
İletişim Yayınları’ndan çıkan Epope Tatavla romanının yazarı Ekin Can Göksoy ile genç bir kimyagerin yolculuğunu anlattığı kitabını konuştuk.
Ekin Can Göksoy’un son kitabı Epope Tatavla İletişim Yayınları’ndan çıktı. Yazar, kitabında Tatavla’nın anlatılmayan destanını yazmaya çalışan genç kimyager Mahir’in yolculuğunu anlatıyor. Bunu yaparken, 1933 Türkiye’sinin gece hayatlarını, gazinolarını, edebiyat ve müzik sosyetesini, romanının fonuna ustaca yerleştiriyor.
Epope Tatavla’da dönemin renkli gece hayatını, edebiyat-müzik ve sinema camiasının ışıltılı dünyasını anlatıyorsunuz. Özel olarak bir araştırma yaptınız mı o döneme dair? Neden özellikle 1930’lu yılları seçtiniz?
Mehmet H. Doğan, Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları üçlemesinden bahsederken romancıların anlatmak istediği dönem ile ilgili bir çalışma yoksa bile o döneme dair birer sosyolog gibi çalışma yapmaları gerektiğini söylüyor ve üçlemeyi bunun başarılı bir örneği olarak gösteriyor. Belli bir tarihi dönemi anlatırken, hem o döneme saygılı olmak hem de işi ciddiyetle yapmak için araştırma yapmanın önemine inanıyorum. Ben de, dönem ile ilgili sanat yapıtlarından, o dönemi anlatan eserlere; dönemin gündelik hayatına dair haritalara, gazete arşivlerine ve fotoğraf arşivlerine değin uzun bir araştırma yaptım. Araştırmanın belki de yüzde seksen, doksanlık bölümünü kullanmadım kitapta, ama bana yazarken dönemin hissiyatına dair bir kılavuz olarak yardım etti tüm öğrendiklerim. Neden 30’lu yılları seçtiğimi şöyle anlatabilirim; 30’lu yıllar, özellikle de 33, Nazilerin iktidara geldiği, Alman bilim insanlarının Türkiye’ye kaçtığı, eroin fabrikasının kapandığı, Darülbedayi’nin Şehir Tiyatrosu’na dönüştüğü ve Cumhuriyet’in ilk on yılını tamamladığı önemli bir dönüm noktası. Böylesine ayrıntıların işlevsel olduğunu düşündüm açıkçası. Bunun yanı sıra, 1929-1933 arasının özellikle Almanya’da ama tüm Kıta Avrupası’nda çok enteresan bir döneme tekabül ettiğini düşünüyorum. Weimar Cumhuriyeti gibi hem stresin, baskının, sıkıntının, ekonomik zorluğun yaşandığı hem de böylesine önemli yapıtların üretildiği, yepyeni bir kültürün oluştuğu bir dönem yok gibi geliyor hep.
Tatavla’yı anlatma isteğiyle mi başlamıştınız romanı yazmaya? Yoksa (ana karakteriniz) Mahir’in hikâyesini anlatma isteği mi sizi Tatavla’ya götürdü.
Aslında, Tatavla’yı anlatma isteği ile yola çıktım diyebilirim. Buna, yasal eroin fabrikaları bilgisini de ekleyince arada bir bağlantı kurdum ve Mahir’i orada çalışan Avrupa tedrisatı görmüş bir kimyager, ancak henüz olamamış, iddialı bir şekilde Tatavla’nın destanını yazmak için çırpınan bir şair olarak kurguladım.
Biyografinizden okuduğum kadarıyla ilgi alanlarınız arasında sinemanın hatırı sayılır bir yeri var. Hatta film yapma planlarınız olduğunu söylemişsiniz. Sinemaya olan bu ilginizin yazma isteğinize etkisi oldu mu?
Uzun yıllardır yazıyorum, hikâye anlatıcılığı her daim ilgimi çeken bir şey oldu. Bazı dönemlerde ki bu dönemler bazen yıllar bazen ise birkaç gün oluyor, sinema yapma isteğim öne çıkarken bazen de yazma isteğim ön plana geliyor. Her hikâyenin anlatılması gereken bir mecra olduğunu düşünüyorum, bazı hikâyeler haber olabilir, bazıları roman, bazıları film. Bazıları birkaçı birden… Sinema ve edebiyat ile olan ilişkim hikâye anlatıcılığında birleşiyor aslında.
Kimi yazar benim için hikâye daha önemlidir der kimisi de biçime vurgu yapar… Sizin için hikâye mi yoksa biçim mi daha önemlidir?
Her ne kadar biçim konusunda devrimci atılımlar yapan Beckett, Joyce ve Kafka gibi yazarlara büyük saygı beslesem de, hikâyenin benim için bir adım daha önde olduğunu söyleyebilirim. Fakat bundan şunun anlaşılmaması gerekiyor. Biçim ve içerik birbirinden bağımsız iki kavram değil. Her hikâyenin anlatılması gereken bir biçim var bu yüzden. Benim için içerik biçimi belirliyor genelde diyebilirim fakat içerik biçimi belirlediği gibi, biçimin de içeriği belirlediği oluyor.
Epope Tatavla’yı okurken eskinin edebi tadı varmış gibi geldi bana. Bu tadı ilk kitabınız Münhal’deki öyküleri okurken de almıştım. Genç bir yazarsınız ama sanki, edebiyat anlayışınızı daha çok eski yazarlar şekillendirmiş gibi…
Eski yazarlar ne kadar doğru bir tabir olur bilemiyorum, fakat günümüz edebiyatındansa 19. yüzyıl ve 1980 öncesi 20. yy edebiyatına kendimi daha yakın hissettiğimi söyleyebilirim. Bir yandan da az önceki sorunun cevabı ile de ilişkili bu. Eskinin edebi tadını aldıysanız eğer, bu biraz da hikâyenin o “eskide” geçmesinden kaynaklanıyor. Çünkü o dönemi anlatan bir hikâye ister istemez o dönemin anlatım tarzına yakınsıyor.
- Farklı okumalara açık bir roman: Tuhaflıklar Fabrikası - 12 Kasım 2018
- Ece Erdoğuş:”Dipsiz mutsuzluk insanı öldürebilir.” - 12 Ekim 2016
- Eyüp Aygün Tayşir: “Galiba artık bir ilk romana cesaret edebilirim dedim.” - 30 Temmuz 2016
FACEBOOK YORUMLARI