Sofrada değil, dosyada “Sinağrit Baba”

Size şimdi yıllar önce büyük bir azimle çıkarılan bir dergiden söz edeceğim… Her şeye Karşın Dergisi. Orkun levent Boya’nın ömründe aldığı uzun bir soluk gibiydi belki de bu dergi.

Herkes işinde gücündeydi der Melih Cevdet Anday “İkaros’un ölümü” şiirinde. Orkun’u düşündüğümde bu dize aklıma gelir hep. Herkes işinde gücündeyken ve Orkun işinde gücündeyken ikinci bir nefes gibi hep bu dergiyle uğraşırdı bir yandan… Kalbinin ve aklının bir köşesinde dergiye farklı ne yapabiliriz düşünceleri dolanır dururdu. O süreçlerin olabildiğince canlı tanığı olmak anılarımda gülümseyen bir yerde durur hep… Orkun’u ne yazık ki çok erken kaybettik. Şimdi onun öyle coşkulu bir hevesle hazırladığı bir sayıyı size anlatacak olmak içimde buruk bir duygu yaratıyor.

Derin bir nefes alıp verdikten sonra yazıma dönüyorum: 2009 ayının nisan mayıs sayısı hazırlanacaktı. Orkun aylar öncesinden heyecan içindeydi; bir hikâyeyi dosya konusu yapmak istiyordu. Bir fikir, bir yaklaşım, bir şair ya da yazar, ne bileyim bir kitap dosya konusu oluyordu dergilerde sıklıkla ama bir hikâye… Hem de onu yazacak olan kişiler, içinden yazmak gelen herkes olunca; titr ve kalem farkı gözetmeden, yaş gözetmeden, sınıf gözetmeden hikâyeyi farklı insanlar okusun ve yazsın istiyordu. Aradığı hikâyeyi bulmuştu. Sait Faik’in Sinağrit Baba’sı.

O ay dergi üç sayı birden yayımlandı. Ülkemizde dergileri zamanında çıkartmanın zorlukları ortada. Çeşitli nedenlerle yetişmeyen sayıları toparlamanın en pratik yolu da çıkarılan ilk sayıya iki numara birden verip zamanı yakalamaktır; bilirsiniz. Bu anlamda böyle yapmak yerine okuyucularına söz verdiği sayıları geç de olsa oluşturup onlarla buluşturmak için daha fazla çaba harcamaksa Karşın’ın tercih ettiği yöntemdi.

Üç sayının birden elime ulaşması bir heves hâli oluşturmuştu bende. Hangi birisini okuyacağımı şaşırma hâli. Ancak özellikle uzun süredir merakla beklemekte olduğum dosyadan başlayacağımı tahmin etmişsinizdir. Dergiyi elime aldığımda atmış sayfalık bir dosya beni bekliyordu ancak doğrusunu söylemek gerekirse; öncelikle yorumunu merak ettiğim isimlerden okumaya başlamıştım yine de.

