
Mısır Koçanlarını Kızartan Koku, politik olanın hayattan ayrı tutulmadığı bir bütünlüğe yürüyor. Anlamını bildiği şeye ne ad verildiğini bilmemenin sancısını yaşayan İmam gibi, yeni bir sözlük yazmaya koyulmalıyız belki de…
Hepimiz anlattığımızda gerçekleşecek olana; şimdi hikaye, gerçekleştiğinde hayat olacak olana…
“… bir zamanlar kilisenin olduğu yerde bağdaş kurup oturduğumda, zamanın herhangi bir noktasında bu köyde yaşayan birinin belki de bir cenaze töreni sonrası bağdaş kurduğum yerde durup kilisenin taşlarına bakarken kendi ölümlüğü ile taşın ölümsüzlüğünü karşılaştırmış olabileceğini düşündüm. Böyle bir karşılaştırmayı dedem, evinin taş duvarlarını örerken de yapmış olabilirdi… ama artık ne kilise ne evler ne de taşlar var. Geriye bir insanın ölümlülüğü ile karşılaştırıldığında hep var olacak olanı temsil eden hiçbir şeyin kalmaması ne kadar tuhaf…” Arakel
Nibel Genç’in “roman olmayan” romanı, Picasso’nun “Pipolu Adam” resmini anımsattı ilk adımda. İlk bakışta ayırt edemediğiniz bütünlük, resmi içerden katettikçe kuruluyor. Figüratif değil ancak figür, parçalanmış bütünün kendisi. Nibel de orada olmayanın hikayesini orada olmayan romanın varlığında kuruyor, inşa ediyor. Bu yönüyle de sanat ve edebiyatta biçim tartışmasına açtığı kapıdan, daha temel soruları çoğaltarak alıyor içeri. Sonuna kadar politik bir roman. İnsanın en temel hakkı olan varolma hakkının göreceleştirildiği, kendi varlığına ve köklerine dair mihenk taşının yıkıldığı ve değersizleştirildiği bir coğrafyanın, kadim olanın hesabını sormak bir anlamda. Hafızadır romanın ve derdimizin ortak politik paydası bu nedenle. Politik olanı hiçleştirecek denli genişletmeyen, görececiliğe gönül indirmeyen bir hikaye anlatıcılığı duruyor karşımızda. Bana göre tam da postmodern söylemselliğin karşısına, hakikatin inşa edilmesi gereğini koyuyor. Bütünleştirmekten korkmayan ama bu sorumluluğu da kimsenin elinden almayan, hakikate borçlu hisseden bir yaklaşım. Kolektif akla ve hafızaya güvenen ve ‘el ele, elden ele’yi hatırlatan. Edebiyat, sanat ve politik alanda ikili karşıtlıklarla düşünmeye hapsedilen aklımızı kadim olanın bütünlüğüne çağırıyor yeniden. Postmodernden çok yapı bozumcu-diyalektik bir yaklaşım. Her bir öykü kendi anından geriye ve sonraya ilmekler dokuyarak ilerliyor ve somut zaman ve mekan algısının darlığı, hikayelerin taşıdığı yaşamlarla genişliyor. Romanın ilk ve son öyküsünün aynı başlıkta olması bir kapanmaya değil, açık uçlu bir genişlemeye olanak sunuyor.
“Bir gün biri bir masal anlattı ve hepimiz korkularımızdan sıyrıldık” diyordu adını unuttuğum bir filmin, adını unuttuğum kahramanı. Masallar rol yüklerken, hikayeler (T)arihin rolsüz bıraktıklarını kurtarır, çok bilmiş (T)arihin elinden. (T)arihin unutmak istediklerini, izlerini silip yokluğa hapsettiğini düşünmekten keyif aldığı varlığı; “Ruhu trajedilerde soluksuz bırakılanları” çağırır. Rastlantısallaşanı tesadüfün olanağına taşır. Hafızanın ikliminde yaşamak zordur. Hakikate dair bir sezgi ve görev yükler insana. Hatırlanan kadar unutulanın yükünü de taşır. Sözün yazıya, hafızanın dile döküldüğü yerde hafıza kurucudur; anlatıcının müdahalesi ile ezbere taşınır en yıkıcı halinde. Oysa bir yaraya sahip olanın hikayesi (T)arihin elinin yetişmediği yerde gramerin yüzünü de kızartmaya gücü yetendir. Hikaye anlatmak toplamaktır tarihin eteğinden dökülenleri ve bir direnişe yol döşemektir; topladıklarını önünüze koyar ve yolu devam etmek için açar.
