İnsanlık değerleri yok hükmündedir. Peki Tanrı? Kahramanımız Tanrı’ya inanmadığını belirtse de, içten içe onun bir adalet tesis etmesi gerektiğini düşünmekte, dini bir denge noktası olarak anlamaktadır.
Daniel Guerin, Nazizmin henüz oluşum evresinde çıktığı Almanya seyahatinden gözlemlerini aktardığı Kahverengi Veba adlı kitabında, faşizmin ortaya çıkış nedenlerini anlamak için, insanların iki savaş arasındaki Almanya’yı kendi gözleriyle görmesi gerektiğini belirterek, Nazi iktidarının kolektif ve patolojik bir çılgınlığın üzerinde yükseldiğini söyler.[1] Gözlemlediği her mekanda, koyu bir Yahudi ve Bolşevizm düşmanlığıyla gözlerini karartmış militanlar görür. İçerisinde bulundukları açlık ve sefalet koşullarının baş müsebbipleri olarak gördükleri bu iki kesime olan düşmanlıkları, bu insanların başlıca siyasi motivasyonudur.
Yani Guerin’in anlattığı, Hitler isimli bir dengesizin uçuk fikirlerine kendini kaptırmış, bu fikirlerle “kandırılmış”, savaşın ardından aklı başına gelmiş bir halk değildir. Gerçekte olan, bir halkın kendi çıkar, inanç ve hedeflerini bir liderle özdeşleştirmesi, bu uğurda Nazi ideolojisini sahiplenmesi, güçlendirmesi ve çoğaltmasıdır (Nazi ideolojisi ancak eklektizm ve pragmatizmle açıklanabilir. Bu ideoloji, kimsenin okumadığı, kimsenin üzerinde müzakerede bulunmadığı, ancak herkesin “bildiği” bir ideolojidir).
Michael Mann’in de işaret ettiği gibi [2], Nazizmin nefret ve şiddet dolu çağrılarına yanıt veren bu kitlelerin büyük bir bölümünü gençler oluşturmuştur. “Orta yaşın ruhsuz bilgeliğini temsil eden burjuva ve sosyalist partiler”in aksine, Hitler, Alman gençliğini kavgaya, intikam almaya ve ırkını yüceltmeye çağırmaktadır. Birinci Emperyalist Savaş’a henüz çocukluğunda yakalanmış, ergenliğe ve ilk gençliğe ağır yaşam koşullarının içerisinde adım atmış bu insanlar, 20’li yaşlarına gelmeden Hitler Gençliği gibi paramiliter örgütlerde şiddet eylemlerinde bulunmaya başlamıştır. Bu bağlamda, Nazizmin kuşaksal bir olgu olduğu; bahsi geçen kayıp kuşağın, ihtiyaç duyduğu, cemiyet ve baba figürlerini Hitler ve partisinde bulduğu iddia edilir.
Ödön von Horvath’ın Tanrısız Gençlik isimli romanı işte bu dönemi ve bu dönemin gençlik kültürünü konu edinmektedir. Romanın kahramanı, kendisini faşist toplumsal histeriye kaptır(a)mamış, öfke ve nefretle dolmuş olan öğrencileriyle iletişim kurmakta zorlanan, insanlığın ideallerinin yeniden peşine düşme arzusundaki bir lise öğretmenidir. İşini kaybetmemek için öğrencileriyle ve meslektaşlarıyla ilişkisinde siyasi telkinlerde bulunmaktan kaçınsa da, bazen kendini tutamayıp “zenciler (ari ırktan olmayan herkes kastediliyor) de insandır” gibi cümleler kurar. Ancak hemen kendi kendini düzeltir: “Böylece cümleyi bırakıyorum, çünkü ‘radyo’da birinin söylediği bir şeyi, hiçbir öğretmen yanlış diye çizemez.” Devletin asıl “ders”leri merkezi olarak radyodan verilmektedir, öğretmene ancak bunları sınıfta aktarmak düşer. Konu dışına çıkıldığında ise muhbir öğrenciler not defterleriyle hazır beklemektedir.