İlk dikkatimi çeken yazı, anlam zenginliği verecek şekilde hikâyeyi kaldığı yerden sürdüren Feyza Hepçilingirler’in öyküyazısı oldu. Sait Faik’te olumsuz biten bir finâli yeniden hayata döndürmenin, hem de olumlu bir yerden yaşam çemberine dahil etmenin öyküsünü okumak, o finâl gerçekten de öyle bitmiş gibi bir gülümseme refleksi uyandırdı bende. Bir öykünün finâli belki de bizi rahatlatmamalı, içimizde bitirilmemiş bir hesap durumu ile kalakalmalıyız ki o yumruk bir şeylere dönüşsün diye de düşünmekten kendimi alamadım bir yandan da. Sonra, orijinal hikâyenin Kürtçe çevirisine göz attım. O dili bilmememe rağmen harflerin içinden anlayacağım sözcükleri yakalamak ister gibi Türkçeyle benzer sözcükler bulma oyunu oynarken gözlerim, dilim de bir yandan kuvvetle muhtemel ki sözcüklerin telâffuzu konusunda yakıştırmalar ve tahminler yapmaktan öteye gidemese de bilmediği dil üzerinden sesli okumalar yapmaya başladı. Sonra, hikâyenin İngilizceye çevrilebilme noktasından hareketle kaleme alınmış Ali Tartanoğlu’nun yazısını okudum. Bu yazıda ilgimi çeken şey, bir dilin damarını başka dile akıtmanın zorlukları hatta bazen mümkünsüzlükleri kadar ve de o çeviriyi hangi ülkenin kişilerinin yapması gerektiği sorgusu kadar, bir derginin genel yayın yönetmeninin kendisine yapılan bir eleştiriyi sansüre uğratmadan dergisinde yayımlaması idi. Dosya içindeki yazılardan Hande Baba’nın Sinağrit Baba’ya hitapla yazdığı mektubunda ona sorduğu can alıcı bir soru var. “ Acaba sen de kendinle hesaplaşmış mıydın ? Bu metinde bulamadığım tek şey kendini sorgulamandı.” diyordu, mektubunda Hande hanım. Bu yazının da paralelinde düşündüğüm zaman, bir dergiye yapılan eleştirel yaklaşımın aynı dergide olduğu şekilde yer bulması, sanırım takdire değer bir özellik olarak altı çizilmeyi hak ediyor. Kısa bir iç parantez açıp dipnot olarak araya girmek istiyorum. Çünkü bu konu, başka sebeplerden dolayı da benim ilgimi çekiyor. Okuduğum dergilerde zamanım el veriyorsa samimi bir şekilde o derginin yayın yönetmenine gönderilmek üzere dergi değerlendirmesini yapmak gibi bir adetim var. Bu birinci elden paylaşımların ilgili dergi tarafından da bilinmesinin o dergi için önemli ve katkı sağlayıcı olduğuna inanırım bir okuyucu olarak. Ancak genellikle dergiler, kendisi hakkında söylenecek her söz için olumlu olması gerektiği gibi bir beklenti içinde olmalılar ki, bu değerlendirme olumsuz noktalar barındırıyorsa değerlendirme yazımı hiç almamış gibi davrananlar yanında, “Eleştirinizi dikkate bile almadım.” gibi bir cümleyi direk kuracak kadar fütursuzlaşan dahi oldu içlerinde. Bu anlamda Karşın’ın tavrı önemliydi, farklıydı. Orkun’un dergimiz hakkındaki değerlendirmelerini özellikle yaz ve gördüğün olumsuzlukları da istediğin cümleyle dile getir ve biz de bunu dergide olduğu gibi yayımlayalım, demiş olması cidden önemli bir farklılıktır. Çünkü, hayatın anlamlandırılması konusunda edebiyata ve bunun organik taşıyıcıları olmaları bakımından da edebiyat dergilerine çok iş düşüyor. Eleştiri mekanizması kadar özeleştiri mekanizmasını da çalıştırabilmek ise yol almanın ilk koşullarındandır.

Tekrar dosya konusuna dönecek olursak; Sinağrit Baba hikâyesinde Sait Faik, hayattaki sınav noktalarına ilgi düşürecek bir finâl kurar hikayesine. Hayatta zorluklar karşısında hiç sınanmamış bir karakterin, özünde de göründüğü özellikleri taşıyor olduğunu farz etmek, kendisi ve çevresi için yanılmaya zemin yaratır, der. Asıl  kaptanlığın sütliman havada değil, fırtınada gemiyi kullanabilmek olduğuna mercek tutar. Bu hikâye zorlu noktaları görünür kılar. Sorular sorar içinde ve okuyucusuna sordurtur. İşte bu soruların birbiri içinde çözümlemelerle yol aldığı bir yazıdan söz etmek istiyorum size dosyada. Cumhur Boratav yazısında Sinağrit Baba’yı neredeyse psikanalitik yöntemlerle incelemeye almış ve buradan yetenekleri gelişkin özel bir karakterin perde arkasında kalan pek çok durumuna büyüteç tutmuş. Toplumdan farklı bir zekânın yalnızlığını ve bunun neden sonuç ilişkilerini sorgulamış. Bu anlamda, incelemeye meraklı bir okuyucu olarak doyurucu bulduğum yazılardan birisi oldu Cumhur Boratav’ın yazısı. Diğeri ise Kemâl Gündüzalp’in yazısıydı. Kemâl bey, hikayenin simgeleştirdiği tiplemelerle toplumdaki farklı kişilerin arasındaki bağı daha da netleştirmiş okuyucu gözünde. Ve bu hikâyenin edebiyat tarihi içindeki yerini incelemesi de önemli bir nokta, bana göre.