Nibel Genç, “Mısır Koçanlarını Kızartan Koku” ile “köyün orta yerinde duran sandığı” açıyor ve “romanı olmayan roman karakteri” Ezima’yla, “masala dönüşen sır hikayeye doğru” yol alıyoruz hep birlikte. Modernitenin düzenleyici ve yıkıcı aklının, ulus devlet inşasının sakladığı, yokluğa havale ettiği kadimin hikayesini kurtarıyor en çok. Büyük harfli ve büyük cinsiyetli tarihin kesinleşmiş hükmü altında süreklilik ve gelişmeye hapsedilenin, yine büyük harfli zamana iliştirildiği yerlerden söküyor tarihi de, kültürü de. Hafızayı diri tutan ve rastlantısala dağıtılmak için parçalananı, “Keçi Kılından Heybe”sine topluyor ve topladığı her bir parçanın unutulan işlev ve değerini kurtarıyor, (T)arihin ve (Z)amanın elinden. “Keçi Kılından Heybe”nin formu, roman boyunca içindekiler gibi rastlantısal, kopuk, parçalı ve ayrıntı gibi görünenler tarafından ve geçici olarak biçimleniyor. Genç, finalde heybeyi yeniden önümüze getiriyor bırakıyor: topladıkları ve biraraya getirmekten imtina ettiklerini, yolda sezgimize katıp, neleri ekleyip neleri çıkaracağımızın sorumluluğunu da bize bırakıyor. Tarih yazıcılığına soyunmayan ama dağılanın, değersiz görülenin bütünlüğünü sezdiren bir yoldaşlık önerisi. Postmodern diyebilir miyiz? Ben demezdim. Na mevcut bütünün orada olduğuna, ‘yoklu varlığın’ mümkün mevcudiyetine işaret eden bir bütünleşme arzusu derdim. Çünkü aslında parçalı göründüğü yerde bütünü sezdiren bir biçimi var romanın. Uydurma değil gerçek!
Rastlantı ve tesadüf farkına yapılan vurgu romanın “Ariadne’nin ipi” diyebileceğimiz izleğini sunuyor. Rastlantısallığın, göreceliğin, geçiciliğin görüngüleri, tesadüfün ima ettiği temelliliği unutturmasın uyarısı. Tesadüf karşılaşmadır ve yeni olasılıklara yol alır. Rastlantı ise iz bırakmaz, geçici ve uçucudur. Nibel Genç’in hikayeleri ile dokuduğu romanı, rastlantıdan ziyade bir tesadüfün olanağına açıyor bizi. Sebeplerin ve süreçlerin rastlantısal olmayan bütünlüğüne bakışımızı çevirmemiz için bir ihtimal dokuyor. Yaşam olasılığı eşit olması gerekenlerden, “seçilenin” yaşam olasılığı, hiç de rastlantısal olmayan büyük ve gizli nedensellik bağıyla yok edilirken olasılık üzerine büyük zar atan devlet aklı, her şeyin geçici ve rastlantısal olması için parçaları savurur. Ama izi yok edemez. Köyün orta yerindeki sandık biz tesadüf edelim diye oradadır. Bırakılmıştır! Sabitlendiği ve açılmayı beklediği odadan çıkarılmış ve içindekiler isteklilere dağıtılmıştır. Tesadüf edebilelim ve tesadüfün olanağını izleyip olasılıkları çoğaltabilelim diye. Rastlantı ve tesadüf ile gerçek ve sürrealin yer değiştirdiği yere tarih diyoruz.
“Hem bakılan hem de bilinen şeylerin resmi çizilirmiş. Bu kadarını ben de söyleyebilirdim. Rüyaların, korkuların, hayallerin resmi de çizilirmiş. Bunu tahmin edebilirdim. Dünyada öyle resimler varmış ki bakınca hiçbir şey anlamazmışsınız. Nasıl ki bir kitabı okumak için okuma yazma bilme gerekiyorsa, o resimleri anlamak için de çizgilerin dilini bilmeliymişiz” diyor İmam, Arakel’in sürreal resimleri ile kendi çevresini kuşatan sürreallik arasındaki ilişkiyi henüz çözememişken.
Belki de bundandır Arakel’in giderken fotoğrafa benzeyen resimleri yanında götürüp, sürrealist resimleri Meyman’da bırakması. Sürreali aşmış görünenin, sürreali henüz yakıştığı yere bırakmasıdır, fotoğrafın kendisi sürrealdir belki ve Arakel’in kendi yurdunda aslına uygun bir fotoğraf bulamaması ve “yoklu varlık”a en yakışanın artık sürreal olmasıdır. Herkese kendi fotoğrafını bırakan, gerçekleşmemiş adalet dugusuna küçük bir müdahaledir.
Meyman (Misafir) köyü demografinin politik çirkin yükünü taşıyan köylülerce havada asılı kalan boşluğu dolduracak tanıklıklarını ifade edecek tanımlanmış araçlara sahip değildir çünkü. Tarihte geçici bir işlevle donatılmış ve kendine biçilen rolün göçle-göçerlikle ve zorunlulukla bağını henüz çözememiş naif bir boşluk gibidir. Ezima’nın dedesi İvrayim’in Arakel’in resimlerini yorumlamasında yatar derin fark: “…belki de hepimiz dünyayı farklı farklı görüyoruzdur ama bizler resim yapamadığımız için bizimkileri kimse göremiyor.” Modernizasyon süreçlerinin yıkım politikalarına maruz kalan ve sürekli bir biçimde hafızası ile oynananların izini resim ve edebiyattan ziyade sağa sola saçılandan, gündelik hayatın sessiz nesnelerinden toparlamak da hikaye anlatıcılarına düşer. Dokunamadığımız tarih görmesek de orada olandır çünkü.
Nesneler bizimle ne zaman konuşurlar? Kumaşın, ahşabın, çamurun işlenme biçimi, rengi, gündelik hayatın işlevsellikle donatılmış nesneleri kulağımıza konuşur mu? Sanatın ve edebiyatın tarihsel biçimler arşivinde yer almayanın, eksik-eksiltilen parçanın müzelerde ışıkla belirlenen görünülürlüğünde bir kasıt aramalı mıyız? Kadim olanın kendini duyurduğu yerler yok mu? O yokluktan varlık’ın izi sürülemez mi? Gülizar neden pipoya rastlamayacak ve tütün tabakasını istiyor? Dağılan ve yarım kalan hikayeleri bildiği için mi?
Gerçeklik, gerçekçilikle sürrealizm ayrımında mı aranmalı? Yoksa ikisini de yönlendiren yaşama bakmak, biçime hapsolmaktan daha mı ivedi?
Yıkım sonrasının tanıklığı nasıldır? Etrafa dağılmış taşlar, tuzla buz olmuş sıvalar, taşların nereden geldiğini, hangisinin hangi zaman diliminde son olmayan şeklini aldığını ve yeniden nasıl biraraya gelebileceklerini ve neye göre, bilebilir miyiz? Tarihin en çok da tarihselliğini unutmak istediği yerde insanlığa tarihsel olarak dayattığı neden-sonuç ilişkisi ve kendi ezberindeki kronoloji, hangimizin bilgisine, hafızasına sığar? Bir pazıl olarak düşündüğümüzde bile o pazılın bitmiş tamamlanmış bütünlüğünden fazlasının sezgisine sahip değilsek, tarih her daim yap-bozun ötesine geçemeyen ve döngüsel olan olarak kalacaktır.
Yoklu varlığın hikayesi nasıl anlatılır? Gerçek çoktan seçmeli bir soru mudur?
