Terazisinin bir kefesinde kalp diğerinde tüy, zamanı tartan şair Fikret Demirağ

Bir yanda çan bir yanda ezan sesi, bir yanda iyiliğin bir yanda kötülüğün kol gezdiği Lefke’de büyüyen Memeler Dağı’nın çelimsiz çocuğuydu…

Bir gün karanlığa dönerken yüzün/ önde durup Hayat Terazisi’nin,/ bir kefesinde gerçek, bir kefesinde yüreğin,/ dürüstçe diyebilir misin ki: ‘Hiç kimseye kötülük etmedim, yakınlarımı bahtsız kılmadım, kötülüğe yakınlık göstermedim (…) Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı (…) kimseyi ağlatmadım, kimseyi öldürmedim ve kimsenin kahpece öldürülmesini buyurmadım, kimseye yalan söylemedim (…) yiyecekleri yağmalamadım (…) çocukların ağzından sütü uzaklaştırmadım, (…) pahalı ve eksik satmadım, terazinin üstüne elimi bastırmadım, tartarken ve ölçerken hile yapmadım (…) Ben temizim, temizim, temizim.’ Bir gün karanlığa dönünce yüzün/ önünde durup Yargı Terazisi’nin/ (bir sanrı olan o terazinin)/ dürüstçe bunları söyleyebilir misin?/ Susma, bir yanıt ver!” (Fikret Demirağ) 

“Nereye gitsen yurdundan adın çağrılır…”

manset-823

Bir yanda çan bir yanda ezan sesi, bir yanda iyiliğin bir yanda kötülüğün kol gezdiği Lefke’de büyüyen Memeler Dağı’nın çelimsiz çocuğuydu… Teravih namazlarını aşağı camide kılar, cumaları Minareli Camiye çıkıp şiir okur gibi dingin ve serin selâ okurdu. Harçlık çıkarmak için “Köfün Hammallığı” yapmaktan yüksünmedi. Bulduğu her kitabı tersinden ve düzünden okur, resimsiz kitapların resmine bakardı. Her zaman elinde kitabıyla antik tarihe yürür gibi çıkardı Memeler Dağı’nın tepesine (Çok sonraları şiirleriyle kazıbilim yapacaktır ada tarihini…) Tepeye çıkınca denize şiirler okuyan “Mannav Ahmet”in âşık oğlu. “Güzel yıllar… gazal yıllar… özel yıllar…”dır. O gün pazardı. Muhtemelen değil kesin olarak Pazar. Rum sevgili kiliseden üstü-başı dua ve öğütlerle çıkmaktadır. “Pazar giyimli” dini kalabalık: “Ortodoks toz.” Esmer genç tenhadadır. Muhtemelen değil, çünkü aşkın haram tenhalarda zuhur ettiğini bilirdi. (Çok sonraları “çıkmazın güzelliği”nin şiiri besleyen tenha olduğunu öğrenecektir…) Yıllar sonra, “Kiliseden çıkıyor sevgilim, kasabanın gözde kızı;/ dininden çıkmadan Aşk dinine girmeyi bilmiş/ Gün pazar, geçmiş zaman, ikimiz de genç ve lekesiz./ Sevgilim cemaat arasında, ben tenhadayım/ Ve Eros’un kanat sesleri havada…” dizelerindeki gizli tarih olacaktır bu aşk… Aşk dediğin haram olurdu olmasına da, onların ki, iki, üç daha fazla haramdı. Aşkın vaktine mezmur geçen “Uzun yıllar… hazin yıllar… hazan yıllar…”dan sonra, kimsenin şiir duyacak vakti olmasa da o, şiir yazar atar Aşkdeniz’e: “Kilise yok artık, Pazar giyimli kalabalık da;/ sevgilim kin ve zamanla yaşlandı uzaklarda,/ bir hır-gür’de çiğnendi o haçsız-hilâlsiz Aşk.” Yer bir zamanlar Kıbrıs’ın Bâbil Kulesi Lefke’dir.

Roma döneminden sonra kapatılan bakır yataklarını 1929’da İngilizlerin işletmesiyle sosyolojik-siyasi yapısı yeniden şekillenen özgün kasabanın çocuğuydu Fikret Demirağ. Altın dönemini 1940-60’lı yıllarda yaşayan antik bakır kenti. Evinden çıkan bir Lefkeli’nin, önce Rum kızı Olga’ya uğradığı, sonra Klikyalı Ermeni Varteni ile iki çift “Güzel Türkçe” lâf ettiği, kuşluk vakti Osmanlı bir ninede geçmiş ve gelecek duygusu yaşadığı, köşe başındaki Yahudi’nin karısıyla ilgili dedikoduların yapıldığı bir kasaba. Sokaklarında en az üç dilin konuşulduğu, Türklerin, Rumların ve Ermenilerin üç ayrı “koloni” halinde, iç içe ve dış dışa yaşadıkları, 1955’ten sonra EOKA derdine düşen İngiliz kamplarının atmosfere eklemlendiği ve hatta İngiliz askerin Türk takımlarının maçta “…..” diye tezahürat yaptığı bir kasaba. 1950’li yıllarda iki sinema, iki lise, gece klüpleri, iki-üç yazlık bahçe, bir genelev, üç-dört meyhane, iki-üç otel olan, Maratasa’nın, Solya’nın, Dillirga’nın merkezi Lefke. Çok dilli, çok kültürlü, çok etnili ve çok inançlı toplumsal iklimi 1955’lerden sonra bozulmaya başlayan, 1958’de Türklerin Rumları kasabadan kovup, okullarının yakılmasıyla noktalanan trajedi. 1963 sonrasında Türklere kalan, 1974’te son noktanın konulmasıyla tarihe-coğrafyaya karışan eski Lefke. Ve Lefkeli bir şair; Fikret Demirağ…

Onun esirgeyen ve bağışlayan “Lefke sevgilim” dizeleriyle başlıyoruz hikâyeye…

“Birbirimizin avlusunda ağlıyoruz şimdi”

Ksenu Komşu/ Annemin diliyledir
Yıllar sonra/ yaşıyorsan/ hâlâ/ yıllar önce/ hoşnuttum ben/ komşu güzelliğinden,/ Allah’ın da/ hoşnut olsun, öldüysen/ dinince dinlen// Yıllar önce/ bembeyaz bir odada/ başımda doktorlar, nörsler/ ben ölümle pençepençken/ süt kuzusu kızcığımı/ göğsüne bastıran, ve- oğlucuğumu/ sevgi südü emzirerek/ beleyen// Bir dolu/ kırıp geçirip/ yürek ekinlerimizi,/ bir kırağı/ yakıp kavurup- dal uçlarımızı,/ bir rüzgar/ yıkıp devirip/ asma ve yasemin/ talvarlarımızı// koptuk// Şimdi arada/ yıllar yıllar/ ve silah siren.
(Fikret Demirağ)

Kıbrıs halklarının tarihi, milliyetçi kötülüklere karşın tarihsel-güncel bir değer olan “komşuluk tarihi” da olarak okunabilir. Adalıların rüyaları, terk ettikleri köyleriyle, komşularıyla süslüdür. Adada yaşayan Rum, Türk, Maronit ve Ermenilerin tarihsel bilincindeki komşuluk hali, gündelik hayatın doğal bilgeliğini imleyen “Bilmiyorlar ama yapıyorlar” haldir. Fikret Hoca’nın çocukluğu da kıymetli olduğu kadar çelişki dolu komşu hatıralarıyla süslüdür. Babası Ahmet Mustafa, Baf’ın Magunda köyünde, annesi Kezban Poli/Hirsafu’da doğar. Okuma-yazmayı kendisi öğrenen Ahmet Mustafa, maişet derdiyle gittiği Lefke’de şarkıcı Nil Burak’ın dedesinin çobanı olur. Annesi Kezban ise, Baflı göçmen-işçilerin yaşadığı Lefke’ye yerleştiğinde 15 yaşındadır. “Hoca Dede”nin çobanı Ahmet Mustafa ile Kezban hatırlı komşuların yardımıyla evlenirler. İlk çocukları Lütfiye ölür, ikinci çocukları Vicdan’dan sonra 1940’ta Fikret doğunca anne Kezban; “O yılın Yennar’ıydı. Trodos’a değil ovalara da kar yağmıştı” diye tarih düşer. Türk çocukların Yukarı ve Aşağı Mahalle ilkokullarında okudukları 1940’ların 16 bin nüfuslu Lefke’sinde Ksenu ile Demirci Hacı’nın kilise yakınındaki evlerinin bir odasında kiracıdırlar.

“İdonisa” Rumca “kadın komşu” demektir. Marulla ve Yanulla adlı kızları olan Ksenu iyiliği bitmeyen biridir. Anne Kezban hastanedeyken Ksenu Fikret’e ve ablasına sütannelik yapar. Yıllar sonra annesi, “Ksenu çok iyi bir Rum. Diğer Rumlar neden onun gibi değil?” deyince Fikret, “Kıbrıs’ta herkesin bir Ksenu’su vardır. Sizin kuşağınızın herkesin ‘iyi Rum’u, iyi Türk’ü’ vardır. Herkes tanıdığı Rum’u, Türk’ü severken diğerlerinden kuşkulanır” diye cevap verir. Her Kıbrıslı Türk’ün bir Ksenu’su, Demirci Haci’sı, her Kıbrıslı Rum’un bir Kezban’ı, Ahmet Mustafa’sı olması sosyolojik bir gerçekliktir.

– İkinci Dünya Savaşı yıllarıymış. İtalyan uçakları adayı bombalıyormuş. Sirenler çalınca yoksul evlerde gaz lambaları söndürülürmüş. Adalılar tedirginmiş. Türkler ve Rumlar askere yazılıyormuş. Halk, “Alamancılar” ve “İngilizciler” diye ikiye ayrılmış. Bombardımanlarda sığınaklara girmeyi denetleyen babam Ahmet Mustafa bir kış gecesi sirenler çalınca göreve gitmiş. Anneme göre kâbus dolu o geceymiş. Küçük bir odacıkta “Alaman uçakları” beklenirken ablamla ben ağladıkça 16 yaşındaki annem de ağlarmış. Uçak ve siren sesleri arasında uzaklarda yangınlar görülmüş. Pencere tıklanınca ‘Alaman geldi’ diye korkuyla fırlayıp, ‘Kim o?’ demiş. Ksenu’nun, ‘Komşu kapıyı aç’ sesiyle rahatlamış. Ksenu, kocası Demirci Haci’nin “Türk kızcık korkar, onları avludaki sığınağa getir” tembihini iletip bizi götürmüş. Babamın madende çalıştığı günlerde Demirci Haci’nin Müslüman kiracıları incinmemesi için bahçede dolaşan domuzcuklarını satması annemi duygulandırmış.

İlkokula başladığımda babam orta halli bir manavdı. Memelerdağı Mahallesi’nde iki göz bir evimize taşınmıştık. Tarihi CMC grevinde polislerle grevciler taşlı-silahlı çatışmışlardı. Veresiye defterine Baf’taki köyünün kuşbakışı krokilerini çizerek hayaller kuran muhalif babam, borçlarını ödeyemeyen işçilere kızıp grev kırıcılarının safına geçmişti. Önce işçileri destekleyen Türk liderliği de ABD şirketinin yanında yer almış, işçileri bölmeyi fırsat bilmişti. Cemaat lideri Dr. Fazıl Küçük ile sendikacı Hasan Şaşmaz’ın grevi kırıp Türk işçilerini PEO’dan ayırmak için bir kahvede anti-Rum ve anti-komünist nutuk attıkları anlatılırdı.

Bir Rum kadın “siyahi” çocuk doğurduğu halde kocasının boşamaması dedikodu konusuydu. Rum çocukların dışladıkları Arapçık Andriko’yla arkadaş olmuştuk. Çıraklık yaptığımız bir yaz günü Orta Cami’nin çeşmesinde ellerimizi yıkarken “Fatih Sultan Mehmet 1453’te niçin Rumları öldürdü be? Rumlar ne yaptı da öldürdü?” deyince şaşırdım. Okuldaki milliyetçi propagandanın etkisiyle Fatih’in yaptıklarından beni sorumlu tutup arkadaşlığımızı bozmuştu.

Aşkdeniz’in ortasında ilk aşk

“İlk gençliğim: Ten çığlığı, yaz yapışkan geceler!/ Dinim AŞK diniydi. Gövdemde erotik bir zonklama-/ Dinim gövdendi. AŞK her şey, Hayat ve Dünya!/ İnce beyaz gömlekli yaz gençliğim-/ AŞK’tı adın: Bir düğün müziği duysa pembe uçları/ Bir sevişmeye doğru dikilen memelerin!/ AŞK’tın. Ortak dinimiz AŞK diniydi/…/ ” Fikret Demirağ

Fikret, o yıllara ilişkin Rumlarla Türkler arasında vahim bir düşmanlık anımsamıyorsa okula başlayınca “Türk” ve “Rum” olmanın yeni bir kalıba döküldüğünü hisseder. 1951 veya 1952’lerde, “etnik ayrımcılığı” fark ettiği Andriko olayından çok etkilenir. Öte yandan Kıbrıs işçi sınıfı tarihinin tarihi CMC grevi sekiz yaşındaki Fikret’in belleğine kazınır. Delinen ayakkabıların tamiri uzun sürdüğünden okula yalınayak gittiği günlerde direnişin seyrini babasının hallerinden okumaya çalışır. Onun için o yılların Lefke’sini anımsamak, “silindikçe o günle donanan geçmişi” anımsamak gibidir…

– Lefke’nin köklü Nekipzade sülalesinden, İngiliz lortları gibi şık giyinen Belediye Başkanı Fadıl Bey önemli karakterlerden biriydi. İlkokulda İngiliz Vali’nin geleceği bir gün yollara mersin dalları döşenmişti. Ellerimizde İngiliz bayrakları yolun iki tarafında beklerken, protokolde Fadıl Bey’in kara çarşaflı karısı yerine şık ve güzel bir kadın görenler şaşırmıştı. Vali’ye “karım” diye tanıştırdığı kadın Kıbrıslı şarkıcı Nil Burak’ın annesiydi. Belediye başkanlığı için kıyasıya mücadele olur, Türklerin psikolojilerini yansıtan nutuklar atılır ama Fadıl Bey’i devrilmezdi. Bir keresinde Fadıl Bey seçilemeyince Baflıların oylarını yönlendiren babam kendine pay çıkarmıştı. Türklerin siyasi rekabetleri riskliydi, “liderlere” karşı çıkanların başına her şey gelebilirdi. Babam Rum değil Türk korkusundan tabanca taşırdı. Fadıl Bey’in babam için kiraladığı biri yanlışlıkla komşumuza saldırınca babam yolunu değiştirmişti.

1956-57’lerde dükkânında EOKA için kurşun döküyor diye eski ev sahibimiz Demirci Haci’yı İngilizler gözaltına alınca şaşıran annem, “Haci iyi kalpliydi. Birbirimizi çok severdik. EOKA’ya kurşun döktüğüne göre ikiyüzlü ve Türk düşmanıymış” diye yıllarca söylenmişti. Ona, EOKA’nın o yıllarda Türklere değil İngilizlere karşı savaştığını, korkudan yapabileceğini söylesem de anlayacak hali yoktu. Annem bir akşamüstü keçilerimize çayır yolarken hışırtı duyup saklanmış, dağdan inerek gizlice evine giden silahlı ve sakallı EOKA’cının eski mahalleden tanıdığı Markos Dragos olduğunu görünce şaşırmış. Annem “Seni omzunda gezdiren iyi adam Markosçuk nasıl EOKA’cı oldu?” deyip duruyordu. Orta üçte, manav babama yardım ederken Niyarhos’a alışverişe gelen Omorfo Lisesi öğrencisi saçları atkuyruğu esmer güzeli Maria’yı kırık dökük Rumcamla tavlamaya çalışır, kaçamak buluşurduk. Rumların efsanevi kahramanı Markos Dragos Trodos’larda öldürülüp cesedi Lefke’ye getirilince kız kardeşi Maria bana küstü ve ilk aşkım bitti.

“Bir gün beklenmedik bir savrulmayla gittin” dediği Maria’yı bir daha görmez. Bilinçaltında uykuya yatırdığı ayrılığı yıllar sonra “Hayal Olmuş Bir Aşk İçin Ağlayışlar” şiirine gizler. Aşk’ın, milliyet ve dinden üstün olduğu bilinciyle, “Ah, Atulla manamu, aşkımız, bir ara şarkıcık mıydı?/ … Meryem gözlerinde hâlâ aşk çırpınıyor mu?/ Uçup gittin ve ne aldı yerini?” dizeleriyle nafile aşkını kalıcılaştırır. Efsane Markos Dragos’un öldürülmesi ise ardında söylenceler ve “gizli” korkular bırakarak günümüze değin sürer. Çünkü Markos’u yaylım ateşle öldüren devriye kolunda Yardımcı Türk Polisler de vardır. Onların kimler oldukları, korkularını nasıl yaşadıkları, pişman olup olmadıkları günümüzün de “sırrıdır.”

Kitlesel 1 Mayıs’tan kitlesel Türk-Rum çatışmasına

Kentler de, insanlar gibi iyi veya kötü huylu olabiliyor. Tarih, kentleri ve insanları paranteze alabiliyor. Lefke’nin, Kıbrıslıların kitlesel-ortak mücadelesi 1 Mayıs’a da kitlesel Türk-Rum çatışmasına da sahne olması tarihin ironisidir. Markos Dragos’un öldürülmesinden kısa bir süre sonra halk, İngilizlerin kuşattığı çarşıda merakla beklemektedir. Ayakları askeri aracın dışına taşan bir ceset, “ibret” için halkın arasından geçirilerek karakola götürülür. Teşhis için babası elektrikçi “Kiryakos amca” gelince zafer sarhoşu İngilizlerden biri cesedi gösterir. Kiryakos’un oğluna, “İngiliz puştuna mı vuruldun! Yazıklar olsun!” deyip öfkelenerek çıkıp gittiği, birkaç günde saçlarının beyazlaştığı söylenir. Acendu Kilisesi’nde düzenlenen gece ayini sonrasındaki olaylar ise “ortak vatan” düşünün provası gibidir. Ayine bölgeden Rumların gelmesiyle, “Türklere saldıracaklar!” ruh haliyle çatışma ortamı hazırlanır. Lefkeli Rum gençlerin çoğu EOKA militanı, yakılan Himonidis’in dükkân duvarına sloganlar yazan Türk gençler milliyetçi olduklarından çatışma an meselesidir. O güne kadar kayda değer çatışmanın olmadığı Lefke’de Türklerin Rumları katletmeye başladıkları, Acendu Kilisesi’nin çanını sökerek yerine papazı astıkları söylentisi Maratasa köylerine ulaşır. Bunun üzerine Rumlar 17 araçlık bir konvoyla Aplıç kapısı yoluyla Lefke’ye hareket eder. Durumu İngilizlerden öğrenerek silahlanan Türkler ise, Karadağ, Dörtyol’da toplanır. Madende anons yapılarak Türk işçiler çatışma bölgesine gönderilir. Lefke’yi basmaya gelen öfkeli Rumlar, öfkeli Türklerle karşılaşınca ortalık cehenneme döner. İngilizler Türklerin elinden kaçabilenleri yakalayarak hapseder. Çok sayıda yaralanan olur. 900’den fazla Rum’un evleri, dükkânlarının yakıldığı eylemler kasabayı terk etmelerine kadar sürer. Bu provokasyonu düzenleyenlerin kim olduğu sorusu ise boşlukta kalır.

– Markos Dragos öldürülmüş, ilk aşkım kardeşi Maria bizi terk etmişti. 1958’de olaylar Lefke’ye de sıçradı. “Himonidis ve Nişanyan kardeşlerin kumaş depoları yanıyor!” haberiyle ilk sabotajlar başlatıldı. Yangından kısa süre sonra Rumların bazıları Trodos Dağları’nın Lefke’ye bakan yamaçlarındaki köylere, bazıları Ksero’ya, Güzelyurt’a (Omorfo) göç ettiler. Rumlara, “Size hayat hakkı yok!” ihtarı yetiyordu. Artık Rumsuz kalmıştık! Bir yaz günü siyah bir gömlekle TMT’nin örgütlediği Spor Kulübü’nde kitap okurken Rumların Lefke’yi bastığı haberi geldi. Lefke’den kaçırılanlar da içinde otobüslere dolan Rumlar av tüfekleri, balta ve bıçaklarla kasabaya varmak üzereydi. Türkler ellerine ne geçerse Rumları karşılamaya koştu. Rumların geldiği mahallemize doğru koşturduğumda çatışma başlamıştı. Siyah gömleğim nedeniyle beni Rum sanan bir Türk madenci elinde balta peşimden koşmaya başlamış. Tepeden çatışmaları izleyen kadınların “Türk’e dokunma!” sesleriyle durduğumda nefesi ensemdeydi. Türk olduğumu söylediğimde “Gidip Rum pezevenkleri geberteyim!” diyerek öfkeyle uzaklaştı.

Sürekli elektrik direkleri üstünde gördükleri için çocukların elektriği icat eden kişi sandıkları Lefkeli kabadayılardan Hasan Bıldır’ın arkadaşı Kiryakos 1963 çatışmalarına kadar Lefke’de yaşar. EOKA’cı “Sidikli Markos” ile 9 Eylül Cephesi lideri yakışıklı Ulus Ülfet’in aynı sokaklarda büyüdükleri bir kasabadır Lefke.

Fikret, İ Hora’ya, Şeher’e geliyor

Fikret 1952’de Lefkoşa Bayraktar Ortaokulu’na başlar. Amcası Esat’ın evinde ikamet eder. “Kemal Uysal Kitapevi”nden aldığı kitaplarla okuma hevesi başlar. Beş şilin olan haftalık harçlığının dört şiliniyle kitap alır, bir şilinle Türk veya Rum sinemasına gider. Cesaret edip ilk ciddi kitap alıp okumaya başladığı kitapçı Afif Hikmet Mapolar’dır. Evlerine ilk kitabı o götürür. Kıbrıs Türk Lisesi’nde okuduğu 1955 yaz tatili bitiminde Lefkoşa’ya döndüğünde duvarlardaki yazılar, sakallı adamların afişleri onu şaşırtır.

– Duvarlarda aranan EOKA’cıların İngilizce afişleri vardı. Faşist Grivas’ın bereli afişleri dikkat çekiyordu. Rumların “Zapata’sı!”, “Che Guevara’sı!” Grigoris Afxentiou’nun başına para ödülü konmuştu. Mavi boyayla yazılmış “Enosis, EOKA, Zito Elada” yazılarından sonra duvarlarda kırmızı boyayla yazılmış TMT imzalı “Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacaktır” yazıları görüldü. Milliyetçilerin sokak egemenliği dönemi başlamıştı. Öldürmeler, mitingler, sokak çatışmaları, ev-dükkân yakmalar işsiz-güçsüz takımına rant sağlıyordu. Bu atmosfer içinde şovenizme karşı olan her iki toplumdaki bilinçli insanlar; solcu işçiler, aydınlar, muhalifler EOKA ve TMT tarafından “Hain!” diye öldürülüyordu. Evkaf Han’ı basan iki kişinin “vatan haini!” diye bir Türkü öldürdüğü yayılır, sonra öldürenin güzel kadınla evlendiği eklenirdi. “Rakiplerini!” teşkilat kurşunlarıyla “milli dava” için “hain!” diye öldürenlerin kimler olduğu bilinir ama hiç bilinmezdi! Çatışma dinamiğinin liseliler olduğu dönemin şarlanmışlığında herkes gibi milliyetçiydim. Sömürgeciliğe karşıydık ama başka bir sömürgecilik için çarpışıldığını bilmiyorduk. Bizden önceki öğrenciler göndere İngiliz bayrağı yerine bisiklet çekmişlerdi. İngiliz öğretmenlerle dalga geçerdik. Bodur, İngiliz öğretmenleri temizlemekten söz ederdi. Dönemin en ünlü TMT’cisi Tremeşeli Mehmet Ali’nin kardeşi Bodur İbrahim bir gün valiz içinde tabanca-mermi göstermişti. Bodur ve Ramadan “dava” için her göreve hazırdı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin arifesinde ABD’nin zoruyla Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin anlaştığı haberi gelince Dr. Burhan Nalbandoğlu’nun “Vatan satılıyor!” nutkuyla harekete geçerek o gece gizlice toplanmıştık. Liderlik ve TMT, Türkiye’ye Demokrat Parti’ye tepkisini TMT’li öğrencilerin başı çektiği liseliler üzerinden örgütlüyordu. Ertesi gün Celal Bayar ve Adnan Menderes Lisesi’nin erkek-kız öğrencileri halkı peşine takıp sloganlar atarak Hisarüstü’ne geldiğinde Türkiye Konsolos’unun makam otomobili önümüzü kesti. Konsolos, Türkiye’ye ihanet etmekten vazgeçmemizi söyleyince, otomobilini yumrukladık. 1959’da lise sonda okulun pankart yazıcısıydım. “Vatan satılmaz, Kıbrıs dolarlara satılmaz” ana fikriyle yaptığım, terazinin bir kefesinde dolarlar, diğerinde Kıbrıs olan karikatürlü pankart konsolosu çok rahatsız etmişti. Dr. Küçük elebaşları isteyince şövalye bir genç olan İbrahim, “Şair adamı yedirmeyiz! Her şeyi biz yaptık” diyerek beni korumuş, cemaat liderinin huzuruna çıkarılan militanlar pazarlıkla affedilmiş, Ankara işi soğutunca da olay unutulmuştu 

Piyangodan çıkan TMT eğitimi!

1959’da liseyi bitirir, 1959-60’da Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nde öğrenciliğe başlar. Okuldaki bir şiir yarışmasında birinci olur. Şair Özdemir İnce ile tanışır. Türkiyeli öğrencilerin ve aydınların “milli davadaki” cahillikleri dikkatini çeker. Kıbrıslıtürkler için “Gâvur piçi, İngiliz piçi” denmesini giderek umursamaz, Türkiye’yi eleştirdiğinde kim olduğu hatırlatılarak susturulmayı kanıksar.

– 27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda politikaya ilgisizliğimden olanları anlayamıyordum. Şiir yayımlamak, sevgili bulmak hevesindeydim. DP hükümetinin gösterileri engellemek için okulu tatil ettiği darbe öncesi günlerde Özdemir İnce ile arkadaş olduk. Adana’dan sınıf arkadaşı Yılmaz Güney’le beni Kızılay’daki Kareli Meyhane’de Yılmaz Güney ile “Çok büyük bir aktör olacak” diye tanıştırmıştı. Gazi Eğitim şiir matinelerinde F. Hüsnü Dağlarca, Turgut Uyar gibi şairleri görüyordum. Günün birinde “Cumhuriyetiniz kuruldu” dediklerinde iyice şaşırdım. Lisede Kıbrıs’ın satılmaması için mücadele etmiştim ama gelişmelerin uzağındaydım. 1961’de mezun olup adaya döneceğimiz günlerde teşkilatçı Kıbrıslıların fısıldamalarını görüyordum. Polili Turgut bana “Dönmüyorsun” deyince “talimat” verilen 30’a yakın Kıbrıslıyla iki gün sonra gruplar halinde Kızılay Parkı’na gittik. Bankta oturan gazeteyle yüzünü kapatmış şahıs kalkarak şapkasını alnına yıkıp, pardösüsünün yakasını kaldırarak 1950 model ajanlar gibi yürüdü. Peşinden gittiğimiz garda, soranlara İstanbul’a gittiğimizi söylememiz, rastladığımız Kıbrıslıları tanımamamız söylense de trende durum anlaşıldı. İndirildiğimiz istasyonda ışıklarını söndürmüş bekleyen üç askeri kamyonla Narköy’e ulaşıp eğitime başladık. Bir gece bir generalle, gizemli bir biçimde gelip hamasi nutuk çekerek giden, paltosunun yakasını kaldırmış kasketli adam Rauf Raif Denktaş’tı. Bir başka gece Kenan Evren zannettiğim biri; Rumlarla çatışmaya hazırlandığımızı, bildiklerimizi asla kimseye bir şey anlatmamamızı, eğitici komutanları katiyen tanımayacağımızı söyleyerek kuralları anlattı. 28 günlük eğitimden Ankara Garı’na bırakıldık. Daha sonra bazılarına “yemin” ettirdiklerini duydum. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bozma hazırlıkları başlamıştı.

“Artık naif bir muhaliftim”

Kıbrıs’a dönünce Celal Bayar Lisesi’nde öğretmenliğe başlar. “Şölen” adlı edebiyat dergisi çıkarırlar. O yıllarda yazdığı, “Bir ordu şimdi bu şiirin kuzeyine çekiliyor” gibi başkasına ait sesle yazılan şiirler özentiden çok, dilin ve atmosferin yanlış yerde aranışı gibidir. Dr. Küçük’ün Halkın Sesi’nde haftada bir sanat sayfası hazırlar. Şair Özdemir İnce ile yazışırken genelde uzak ülkelere gitme özlemi içeren romantik şiirler yazar. Şimdi “keşke yayımlatmasaydım” dediği kitaplardan ilk ikisi (Tutku ve İkinin Yaşamı) 1960’da, Atilla İlhan ve İkinci Yeni etkisinin yoğun olduğu şiirleri “Esperanza” 1962’de, “Açar Yörüngeler Çiçeği” 1963’te basılır. 1965-66’da Lefkoşa-Magosa yolunda milliyetçi bir köy olan Konedra’da (Gönendere) hayatının en zor günlerini yaşar. Türklerin enklav (kapalı bölge) döneminde, İpsillat (Sütlüce), Yenegra (Nergisli), Kufez (Çamlıca), Yeniceköy, Stroncilo (Turunçlu), Beyköy, Abohor (Cihangir) köylerinden oluşan en büyük Türk enklavının merkezi Serdarlı (Çatoz) da öğretmen-mücahittir.

– 1963 çatışmaları hayatlarımızı derinden etkileyen “iç savaş”tı. 1960, 63’lerin siyasal ikliminde şiirime pek yansımasa da naif bir muhaliftim. Türkiye derin devletinin, Kıbrıs Türk yöneticilerinin siyasi oyunlarına öfkem nedeniyle sürgüne gittiğim köyde ilkokul müdürü olan Teşkilat sorumlusunun iç iktidar kavgasında öldürüldüğü konuşuluyordu. Bir duvar dibinde Meksikalılar gibi oturan adamın kötücül bir bakışla “merhaba” deyince yanımdaki “vuranlardan biri!” demişti. Konuşmalarımdan rahatsız olan Samuel Beckett’e benzeyen TMT lideri kahveci Orhan “Ayağını denk at hoca! Bunlar yanlış fikirlerdir!” dese de tehlikenin farkında değildim. Orhan; “Türkiye geldiğinde gökten bildiriler yağacak” hamasetiyle kahvede sipere yatıp ırkçı konuşmalar yaparken ben öldürülen teşkilat başkanını düşünürdüm. Bir gün bakanlık, Galatya’da (Mehmetçik) bir yıl öğretmenlik yapmış Amerikalı bir Barış Gönüllüsü gönderdi. Cahit Sıtkı Tarancı’dan şiirler okuyan Jerry Kosowich ile birlikte kalıyorduk. Hafta sonlarında ben Lefkoşa’daki aileme, o ABD Elçiliği’ne gidiyordu. Rum polislerin Tahtakale’de iki Türk’ü vurdukları hafta sonu, Girne Kapısı’nda taşlı-sopalı öfkeli Türkleri görünce olacakları sezmiştim. Erken yattığım o gece silâh sesleriyle uyandım. Elektrikler kesildiğinden şehir zifiri karanlıktı. Olayı fırsat bilen Denktaş, “Teşkilatı” mevzilere sokarak “iç savaş” başlatılmıştı. EOKA’cılar zaten bahane arıyorlardı. Türk ve Rum “kahramanlar” hazırlıklıydı. Milliyetçiliğin yönlendirdiği bu provokasyonda taraflar masum değildi. Sıradan insanlarsa “kurban” ve “figüran”dı. “Vatan haini” olmamak için ikinci gün sokağa çıktığımda stenle koşarken rastladığım Aziz, “Düş peşime” dedi. Anneme haber verdikten sonra Baf Kapısı’na bakan bir Ermeni evinde bir çavuş, silâhsız birkaç liseliyle 20 gün kaldık. Köye döndüğümde ise üç yıl dışarı çıkılmayan zor günler başladı. Gündüz öğretmen gece “gönüllü mücahit”tim. Bir gün, beni şortla gören Orhan huzuruna çağırtarak, “Artık gece nöbetçimsin!” deyince, mücahit elbisesi giyerek piyade tüfeğiyle nöbete başlamıştım. Üç yılım, Rakibini öldüren birinin insafında, suçluluk duygusu ve ölüm korkusuyla sabahlara kadar uyumayan eli silâhında Orhan’ı beklemekle geçti. Jerry çarpışmalar sonrasında ABD’ye gitmiş, Orhan’ın ve çevresinin kinleri öldürülmem ihtimalini artırmıştı. Bir akşamüstü kahvede otururken yeni mezun ettiğimiz öğrencilerin de içinde olduğu mücahit eğitimi yapan grup uzaktan geçerken birkaç köylü saygıyla ayağa kalkmıştı. Biraz sonra çocuklardan biri gelerek küstahça çağrıldığımı söyledi. İki yanında Celâl ve Zekâ isimli silâhlı TMT ileri gelenleri, masanın üstünde tabanca Orhan’ın huzuruna çıktığımda, “Asker geçerken ayağa kalkılır!” diye kükreyince başıbozuk çocukların uzaktan geçtiklerini söylediğimde silâhlar üstümüze çevrildi. Bizi köpek gibi bağlayıp maarife göndereceğini söyledikçe suçumuzu soruyordum. Hayatımız iki dudağı arasındaydı. Sonuçta sustuk. Bizi kovunca da sersem gibi çıktık. Tipik bir faşist olan okul müdürümüz Salih Bey’e durumu söyleyip ertesi sabah köyü terk ettik.

“Demir” emiri keser!

Köye adını veren Serdarlı ailesinin kızı olan öğrencisi Emine ile duygusal yakınlık dikkat çekince kızı istemesi gerektiği hatırlatılır. Köyden “muhterem kadınlar heyeti” oluşturularak söz kesilir. Sözlüsüyle vedalaşamadan köyden ayrılması içine dert olur. Lefkoşa’da rastladığı okul müdürü Salih Avcı’nın, “İyi ki kaçtın, beni bile öldüreceklerdi!” sözlerine şaşırır. Lefkoşa’da nişanlandıktan bir ay sonra 1967’de Larnaka yakınlarında Luricina/Akıncılar köyüne tayini çıkar. Gittiği geceden başlayarak bir yıl boyunca öğretmen-mücahit olarak dağları bekler.

– Bir kapalı bölgeden diğerine naklolmuştum. Önceki enklavdaki “Akrep Komutan” yerine burada “Demir Komutan” hüküm sürüyordu. Daha ilk gece mücahit bir çocuk çağrıldığımı söyledi. “Demir” kod adlı zayıf, sinirli genç subayın, “Hoca! Geldiğinden haberimiz bile yok!” uyarısına o gün geldiğimi söylediğimde, elbise giyerek nöbete başlamamı emretti. Böylece gündüz sivil, gece silâhlı nöbet başladı. Her gece 50 metre arayla dizilerek dağlardan gelecek “düşmanı” bekliyorduk. Dost olduğum, eli silâhında, kuşkulu ve tedirgin bir öğretmenin Derviş Kavazoğlu ile Mişauli’yi vuranlardan biri olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. Muhalif gibi konuştukça, ağzımdan laf almaya çalıştığı düşüncesiyle temkinli davranıyordum. Hayat dayanılmaz bir hal alınca, Demir Komutan tarafından kurşuna dizilmeyi göze alarak köyden ayrılmak istedim. Başvurulara bakan zamanın ünlü siyahî sporcusu Fikri Karayel’e, uzun süreli izin isteyeceğim için beni en sona bırakmasını söylediğimde gözleri yatağından fırlamış, kan-ter içinde kalmıştı. Her şeyi göze almıştım. Komutanın huzuruna girdiğimde selâm vermedim ve esas duruşta durmadım. Ne olduğunu sorunca da bir ay izin istedim. Bir hafta bile zor, dediğinde, dört yıllık mücahitliğimde izin kullanmadığımı, bir yıldır da nişanlımın ve annemin yüzünü görmediğimi söylediğimde 15 gün vermek istediyse de ısrar edince, “Siktir git ulan! Attım seni mücahitlikten” deyince, “Baş üstüne komutanım!” diye çıkarak ertesi gün köyü terk ettim. Bir hafta sonra Girne Kapısı’nda Demir Komutanı gördüğümde Türkiye’ye döneceğini söylediyse de vukuatı olduğu belliydi. “Kıbrıs size emanet” dedikten sonra vedalaştık. İddialara göre ise emanetindeki kasadan “dava” parası 5000 sterlin kaybolmuş, üstelik köyün en güzel kızını ayartmıştı! Köylüler “Para da kız da gitti!” diyor Ankara’da dükkân açtığı söyleniyordu.

1967, Fikret Hoca’nın belleğinde “Alacakaranlık Kuşağı” yıllarından biridir. Ama en çok da, kod adı “Demir Komutan” imgesi olarak, yani bölgenin “Türkiyeli tanrısı” olarak belliğine kayıtlanır. 2004’te yılında şöyle yazacaktır; “Kin ve umutsuzluğun karne notunun 10, şiir ve umudun notunun ise (o) olduğu bir yıl. Türkiye ise çok uzakta… Ve flu…” (Türkiye’nin Çıplak Tarihi) 

Girne’deki çok kültürlü sokak

1951 doğumlu Emine, 1958 olaylarında Çatoz’lu erkeklerin servi dalları ve fırın kürekleriyle köy girişinde Rumları beklemeleri anımsıyor. Emine Hanım’ın, “Çocukluğumda herkeste ölüm korkusu cümlesi köy tarihinin özetidir. 74 yaşındaki Abahor (Cihangir) köyünden annesi Mümine Hanım’ın hâlâ, Rumlar gelirse nereye gideceği düşünmesi de bu korkuya dâhildir. Patlayan lastiklerin otla doldurulduğu zamanlarda adanın ilk sürücülerinden Şoför Hüseyin, 1963’ün barikat günlerinde otobüsüyle Lefkoşa’ya giderek Rumlarla sohbet eden, sitem edilecek kadar Rum arkadaşı olan biridir. 1972’lerde CTP’lilerin geçemediği fanatikliğiyle ünlü köy, 1974’te trajik ölme ve öldürme mekânlarından biri olarak tarihe geçer. Köyün yarısının Rumların eline geçtiği, “Barış Harekâtı”nda durum tersine dönünce esir Rumların bir kısmının öldürüldüğü rivayetleri adalıların malumudur. Öldürmelerin kim(ler)e yaptırıldığının bilindiği, ama bilmezlikten geldiği, en fazla Rum katleden kişinin delirdiği fısıltılarının dolaştığı bir köy. Mecaza sığınarak söylersek bu köyde herkes ölmüştür ve herkes öldürmüştür! Herkes suçludur. Tüm kuyular ve çukurlar şaibelidir. Halkın Rumların yaptığı Muratağa-Sandallar katliamları için ağıt yakacak hali yoktur. Kıbrıs’ta her ağıt, yarısı doğru yarısı yanlış yarım ağıttır. Adanın her yerinde olduğu gibi Çataz’da da yerin altındadır gerçekler. Sonuçlar yerin altında, nedenler yerin üstündedir. Kimsesiz kemiklerle birlikte toprağın altında tarih de sızlamaktadır. Şimdi CTP’ye eğilimli olan, sınırlar açılınca Rumların gelmeyeceği sanılan köye Rumların gelmesiyle yaşananlar ise sosyolojik inceleme konusudur.

Lefkoşa’da öğretmenlik yaptığı bir yıl, Şair Özdemir İnce’yle yeniden yazışmaya başlar. Yeni şiirlerini beğenen İnce’nin önayak olmasıyla Dost Yayınları’ndan “Ötme Keklik Ölürüm” isimli kitabı yayımlanır. Emine ile Fikret 1968 sonbaharında evlendiklerinde gözleri Atatürk’ünkine benzeyen babası, “Damat Denktaş’a kötü lâf söylerse yüzüm kızarır” demeyi ihmal etmez. Evlendikten sonra üç yıl Girne’de kiliseyle mescidin yan yana olduğu Plato Sokağı’nda otururlar. Çok milliyetli bu sokak onun düşlerindeki Kıbrıs modelidir. Küçükken Lefke’de çocuklara düşman gibi bakan papazı taşlayan Fikret çan ve ezan sesleri arasında öğretmenlik yapar. 1969’da İlhan, 1972’de Ahmet, 1976’da kızları Uzay doğar.

– Sokakta Türklerin, Rumların yanı sıra eski bir İspanyol balerin, Fransız madam, eski öğretmen Abelinda yaşardı. Türk bakkal, parasız Hollandalı yazarın borçlarını veresiye defterine yazarken “Casus mudur nedir?” diye söylenir, Amerikalı biri gece sokakta dans ederdi. Vasili eve gelip beni tıraş ederdi. Eleni Hanım, fanatik bakkal Türk kadına, “Hani de benim kız kardeşim” diye seslenir bizimki, “Ne istersin be” deyince, “çok şeker!” cevabına sinirlenip “iğne batsın diline” derdi. Komünist bir işçinin insan güzeli kızı İstasu, milliyetine bakmaksızın erkeklerle samimi olan civelek bir kızdı. EOKA’nın kuruluşunun kutlandığı bir gece milliyetçi Rum gençleri trampetler çalarak fenerlerle sokaklarda yürüyüş yapınca ışıkları söndürüp üst katta oturmuş, gece yarısı gürültüyle evimize yaklaştıklarında ürkmüştük. Evin duvarını yazmak istediklerinde komünist babayla kızının, “Orada Türk öğretmenle ailesi oturuyor, yazmayın” uyarısıyla uzaklaşmışlardı. Geçtikleri yerlerde mavi boyayla “EOKA. Enosis. Anavatan Yunanistan. Digenis” yazıları, bizim duvarda ise yarım kalmış mavi bir çizgi vardı. Yıllar sonra, 1974’te, İstasu’ya tecavüz edilerek insanlıktan çıkarıldığını, oğulları Gigi’nin gençlerle birlikte kamyonla götürülüp kaybolduğunu, ailenin göç ettiğini duyunca utanç ve öfkeden ölebilirdim. EOKA’cılara slogan yazdırmayan, eşimin her çığlığına koşan, bizleri seven bu solcu ailenin, başlarına gelen felaketten sonra Türkler hakkında ne düşündüklerini hep merak ettim! Kardeşini kaybetmiş, annesi babası muhtemelen ölmüş, tecavüze uğramış İstasu’nun yüzüne bakmayı, göz göze gelmeyi kaldıramam. Bu nedenle karşılaşmamayı, karşılaşsak bile tanımayacaklarını umarak yaşıyorum. Papazla hocanın aynı kahvede karşılıklı kahve içtikten sonra birinin ayine diğerinin namaza gittiği her milliyetten insanın kaynaştığı, akşamüstleri evlerde içkilerin açıldığı, yaz geceleri geç saatlere kadar limanda ve sokaklarda dolaşıldığı Girne’yi hâlâ özlüyorum.

“Varsın o Rum ihtiyar da yaşasın!”

O Kanlı Yaz’da İçimizdeki Çığlık Şuydu:

“Kaç, tavşan! Ölüm ok gibi fırladı yaydan!/ Çiğnedi yüreği korkunun ağır tankları!/ Kaç, tavşan! İşte, gene gökte bir uçak delirdi,/ Yerde tetik çeken parmaklar delirdi, kaç, tavşan!/ Asker oldu Aşk’ı yazan! Asker oldu Aşk’ı yazan!/ Kaç, tavşan! Kaç! Çevrildi sayfası ‘bahar’ın!/ Kaç, tavşan! Sen burda ölürsün!/ Bir keder bombası dönüyor içinde yüreğimin!/ Kaç, tavşan! Gene mayına bastı Hayat!/ Kaç, tavşan! Kaç, tavşan! Kaç!/ Gene idam kütüğüne yatırdılar ‘yarım barış’ı!” (Fikret Demirağ)

1974 her Kıbrıslının hayatında hâlâ iyileştirilemeyen derin izler bırakır. 1963’te Türklerin “mağdur” oldukları süreç tersine dönmüştür sanki. Türkler “Anavatan”larının “esirgeyen ve bağışlayan!” ordusuyla kurtulmuştur! Rumlar ise yenilginin ve bölünme trajedisinin yeni mağdurlarıdır. 1974 onun şiirinin tematik eksenlerinden biri olurken, 1974 yazı ailesi için yeni bir dramın başlangıcıdır. Yaz tatili bitmek üzeredir. İki yaşındaki Ahmet, beş yaşındaki İlhan ile birlikte Çotaz’a (Serdarlı) uğradıktan sonra Lefkoşa’da annesine uğrarlar. Annesi sabahleyin kahve yaparken uzaklardan Samson darbesinin işareti tanksavar ve silah sesleri duyulur. Sokağa fırlarlar. Kıbrıs, yeni bir tragedyanın eşiğindedir.