Kahramanımız, hiçbir şekilde yakınlık kuramadığı bu gençleri Balık Çağı gençleri olarak anar, içlerinden birisine balık lakabını takar. Babil astrolojisine göre m.ö. 150 ile 1950 arasını kapsayan Balık Çağı’nı, Hıristiyan öğretisinin bu çağa yüklediği anlamların tam tersi şekilde açıklar, duygusal açıdan soğuk, tüm insani niteliklerinden arınmış bir gençlik tasvir eder:
“İnsanları umursamıyorlar, onlardan vazgeçmişler. Makine olmak istiyorlar: Vidalar, çarklar, pistonlar, zincirler. fakat makinelerden ziyade mühimmat olmayı tercih ederlerdi: Bombalar, şarapneller, mermiler. Herhangi bir savaş meydanında telef olmayı ne çok isterlerdi! Bir şehit anıtının üzerinde adlarının yazması, ergenliklerini süsleyen tek hayal.”
İnsanlık değerleri yok hükmündedir. Peki Tanrı? Kahramanımız Tanrı’ya inanmadığını belirtse de, içten içe onun bir adalet tesis etmesi gerektiğini düşünmekte, dini bir denge noktası olarak anlamaktadır. “Tanrı neden hep zenginlerin yanındadır?” diye sorar Papaz’a, bu açlık ve sefaletin insanları Tanrı’dan uzaklaştırdığını göremiyor mudur? Papaz açık konuşur: “Tanrı dünyadaki en korkunç şeydir.” Roman ilerledikçe, inanmadığı ama güvendiği bir Tanrı tasavvurundan, inandığı ama iyiliğine ve adilliğine güvenmediği bir Tanrı’ya doğru yol alır öğretmen. Zenginlerin her zaman galip geldiği doğrudur ve “şarap suya dönüşmeyecektir”.
Roman bir kamp hikayesiyle ilerler. Öğrencilere hem askeri disiplin hem de silah eğitimi vermek için Nazi iktidarı tarafından düzenlenen gençlik kamplarından birisine sınıfça katılınır. Biyopolitik tahakkümü güçlendirmek için yapılan bu kampta, öfke, iktidarın arzulamadığı bir noktada patlak verir ve öğretmen, kendisini bir kez daha, derin ikilemlerin içerisinde bulur. Savaş seslerinin günden güne daha fazla duyulmaya başlandığı bu topraklarda, kahramanımız için yaşama şansı daha da azalmaktadır.
Tanrısız Gençlik, toplumunun içerisinde nefessiz kalan, öldürmeyi/ölmeyi arzulayan kitlesel histeriden ürken ve mesleğini kaybetmemek için susmakla, bedel ödemek pahasına doğruları söylemek arasında gidip gelen bir öğretmenin; ölümü ahlaki bir sorun olarak değil, siyasi veya “bilimsel” bir araç olarak algılayan, aklını ve vicdanını siyasi iktidara emanet etmiş gençliğin, onların ebeveynlerinin hikayesi. En önemlisi de, sonucunda faşizm kurulsa da kurulmasa da, faşizmin üzerinde yükseldiği ruh, zihin ve siyaset biçimlerinin insanlığın önünde, her zaman olduğu gibi, bugün de bir tehlike olarak var olduğunun hikayesi.
[1] Daniel Guerin, Kahverengi Veba, çev. Bülent Tanör, Habitus Kitap, 2012
[2] Michael Mann, Faşistler, çev. Ulaş Bayraktar, İletişim Yayınları, 2015
- Tanrısız Gençlik
- Yazar: Ödön von Horváth
- Çeviren: Oktay Değirmenci
- Basım Tarihi: 2016
- Sayfa Sayısı: 192 Sayfa
- Yayınevi: Jaguar Kitap
- Tanrısız Gençlik: Nefreti Paylaşmak, Ölümü Arzulamak - 23 Ağustos 2016
FACEBOOK YORUMLARI