Hikayelerin yer yer gerçeküstü çağrışımlarla ilerleyen yapısı romanın baştan sona gerçekçilik ve sürrealizm arasında kurduğu denklemden alıyor gücünü. Gerçekliğe ilişkin bakışın, yorumun ve sorunun biçimsel ve araçsal farklılıkları, gerçekliğin oradalığını duyurmaktan geri durmuyor. Ezima’nın sürekli bir biçimde hatırlattığı gibi “uydurma değil gerçek!” olan, savaş-zorunlu göç-soykırım ile devletçe kurgulananın, gerçek insanların gerçek hikayelerine düşürdüğü yangın ve geride kalan kesif kokudan izlemektir tarihin dehşetini. İmam’ın mottosu baştan itibaren son derece yalın bir gerçekliğe dayanır: “Gerçekleşmesi pekala mümkün olduğu halde başkaları yüzünden imkansız olan şeyler bence insanların en büyük acısı” ve İmam, bu basitliği ölçüsünde yalın varolma hakkı imkansız olsun istememişti…
Arakel’in de, Ezima’nın da dokunmak ve görmek istediği, yokluğun işaret ettiği varlıktır. Sürrealist ya da gerçekçi olsun değişen sadece biçimdir. Gerçek parçalanıp dağıtılsa da yeniden inşa için orada duran ve bize bakandır. Perspektif yalan söylüyor, tersine çevirmek gerek. Picasso uydurmadı, gerçeği dağıtılanda ve dağıtıldığı için gördü. Duyularımız da parçalandı ve koparıldı. Nibel Genç, dokunmanın, koklamanın, görmenin ve işitmenin, bilmeye döndüğü yerde söylüyor sözünü. Hayatla ve nesnelerle bağımızı yeniden inşa etmenin araçlarını hatırlatıyor.
Hüseyin, “uyursam ölürüm anne!” ve “Ali ile Murat korkup kimseye bir şey söylememişlerse o zaman ölürdüm” diyor. Susar ve susulursak ölürüz diye, masalın uykuya taşımasına izin vermeyelim. Waye İvrayim gibi bulmakta güçlük çektiğimizdir orada olan. Waye İvrayim’in izini sürmek, adını hatırlayamasak da bizi ölümden kurtaracak olandır. Çünkü o, uyku kaçırandır, hatırlayamadığımız ve tanıma gelmeyendir. Asıl mucize çığ altında uykuya yenilmeyi engelleyen hatırlama çabasıydı. Orada olmayan ama varlığını duyuranın mucizesi. Ya da Ömer’i ölümden kurtaran “yoklar aleminden gelir gibi” bir gece kapıda beliriveren dengbej-hayalet adam, hikayeleri ile iyileştiren, tıpkı anlattıkça rüyalarının tamamlandığını, anlam kazandığını kavrayan Eşliye gibi. Hikayenin anlatılmayan kısmına baktığımızda bileceğiz. Bildiğimizde tamama ereceğiz gerçekleşeceğiz. Çünkü biz de bir hikayeyi çoğaltan hikayeleriz.
Ezima, metin yazarı ve roman kahramanı arasındaki bölünmüşlüğün hesabını tarihten soruyor gibi: “Bazen bazı şeyleri eksik anlatıyor, yanan binlerce şey içinden hikayemi yazmak için kimi şeyleri seçiyor olabilirim ama asla uydurmam, ben romanı olmayan bir roman karakteriyim.” Romanı olmayan roman karakterinin dilsiz bırakılmışlığına tanıklık eden hikayeler-öyküler, biçime ilişkin sorular sormaya yöneltiyor, romanı olan roman karakterlerini okumaya alışkın okuru.
“Mısır Koçanlarını Kızartan Koku”, politik olanın hayattan ayrı tutulmadığı bir bütünlüğe yürüyor. Anlamını bildiği şeye ne ad verildiğini bilmemenin sancısını yaşayan İmam gibi, yeni bir sözlük yazmaya koyulmalıyız belki de… Ya da “Bakarak değil de belleğe dayanarak yapılana soyutlama mı diyoruz?” sorusundan da başlayabiliriz.
Üzerimize sinen yanık kokusuna ve kadim olana düşmanlığın betonlaşmış, geçici, rastlantısal ve köksüz cehennemine karşı hafızayı diri tutmaktır aslolan. Nibel Genç’e çoğalttığı sorular ve hikaye anlatmaktaki ustalığıyla hatırlattıklarından ötürü teşekkür etmek isterim.
![]()
|
- Tarihin Sökük Yerleri Ya Da Na-mevcudun Hikayesi - 2 Kasım 2017