Fulya Bayraktar ve Janset Bay hikâyeyi farklı bir ucundan tutarak yeniden kurma yoluna gitmişler. İsmail Aşıkoğlu ise hikâyeyi bize yeniden anlatmaya hatta açıklamaya kalkmış ki kendi yorumuna dair cümleler yazı içinde oldukça azınlıkta kalmış. Ayşe Tural, kendi bakışı çerçevesinde ülkemizle paralel bağlar bulmuş hikâyede. Mahzun Doğan bir kısa şiirle dosyaya katkı sunarken, Altay Öktem’in yaklaşımı hepimiz için saklı oltaların varlığına dikkat çektirtiyor. Ahmet Günesen’in kurduğu yazı ise, Sait Faik’in gözünden ve dilinden Sinağrit Baba’nın yazılışına ilişkin bir başka öykü olmuş. İlgiyle okudum. Bir öykü, şiir ya da roman yazılım süreçlerinin de kendine göre bir başka öykü kurarak ilerleyişi, ara ara düşündüğüm bir şeydir. Ama bunu sıkıcı olmadan kâğıda dökmek gerçekten yazım hüneri gerektirir.

Sinağrit Baba hakkında ben de bir yazı yazmıştım o sayıda ama kendime dair yorum yapamayacağım için bu bölümü geçerek dosyadan devam edeyim ben, iyisi mi. Ahmet İmran’ın kısa kısa notlar şeklindeki mizahi vurguları, önemli noktaları güzel sıralıyor doğrusu. Fikret Otyam ile yapılan mini söyleşide ve Hüseyin Peker’in notlarında Sinağrit Baba ve bir öykücü olarak Sait Faik’in kendisi arasında kurulabilecek ilişkinin varlığı üzerinden bağlar kuruluyor. Hande Baba, Karşın’dan gelen mektupla bu hikâyenin ve aslında hikayeden de çok, bunun bir insanı kavrayış şeklinden nasıl etkilendiğini anlatan bir yazı yazmış başlangıçta. Bunun kendisinde yol açtığı süreçleri paylaşmış okuyucuyla. Bu yazı içinde yer alan Sinağrit Baba’ya hitapla yazdığı mektubunu ise gözlerim nemlenerek okudum. Mektup duygularımı yavaş yavaş okşarken biraz önce de sözünü ettiğim kendini sorgulama noktası, aklıma bir bıçak gibi düştü. Duyguyla aklın eleleliği büyüdü parmaklarımda.

Ramazan Topoğlu, Karanfiller ve Domates Suyu isimli Sait Faik hikâyesinin kahramanı Kör Mustafa üzerinden giderek dolaylı yürüyen bir ilişki kurmuş Sinağrit Baba’yla. Bir öykü kahramanının gözünden başka bir öykü kahramanını irdelemiş. Böylece de çapraz bir bakış sağlamış hikâyeye. Gülnur Özbek’in bir okuyucu olarak hikâyeyle kendisi arasında kurduğu samimi ve sahici ilişki hoş. Necla Aytuna’nın yazısı ise bu dergiyi özellikle ilgiyle beklememi sağlayan noktaya yanıt veriyor. Toplumun farklı kesimlerinden derlenen kişilere yansıyan Sinağrit Baba izlenimlerini toparlamış Necla Aytuna. Ve gerçekten de okuyucuda güzel ve yetkin yorumların oluştuğunun ve bunun güzel ifade edildiğinin örneği olmuş bu notlar. Bu notların içindeyse Murat Sohtorik’in yazısı ilgi çekici. Yaşam içinde sorgulamalar, umursamalar ve yaşantıları umursarken yaşamın kendisini kaçırmama dengelerini yakalamanın gerekliliği konusunda uyarmış okuyucuyu hikâye üzerinden.

Ne diyebilirim; “Cehennem nişanında beş sandaldık.” diye başlar Sait Faik’in hikâyesi. Her sandala bir cümle koysak ve o cümleleri denize sızdırsak bir ucundan, aradan yıllar da geçse eski bir hikâyeyi, eski bir dostu ve eski bir dergi sayısını yeniden katsak istedim hayata…

  • Herşeye Karşın Dergisi
  • Sayı: 13
  • Nisan-Mayıs 2009
Aynur Uluç
Vinkmag ad

Read Previous

Dünyayı Güzellik Kurtaracak

Read Next

Ayıcık ile Hayvanlar

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *