaşırıp düşüncelere dalar. Kasım Ağa’nın dalgınlığından istifade eden Deli Ömer boğazına sarılarak küçük arkadaşını öldürmek isterse de korumasının yetişmesiyle kurtulur.
Çırak çocuk, günlerini kadim geleneği sürdüren tekne ustalarının yanında hevesini sınayarak geçirmektedir. Bir sur/sır ve tersane şehri olan Sinop her çocuğun yelkenli oyuncaklarıyla oynadığı masalların kalbini kırmayan şehirlerden bir şehirdir. Rumların, paskalya gecelerinde, ellerinde büyük bir yelkenli maketiyle, çalgı çalarak ve maniler söyleyerek kapı kapı dolaştıklarına, 1908’de Hürriyet’in ilanıyla süsledikleri bir maketi hükümet binasının önüne koyduklarına tanık olur. Günün birinde çırak hevesini kattığı teknenin yapımı bitince başarmanın sevincini yaşar. Elleriyle yeniden tanıştığı o gün, sürekli ellerine bakarak yürür. Bir teknenin bitimi şehir halkı için de bayram halidir. İskele donanır, deniz şenlikleri yapılır, kurbanlar kesilir, davullar çalınırken Deli Ömer, Kasım onbaşı ve çocuk en yeni elbiseleriyle sahildedir. Sabahtır… Halatlara asılmış yüzlerce kol, ormanların kokusunu taşıyan tekneyi yağlı kızaklar üzerinden suya indirir. Tekne denize kayıtlandığında içi-düşüne sığmaz, o da yeniden denize kayıtlanır. Teknenin denize indirilmesinden birkaç gün sonra, ailesiyle İstanbul’a döndüklerinde evlerinin yanı başında bir ev yapıldığını görünce sevinir. (1909) Ev halkının azarları, ustaların kovalamaları kar etmez, tatillerini duvarcı ustalarına ve marangozlara gönüllü çıraklık yaparak geçirir. Ev bittiğinde ona yepyeni bir marangoz takımı hediye edilince, ağaç sempatizanı olarak elleri ağaçlara, başı ormanlara erer.
Çocuk, bir kere Sinop’ta hayret ve merak burcuna girmiştir ya artık dönüşü yoktur… Kale burçlarında merak tahsil eden bu çocuk, nam-ı diğer Ahmet Hamdi Tanpınar yıllar/yollar sonra, “Çırpınan bir rûhum artık/ Bin hasretle delik deşik/ Uzak hayret burçlarında/ Nevânın, ferahfezânın” dizeleriyle tarihe imge-notları düşüyorsa, hem tarihe hem coğrafyaya hem de kadim edebiyat tarihine geçmesinden doğal ne olabilir? Değil mi ki Sinop kadim bir kenttir, o halde bir kadim kentin tarihinden, edebiyatın kadim tarihine geçmek heves makamının gereğidir…
Dünyanın ve Sinop’un bütün delileri birleşin!
“Bir derviş varmış, deli olup olmadığını bilmiyoruz, kimi gün birinin yolunu çevirir, ‘Peki, sen ne dersin?’ diye sorarmış. Boş verip geçmişler başlangıçta; fakat derviş sorusunda direndikçe kasabayı bir düşüncedir almış: Dervişin sorusunu bir yanıtlayan çıkmayacak mı? Ama bunu herkes yalnızken kendi kendine düşünürmüş, başkasına açmaya utanırmış. Bilemedim demenin korkusu. Öyle ki dervişin sorusu ile karşılaşanlar, bunu gizlemeye başlamışlar artık; ‘Bana bir şey sormadı’ diyorlarmış kahvede. ‘Hele bana sorsun da, bakın nasıl yanıtlarım’ diyenler de çıkmaya başlamış. Fakat zamanla bu sıkıntılı durum bir karabasan olmuş çıkmış. Dervişi öldürmüşler, neyi sorduğunu unutmuşlar.”
(M. Cevdet Anday Ölümsüzlük Ardında Gılgameş)
Birkaç yıl geçer… 1913’teyiz artık. Hem tarih 1913’lerdeyse, biz de sürgünlerle birlikteyiz demektir. Kötülüklerden en kötülük olan savaş arifesidir… Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesini fırsat bilen İttihat ve Terakkiciler yüzlerce insanı Bahr-i Cedid isimli vapurla menfi (sürgün) olarak menfa yeri Sinop’a gönderir. Güngörmüş, denizler aşmış görgülü ama yaşlı bir vapur olan Bahr-i Cedid, bir akşam vakti İstanbul’dan hareket eder. Bir menfi güvertede gazel okumaktadır. Abdülhamit, Abdullah Cevdet’i Trablusşama sürünce Y. Kemal Beyatlı’nın “Uğraşmanın neticesi, Abdülhamid ile/ Berr-i Atik’i boyladı, Behr-i Cedid ile” beyitini yazdığı vapur yüzlerce kalebendi Sinop’a taşımaktadır. Tüccar, şair, muharrir, kalem efendisi, paşa, kabadayı, üç kağıtçı, hırsız, yankesici ve siyasi muhaliflerle dolu Bahr-i Cedid için, sürgünlerden Refik Halid Karay “Burası Bahr-i Cedid değil sanki Sefine-i Nuh ( Nuh’un Gemisi) idi” cümlesini tarihe not düşecektir. Yaşlı vapur bir akşam vakti, sürgünlerden Ahmet Bedevi Kuran’ın “Meşrutiyet döneminin Fizan’ı Sinop” dediği şehrin iç limanına demir atar. Vapurdan oldukça geniş görünen Tersane Meydanı’nı, gezinen birkaç memuru ve kale burçlarından kendilerini izleyen ahaliden birkaç kişiyi görürler. Geç vakit olduğu için şehre çıkmaları sabaha kalır. Ertesi sabah eşyalarını yüklenerek ikişerli sıraya geçirilirler. Kasabadan hiç kimsenin, hamal ya da kayıkçının vapura ayak basmaması emri verildiğinden eşya taşımak sorundur. Süngülü nöbetçiler eşliğinde mavnalara binip, Tersane Meydanı’ndaki, kırık dökük iskeleye yanaştıklarında kalabalığı görünce meraklanırlar. Bunlar, Sinoplular değil, tekdüze hayattan bunaldıkça eğlence için vapur günü iskeleye koşan şehre daha önce gelen sürgünlerdir. Denize açılmak kadar karaya açılmak da sürgünün kaderine dahildir; yatakları sırtlarında meydana yürürler. Güneşli bir gündür. Sürgünler, Tersane Meydanı’ndaki yeşillikli tek ağacın gölgesinde yer kapmak için yarışır…
“Meydanların, kentin özeti olduğunu bilen”ler için, Tersane Meydanı deyip geçmek tarihe de edebiyata da ömre de zarar. Gelene gidene gözünü dört açan, kasabanın denizden giriş yeri olan; bütün girişler gibi dışarıya ve içeriye dikkatli olan Tersane nice caddeler, mahalleler yapılsa bir zamanlar ve şimdi de Sinop’un kalbidir. Şehirde ruhu olan mahallelerin başında gelir. Deniz dışında bir yaşamı yoktur. Balıkçılar cumhuriyetidir. Değil mi ki Tersane sırtını denize vermiştir, denizden gelen herkese, sürgünlere de yer açmasını bilir. Tersane, önce o tek ağacın gölgesini, sonra kahvehanelerini açmıştır sürgünlere. Sürgünler de bildiklerini anlatmışlardır balıkçılardan, martılardan, ağaçlardan ve balıklardan oluşan Tersane halkına.
(Şimdi; sürgünlerin ilk gelişlerinde gölgesine sığındıkları o ağaç hangi ağaçtır? Yalı Kahvesi’ndeki eski ama eskimemiş kadim ağaçların kulağına eğilip bir sormalı…)
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “çocukluk arkadaşı” olan Deli Ömer’le, Refii Cevad Ulunay’ın anılarında da rastlaşırız. Celali şairlerden, Cemal Süreya’nın “Birdenbire/ Bir çiçek/ Rıhtım taşının aralığından/ Uzatmış başını/ Bir çiçek yolumu kesti!” dizelerinden el alarak söylersem, yolumuzu bir deli kestiyse bunda bir hikmet var demektir. Soru üstüne soru çiçek baskılı sorularıyla yolumuzu kesen Deli Ömer ezberimizi bozması kabulümüzse, o günleri anlatan kitapların izini sürerek Deli Ömer’i daha yakından tanıyabiliriz. (Karaşın şair Ece Ayhan, “Tarih ayağa kalkınca görülecek bir şey değildir” demişse, bir bildiği olduğundandır.)
Rivayet muhtelif olsa da, sayıları bini aşan sürgünler 1913’lerde Sinop’ta karaya açılınca kasabada kişi başına düşen sürgün miktarı da, deli miktarı da çoğalır. Bu delilerinden en dervişi, ayağına yaz-kış takunya giyen, günün her saatinde sigara sarıp içen, sokaklarda rast geldiği herkese, “Gülcemal geldi mi” diye soran Deli Ömer’dir. Ömer, cevap anahtarı değil soru anahtarı (sorubaz) bir delidir. Deli Ömer’e yemek yediren, kahve ısmarlayan menfilerin (aynı anlama gelmek üzere sürgünlerin, kalebentlerin) bazıları onun sözlerinin kerametinde tahliyelerini bekler. Alamet-i farikası “Gülcemal” imgesinde gizli olan, Deli Ömer’in, Seyr-i Sefain’in ünlü vapurlarından Gülcemal’e kayıtlı olması müjdeli bir haldir.
Deli Ömer’in derdini kimse bilmez. Belki denizlerden beklediği bir cevap vardır, belki de bir aşk hikayesi onu bir akıl durumundan bir başka akıl durumuna geçirmiştir. Sorusunun başında nöbet bekleyen yirmi dört ayar soru kıymetinde bir deliden söz ediyorsak, Sivas’ta öldürülen Metin Altıok’un, “Cevapsız sorunun/ Boynu büküktür/ Hemen anlar/ Yetim olduğunu” dizelerini delilerin ve soruların beti bereketi niyetine tarihin sofasına atıp parçalamak gerekir.
Söz Deli Ömer’den ve onun diline pelesenk ettiği Gülcemal’den açılmışken yolumuzu şiire de düşürelim… Deli Ömer’den yıllar sonra, o Gülcemal Orhan Veli’nin “Sakal” şiirinde de yolumuzu keser: “Hanginiz bilir, benim kadar/ Karpuzdan fener yapmasını;/ Sedefli hançerle, üstüne/ Gülcemal resmi çizmesini/ Beyit düzmesini;/ Mektup yazmasını/ Yatmasını;/ Kalkmasını,/ Bunca yılın Halimesi’ni/ Hanginiz bilir, benim kadar/ Memnun etmesini?// Değirmende ağartmadık biz bu sakalı”
Şair-ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu da “Gülcemal” şiirinde Deli Ömer’i hatırlar ve hatırlatır: “İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir./Anadolu’da toprak damlı bir evde/ Gülcemal üstüne türküler söylenir./ Süt akar cümle musluklarından/ Direklerinde güller tomurcuklanır,/ Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum./ Gülcemal’le gider İstanbul’a/ Gülcemal’le gelir.”
Şair Sunay Akın ise; “Gülcemal vapuru nu bilmem ama/ benim tanıdığım Cemal/ gül idi” dizeleriyle Gülcemal üzerinden, şiiri için “zar atan” Cemal Süreya’ya gül gönderir.
Ne Gülcemal’dir o… İşçi sınıfının yaşamını anlamak için Gülcemal’de makinist olarak çalışan Marksist ve materyalist Sakallı Celal’in, “Türk aydınları doğuya giden bir gemide, batıya koşup ilerliyoruz vehmine kapılan yolculara benzer” cümlesi belki de Deli Ömer’in sorusunun yanıtlarından biridir.
(Sözün burasında “Dili bilmek gerek, dibi bilmek gerek” diyen Can Yücel’in “Ağaç kuşa kuş ağaca kayıtlı” dizeleri üzerinden, Deli Ömer’in Gülcemal’e, Gülcemal’in şiire kayıtlı olduğunu söyleyebiliriz.)
Bahr-i Cedid’teki sürgünler arasındaki gerçek delilerden biri, vapurda çaycılık yapan, karaya çıkacakları gün cinnet göstergeleri çoğalınca askerlerin etkisiz hale getirdikleri bir yorgancı kalfasıdır. Gerçek deli olan sürgünlere ilişkin bilgiler yoksa da, lakap başına düşen “deli” miktarından yola çıkarak anılardaki işaretleri okuyabiliriz. Madem bir kentin uzun tarihinden, delilerden ve delilerden söz ediyoruz; cesur, atak ve cesaretinden kinaye “deli” lakabı taşıyan sürgünler de geçsin zapta: Deli Fuad Paşa, “mecanin-i hamse” (beş deli) olarak anılan Şair Rıfkı Bey, nam-ı diğer Deli Rıfkı, kabadayılıklarıyla ünlü, cesaretlerinden kinaye delilerden, Deli Ramazan Efendi, Kadırgalı Deli Hüseyin Efendi, Rıfkı beyin yeğeni Aksaraylı Deli Celal Bey, Vefalı Deli Kemal Efendi… Karaya çıkmalarından birkaç gün sonra, ilk eylemi bu “deliler teşkilatı” gerçekleştirir. Beş deli, kol kola girerek deniz kenarında eylem yapmakla kalmaz, üç kere yeri göğü çınlatarak “Yaşasın deliler, kahrolsun akıllılar!” diye bağırıp yeri-göğü inleterek hem tarihe hem de coğrafyaya geçerler. Bu bağlamda tarihin ihtimal hesapları arasına, “deliler ihtilali” kavramını da eklemek gerekir. Yıllar sonra nice mitingler, yürüyüşler görecek Sinop’ta, akıldan akılsızlığa öfdeli adımlarla yürüyüp, “dünyaya deli bakmak gerek” dercesine düz aklın ezberini bozan beşi bir yerde militan delilerden söz ediyorsak, verili dünyaya esastan ve usulden itirazımız olduğundandır… Hem menfi hem deli bu beşlinin eylemi Kafkaesk bir ironinin ötesinde anlamlıdır. Hal böyle olunca, M. Cevdet Anday’ın dünyaya armağan ettiği, “Freud bilinçaltına oturmuş/ Toprağın aklını karıştırmaktadır” dizeleriyle, dünyanın bilinçaltına oturup eşeleyerek kendi meşreplerince zulme karşı misilleme yapan bu delileri “milis” katına yükseltebiliriz. Öte yandan, Freud’un, “Ne zaman bilinçaltına insem, benden önce bir şairin geçtiğini görürüm” mealindeki cümlesini çapraz okumalarla delirterek, bilinçaltının esas sahiplerinin deliler olduğunu, şairlerin bilinçaltında kirada oturduklarını bile iddia edebiliriz.
Ama biz kaldığımız yeri unutmadan tarihe, delililere ve Sinop’a dönelim…
Başına sardığı yorganın üstüne sardığı yeşil bir başka sarığı yere kadar uzatan, mavi gözlüklü, cübbesinin üstünde çobanlarınkine benzeyen kolları kesik bir kebe giyen, bir omzunda heybe, diğerinde zembil, koltuğunun altında kalın ciltli bir kitap, sağ elinde bir tarafı kırmızı bir fener, sol elinde bir asa ile dolaşarak kendine Melami şeyhi süsü veren Eyüp Sabri Efendi delilerin en ilginçlerindendir. Koltuğunun altında, Melamiliğin düsturlarını içeren “dil dana” (bilir gönül) kitabıyla dolaşan, Seyit Bilal Türbesi’ndeki bir odayı mesken tuttuktan sonra çarşıda küçük bir dükkan tutarak duvarlarına “Mahrem mektuplar yazılır”, “Arzuhal yazılır”, “Name dahi tahrir edilir”, “Başağrısına muska verilir”, “Bel ağrısına okunur”, “Diz ağrısına tütsü yapılır”,“Mühür kazılır”, “Muhabbetsizlere muhabbet muskası”, “Çirkinlere şirinlik muskası” levhalarını asıp altına da “Ketebenül-fakir el-hakir/ Asitani Eyyüb Sabri-i pür taksir” (Önemsiz ve fakir katip, kusurlu kabahatli Eyyüb Sabri) yazan deliyi unutmak olmaz. İlginç kıyafeti ve boynunda beş yüz kestaneden oluşan uzun tespihiyle Eyüp Sabri ne zaman sokağa çıksa, cıvıl kuş çocuk sürüsünün çürük yumurta, limon ve domates yağmuruna tutulur. Yükünü indirip eline ne geçirip kovalasa da, “pır” diye uçup gittiklerinden çocukların hiçbirini yakalayamaz. Ne zaman dükkanında yazı, levha, yazmak için yoğunlaşsa, mektup, muska yazmak için istiareye yatıp sözcükler arasa, asi ve aksi çocuklar, camını kırarak aklını karıştırmakta, mistik muskacı Eyüp Sabri’yi iyice delirtmektedir. Canından bezen Sabri, can ve mal havliyle dışarı çıkıp, ne zaman çocuklara kelam atmaya kalksa, cümlesinin ortasında bir taş camını kırmaktadır. Ana avrat küfürlerle çocukları kovalasa da, taşı atan çocuklar yakalanma menzilini geçtiğinden eli boş dönmektedir. Hikayenin gerisini Refii Cevad Ulunay’dan okuyalım: “Çarşı halkı bu hengameyi seyre çıkar. Bu suretle Sinop’taki sayılı delilere Eyüp Sabri Efendi’yi de ilave ettik…”
Bir başka deli, sarı, başı açık, yalınayak donsuz gezen Deli İsmail’dir. Onun marifeti, on para verilince tek ayağını, yirmi para verilince iki ayağını birden arkasına vurmaktır. Bir gün Hacı Celal, sevaba girmek için bitli saçını, sakalını ve ayıp yerlerindeki tüyleri tıraş ettirince, kahvelerde dolaşan Deli İsmail’i kimse tanımaz. Yeni bir deli zannedilmesine öfkelenen İsmail, bir çift(e) atarak kendisini ahaliye yeniden hatırlatır.
Delilerden Adem Çavuş ise kahveleri dolaşıp para istemesiyle ünlüdür. Bir gün, Refii Cevat Ulunay, Öküzoğlu Halil Efendi ile otururken yanlarına gelen İsmail, bu kez para yerine bir çift potin ister. Halil Efendi’nin potinin ağırlık yapacağını söylemesi üzerine, “Doğru söyledin ağa, yalınayak ferah ferah gezmek varken potini ne yapayım?” diyerek uzaklaşır…
Yoksul sürgünlerden, kayıklarda yatan zamanında gümrük memurluğu yapmış okuması yazması olan Sabri Bey ise, sürgünlerden Mehmet Hayrettin Bey’in, sihirli “kuvvet mevcudiyeti” gördüğü bir başka delidir. Seyit Bilal Türbesi’ne çıktıkları bir gün, Refii Cevad Ulunay’ın tarikat ehlinin kendinden geçmesi anlamına gelen “Cezbe nedir?” sorusunu “İçinde kahve pişirilen kaptır cezve” diyerek yanıtlayan sözcük oyunları yapabilen bir delidir o…
Tenekecilik yapan sarıklı “Cinneti pek tatlı” Hamdi Efendi ise bir tür “taktik” delidir. Deli Hamdi, bir durumdan bir başka duruma geçtiği anlarda ince tenekeleri kesip nişanlar yapan, madalyalarla göğsünü yukarıdan aşağıya muvazzaf bir biçimde donatan, beline taktığı tahta kılıçla kendini paşa ilan eden, cebindeki paraları bozdurarak sokaklara saçan biridir. Cinnet anlarında, yakalanıp tımarhane kabul edilen jandarma hücresine kapatılınca cinneti geçen, zenci karısı ziyaretine geldiğinde “Gel bakalım, Arap üzengi!” diyerek jandarmaları güldüren, tahliye olduğunda yeniden tenekeciliğe başlayan başka bir delidir…
Bütün bunlar surlar/sırlar kenti Sinop’un delilleri… Bir dönemin kıssadan hissesi olan kısa deliler tarihi… Sur kentinin en büyük mirası, bugün kadri bilinmese de, taammüden unutulsa, unutturulmaya çalışılsa da kadim tarihi ve onun bileşeni insan figürleridir. İçinde bulunduğumuz “kötülük toplumuna” ve “kötülük dayanışmasına” bakarak, bir kentin tarihinden başka iyiliği olmadığını söylemek mümkün. Bu iyiliği tarih içinde oluşturan hikayeleri bilmek, merak düğümlerini geriye çözmenin heveskarları olmaktan geçiyor… Tarih biraz da “ölüleri sorguyla çekmek”, geçmiş zamanı öğrenmek ve merak kapısını aralamakla ilgilidir. Bunun için ise, tarih uleması olmak değil, içimizdeki hevesi uyandırmak yeter şarttır.
Eskiden, çok eskiden meddahlar hikâyelerine başlarken ve bitirirken akılda kalan, çarpıcı farklı söz kalıpları kullanırlardı. Tarihin ve rivayetlerin kalbini kırmak istemeyen meddah hikâyesinin geçmişten o güne gelişini şöyle belirtirdi: “Râviyanı ahbâr ve nâkılân-ı a’sar ve muhaddisân-ı rüzigâr şöyle rivayet ve bu gûna hikâyet iderler kim…” (Haber veren, geçmişi nakleden, hadiseleri işiterek bildiren rüzgâr şöyle rivayet ve bu güne hikâyet eder kim…) Dahası, kelâm erbabı olan meddah, hikâyenin kişilerinden, kıssadan hisselerinden üzerine alınan olmasın diye göz ve gönül ucuyla seyircilere bakarak peşinen, “isim isme, kisip kisbe, semt semte benzer, geçmiş zaman söylenir, yalan gerçek vakit geçer…” diyerek seyir ortamı oluştururdu. Meddah hikâye bittikten sonra da, sorumluğu hikâyenin kaynağına bırakarak şöyle özür dilerdi: “Bu kıssadır bir mecmua kenarında kaydolmuş, biz de gördük söyledik. Sakiye sohbet kalmazmış baki. Her ne kadar sürç-i lisân ettikse affola, inşallah gelecek sefere daha güzel bir hikâye söyleriz…”
Biz de, tarih kitaplarının kenarına, içine, kaydolmuş ama kaybolmamış bir döneme ait hatıraları, tarih hatırı için okuduk, anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştık… Her ne kadar, tarihe delil, coğrafyaya deli olduksa da, affola…
Ben, tarihin, coğrafyanın, delilerin ve delillerin yalancısıyım…
Kaynaklar:
- Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sahnenin Dışındakiler”
- Refii Cevat Ulunay, “Menfalar/ Menfiler, Sürgün Hatıraları”
- Refik Halit Karay, “Bir Ömür Boyunca”
- Ahmet Bedevi Kuran, “İttihat ve Terakki ve Jön Türkler”
- Ali Ayçil, “Sur Kenti Hikayeleri”
- İlhan Berk, “Pera”
- İlhan Berk, “Galata”
- Dizeleri geçen şairlerin şiir kitapları
- Evinin duvarına gömülen şair - 28 Temmuz 2018
- Çağın dedikodusu; şiir siyasetin, siyaset şiirin nesi olur? - 26 Haziran 2018
- Gitmek Ama Varamamak, Uçmak Ama Konamamak - 8 Nisan 2018