Susarak ya da Haykırarak: “Buradayım!”

Booker Uluslarası Ödülü’nü kazanan ilk Arapça roman olan “Dolunay Kadınları”, başka bir coğrafyadaki kadının varlığına ve erkekliğin toksikliğine dair karakter sayısı kadar örnek sunuyor önümüze.

Yaş ve tecrübe dışında hiçbir şeyin kabul görmediği bir hayat düşünün…Öyle ki yaşa ve tecrübeye sığınarak herkesin her şeyi oldurabildiği bir hayat bu. Özellikle erkek bireylerin durmadan aforizma ürettiği, bu aforizmaların koyduğu kurallarla kadınların hayatlarının ipotek altına alındığı bir hayat… 

Hayal etmenin ötesinde “gerçekten” o kurallarla çevrilmiş bir yığın dünya var. Her biri bir dünya ama yüzlerini asla güneşe çevirmeden dönüp durmaya zorlanıyorlar. Birileri güneşin illa yakacağını söylüyor kadınlara. Daha çocukken hatta bebeklikten itibaren kız çocukları, erkeklerin aforizmalarının radarında. Çocuğu dünyaya getiren kadının aklında daima güneş… Aydınlığa kavuşturan değil de yakan güneş, kavurup kül eden. Bu yüzden erkeğin radarını anne olan kadın da sahipleniyor. Ne de olsa tüm mutasavvıflar erkek ve hayatın her alanında “mutasavvıf der ki…”

Dolunay Kadınları, Timaş Yayınları’ndan Süleyman Şahin çevirisiyle karşıladı okuru. Yazarı Jokha Alharthi, “Anneme.” diye başlatıyor romanını. Romandaki kadın karakterlerin geçmişlerine ve geleceklerine gittikçe Umman’da kadın olmak, eş olmak, anne olmak üzerine epey düşündüm. Meyye, Esma ve Havle üzerinden kurulan bu kardeşlik öyküsünün sarmal bir yapısı vardı. Üç kız kardeşin anneleri Salime’nin geçmişi, romandaki diğer kadınların annelerinin geçmişleri hep başkaları tarafından belirlenmiş yazgılardan ibaretti. Özellikle bu yanıyla anneden kızına kalanın ne olduğu, ne olması gerektiği benim için mesele haline geldi. Mutasavvıfların ve ilişkide oldukları erkeklerin radarındaki kadınlar, yaşadıkları yerin değişimiyle birlikte nasıl değiştiklerini anlatıyorlardı. Ekonomik, sosyal ve kültürel değişimin, neresi için olursa olsun, kaçınılmaz oluşu kadınlara nefes aldırıyor romanda. Geçen yıllar içinde görünür kılınan bu değişimi kadın karakterlerin ilişkilerini yaşama biçimlerinden fark etmek mümkün.

Kardeşlerden en büyüğü olan Meyye’nin evlenmesinin vakti gelmiştir annesine göre. “Evlenme çağı” genelde kadınlar tarafından belirleniyormuş gibi görünse de onlarla evlenip kendilerine bir bakıcı “almak” isteyen erkektir bu çağın asıl belirleyeni. Anne olan kadın da buna aracılık eder çünkü ona da evlenme çağının geldiği hatırlatılmış ve gereken ne varsa yapılmıştır. Meyye de annesiyle mücadele etmiyor ve Abdullah’la evlenip susuyor. Meyye’yi Abdullah’tan okuyoruz biz. Abdullah’a bir kez dahi onu sevdiğini söylemediğini, her fırsatta uyuduğunu ve daima sustuğunu Abdullah anlatıyor.

Meyye’den sonra evlenen Esma, kitapları ve onları karıştırmayı çok seviyor. Mutasavvıfların her türlü konuya dair hakimiyetini sorgulayan Esma, bu sorgulamasını şöyle temellendiriyor: 

“Kitapların yazıldığı günlerdeki şartlar ve imkanlar bugün değiştiği halde bu tür detayların halen olduğu gibi kalmasıydı mesele.”

Aşk kitaplarını sevmiyor, zihninde hayata dair sorular uyandıran kitapları okumak istiyor. Etrafında bu isteğini duyan ve onu destekleyen bir kişi dahi yok. Dedesinden kalma kitaplarla ve onun ilme olan heyecanıyla yaşıyor. Geçmişte kalmış bir heyecanı sahipleniyor ve o yaşarken, bir ölünün heyecanı onun şevkini destekliyor.

Kendisiyle evlenmek isteyen Sanatçı Halid’den haberdar olduktan hemen sonra bu isteği reddetmiyor ve hızlıca evleniyorlar. Halid’in sanatçı olması, Esma’nın okumaya olan ilgisi, evliliğin taraflarından olan erkek adayların başka çarelerin kaynağı olarak görülmesi Esma ve Halid çiftine dair de birçok şey söylüyor aslında. Sonrası Esma’nın kendini ve sınırlarını keşfi, Halid’in zaten keşfetmiş olduğu sınırlarını sorgulamasıyla geçen on dört çocuklu yıllar…

Esma kitap karıştırırken onunla dalga geçip ayna karşısından kendini alamayan Havle, yıllarca kendine gelen tüm görücüleri reddediyor. Ona kimle evleneceğini söyleyen annesinin karşısına “İntihar ederim!” diye çıkıp kendisi hakkında verilen karara direnmesi, onu diğer kardeşlerinden farklı kılan şey. Yıllarca beklediği Nasır, bir gün Kanada’dan dönüp onunla evlenecektir çünkü söz vermiştir. Havle bir aşkın bekçiliğine gönüllü olarak soyunuyor, verilen söze koşulsuz inanıyor ve sevilmek istiyor. Çocuklarıyla birlikte yalnız başına geçirdiği onca andan sonra dilediği tek şeyin karşısında öylece durduğu bir sırada başrolü geçmiş devralıyor bu kez ve ilk kez hesap soruyor:

“Bir zamanlar bana herhangi bir şey yeterli gelirdi. Sunacağın herhangi bir şeyle içimde çiçekler açabilirdi. Sadece senin için sepetler dolusu çiçek. Herhangi bir şey yeterdi, fazla bile gelirdi. Fakat senden hiçbir şey gelmedi bana. Hiçbir şey! Şimdi ne versen yeterli değil.”

Kendilerine biçilen rolleri kabul eden kadınlar ve buna direnen kadınlardan ibaretmiş gibi gelebilir ilk bakışta tüm anlatılanlar ama onlarla birlikte var olan insanların yaşam öyküleri anlatıldıkça her kadının kendi direnme biçimini yarattığına şahit oldum. Mesude’nin direnme biçimi bunlardan en açık seçik olanıydı. Bir tek şey söylüyordu Mesude. Bağıra bağıra söylediği tek şey: “Ben Mesude. Buradayım!”

O coğrafyada kadınların görülme değil de daha çok duyulma ihtiyacı var gibi. Görülmekten dilleri yanıyor, görüldükleri için yoruluyorlar. “Görülmek” ardından hep yasak, günah, baskı getiriyor. Meyye susuyor mesela ama bu bilinçli bir susma hali. Onu duyacak kimse olmadığını düşündüğü için. Mesude bağırıyor, birileri onu duysun istediği için. Terk edilmiş, bir başına bırakılmış çünkü. Yıllar sonra tekrar terk edileceğini bilmeden evinin içindeki küçük bir köşeden izliyor hayatı. Dışarıdaki seslere kulak kesilmiş vaziyette duyulmayı bekliyor. 

Bırakıp giden erkekler, bırakıp gitmediklerinde fiziksel değilse psikolojik şiddetin faili oluyorlar. Erkekliği, bir erkeğin travmasının sık sık belirmesiyle okuyoruz. Abdullah, sevgisiz ve şefkatsiz bir babanın kurbanıdır adeta. Meyye’yi anlatırken ara ara babasıyla yaşadıklarına dönüyor. Sanki bir çırpıda anlatamıyor da o yüzden her konuşmasında parça parça öğreniyoruz babasının uyguladığı şiddeti. Bazen utanarak, bazen öfkenlenerek, bazen hala sevgi dilenerek, bazen hiçbir şey hissetmeyerek kendini yaşadıklarını anlatırken buluyor. Kuyudan aşağı sarkıtılan bedeni, babasına asla yaranamadığı ruhuyla onu kaybettikten sonra dahi sudan çıkmış balık misali öylece sorgulamaya devam ediyor. Soruları yanıtsız, travması baki, ebeveynliği tehlike altında.

Booker Uluslarası Ödülü’nü kazanan ilk Arapça roman olan “Dolunay Kadınları”, başka bir coğrafyadaki kadının varlığına ve erkekliğin toksikliğine dair karakter sayısı kadar örnek sunuyor önümüze. Adı geçen her karakterin geçmişine ve geleceğine hakimiz sonunda. Anlatıcılar değişiyor, hikayeler biricikleşiyor ama sunulan örnekler birbirinin içine geçmiş onlarca yaşamın toplamı.

  • Dolunay Kadınları
  • Yazar: Jokha Alharthi
  • Çeviri: Süleyman Şahin
  • Türü: Roman
  • Baskı Yılı: 2021
  • Sayfa Sayısı: 224 Sayfa
  • Yayınevi: Timaş

Evrim Sayın
Latest posts by Evrim Sayın (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Yorgos Lanthimos’un Poor Things Filminde Emma Stone ve Willem Dafoe Rol Alabilir

Read Next

Cesar Sinema Ödülleri Sahiplerini Buldu

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *

Follow On Instagram