– Rum Radyosu’nu açanlar “Makarios’a darbe!” haberleriyle sokaklardaydı. Halk ahkâm kesiyor, Rumca bilenler dinlediklerini aktarıyordu. Makarios kayıptı! Yüzlerce ölüden söz ediliyordu. “Makarios öldü!” haberiyle yeni bir şok başlamıştı. Korsan bir radyodan “Hayattayım!” mesajı veren Makarios halkı “Faşist Cunta’ya karşı direnişe” çağırınca ortalık iyice karışmıştı. Her şey Rauf Denktaş’ın hayallerine uygun gelişiyordu. Türkler, Rumların saldırma ihtimaline karşı askeri hazırlığa başlamıştı. Kayıtlı olduğum Boğaz Sancağı uzakta olduğundan Lefkoşa’daki Selimiye Camisi (Ayasofya) arkasındaki 22. Bölük’e gittim. 19 Temmuz öğleye doğru sivilleri dağıtıp, Haydarpaşa Lisesi avlusundaki Havan Bölüğü’ne vardığımızda akşam oluyordu. BBC’yi dinleyen Alpay Durduran çeviri yapıyordu. Avludaki bankın üstünde sırtüstü sızmışım. Sabaha karşı “müdahale başladı!” sözleriyle uyandırıldım. Başımı kaldırıp paraşütlerin inişini görünce fırladım. Savaş başlamıştı ve filmlerdekine benzemiyordu. Korkudan titriyor, dişlerim birbirine vuruyordu. Havan eğitimi görmemiştim, doğru dürüst silâh kullanmayı bilmiyordum. Rumlar atmadan havan atmamamız söylenince beklemeye başladık. Minareye çarpan mermiler avluya düşüyordu. Bu cehennemden nasıl sağ çıkacağımı düşünüyordum. Türk ordusunun can güvenliğimizi sağlayacağı beklentisindeydik. Alpay Durduran Karl Marx’tan fıkra anlatarak, “Bizim ‘Gâvurların’ topları coştular yine!” esprileriyle moral veriyordu. Radyolar propaganda savaşına başlamıştı. Rum Radyosu, “Türk Ordusu karaya ayak basamadı, Akdeniz Türk askerlerinin ölüleriyle dolu” derken, Mücahit Radyosu, “Türk ordusu Girne’ye kahramanca ilerliyor” diyordu. İkinci çıkarma dâhil savaşta vahim ölümler görmedim. Çatışmalar yatışınca bizi Yeşil Hat’a götürdüler. 14 Ağustos’taki ikinci harekâtta Lefkoşa sokaklarında çarpışmalar sürerken Lokmacı Barikatı’nda mevzideyken, Komutan’ın Luricinalı yardımcısı yanımdayken siyah dizlikli yaşlı bir Rum üzerimize doğru gelmez mi? “Hoca, sana av çıktı, vur Rumoğlunu?” deyince bedenimden terler boşandı. İhtiyarın gariban olduğunu söyledimse de döndüğünde vurulmuş göreceğini söyleyerek uzaklaştı. Yaşlı Rum’un önüne uyarı atışı yaparak kaçmasını sağladım. Gelip Rum’u vuramadığımı söylediğimde, “Yutmadığımı bilesin. Varsın o Rum ihtiyar da yaşasın!” demez mi? O gece ne kadar huzurlu uyuduğumu anlatamam. İkinci harekâtta şiddetli bir çatışmada yeni komutanın “Hocam neden ateş etmiyorsun?” sorusuna, “Silahım oraya yetişmez mermim de az” dediğimde “Çatışmıyor görünme! Ateş et, mutlu ol!” deyince tüm mermileri boşaltıp oturdum. Böylece benim için savaş bitti. Okulların açılınca bir gece yarısı gelen komutan “Sabah teçhizatını teslim et ve git” deyince gidiş o gidiş. Verilmeyecek bir cevabım yok; mecburen oradaydım. İnsan öldürmek yapabileceğim bir şey değil. İyi ki kimseyi vurmadım, vurmamak için durumu idare ettim. Temel kaygım kendimi kurtarmaktı.

İki şair, iki “düşman” olarak karşılıklı iki siperde

“Bildiri: ‘Biz savaş ölüleriyiz/ Bundan böyle/ Karşı karşıya değiliz/ Bildiririz’”
Ö. Asaf

Sanatın ve sanatçının vaadiyle savaşların vaadi arasındaki uzlaşmazlığa rağmen sanatçılar kendini savaşın cinnet ortamında bulabiliyor. “Haklı-haksız savaş” tartışması bir yana, teorik olarak karşı çıkılsa da, savaş borusu çaldığında sanatçıların da egemenlerin kutsallarını kuşanarak koşturarak veya “zorunlu kötülük” diye savaşa gittikleri, öldükleri ve öldürdükleri gerçek. Don Kişot’un yaratıcısı Servantes’in sol eli İnebahtı’nda Osmanlılarla savaşırken sakatlanmıştı. Lord Byron, 1824’te Osmanlıya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi başlatan Yunan safında savaşırken ölmüştü. 1848 ayaklanmasını başlatan Macar ulusal kahramanı Sander Petöfi’yi Kazak askerler öldürdüğünde 26 yaşındaydı. Küba’da Jose Marti, tüm Latin halklarını etkileyen ulusal kurtuluş mücadelesinde 1895’te savaşta öldürülmüştü. Lirik Bulgar şairi Hristo Botev, Osmanlılara karşı 1876 ayaklanmasında öldüğünde 28 yaşındaydı. “Savaşın ve şiddetin her türüne karşı” olmayı ve halkların evrensel kardeşliğini savunan etik forumun öncülerinden Hermann Hesse, Birinci Dünya Savaşı’nda pasifist bir grup kurduğu İsviçre’deyken valizinde şiddet karşıtı Budizm kitapları vardı. Sürrealist sözcüğünün isim babası Andre Breton’un “son şair” dediği Guillaume Apolinaire, birinci savaşta ağır yaralanmış, hastanede çalışan Berthold Brecht ölümden kıl payı kurtulmuştu. Savaşta tek gözünü kaybeden Bulgar şairi Geo Milev ülkesine dönüşte 1925’te faşistlerce katledilmiş, yıllar sonra toplu mezarda takma gözü sayesinde tanınmıştı. Ganalı Mana Aggrey, 1925’te sömürgecilere karşı savaşırken öldürülen ilk Afrikalı şairdi. Deha sayılan Christopher Caudwel “Uluslararası Tugaylarda” İspanya İç Savaşı’nda ölmüş, Rafael Alberti şiirleri ve oyunlarıyla cephede cumhuriyetçileri yüreklendirmişti. Cumhuriyetçiler safında savaşırken 1936’da öldürülen İngiliz şairi John Cornford 19 yaşındaydı. Fransız şairleri Paul Eluard, Lois Aragon iki savaşta da “direnişlerde” aktif rol oynamıştı. Kısa anımsatmalar bir yana yakın tarihin en trajik pratiği, savaştan önce aşk şiirleri yazan, festivallerde şiirler okuyan psikiyatris Sırp şair Radovan Karacic’in Yugoslavya iç savaşında, katliamcı-işkenceci olması, uluslararası toplum tarafından savaş suçlusu olarak aranırken şiirleri yayımlanmasıdır.

1999 yazında İsveç’in Batlık Denizi kıyısındaki Gotland adasındaki Visby kentinde bir araya Kıbrıslı sanatçılar trajik bir bilgiylekarşılaşacaklarını bilmiyorlardı. UNESCO ile İsveç Yazarlar Birliği’nin ev sahipliğini yaptığı, Kıbrıslı şair, ressam, sinemacı, yazar ve tiyatrocuların katıldığı etkinliğin olağan bir günüydü. Şairler Türkçeden Rumcaya, Rumcadan Türkçeye çeviri yapıyordu. Şair Fikret Demirağ, Neşe Yaşın, Yorgos Moleskis ve Niki Marangu birlikte çalışıyor Kıristina ile Eftihios çevirilere yardım ediyordu. Başka bir masada şair Elli Peonidou, Gür Genç ve başka çevirmenler… Bir molada İsveç televizyonunun “1974 Savaşı’nda neredeydin?” temalı röportajını kolaylaştıran Kıbrıslı yönetmen Derviş Zaim, ilk olarak mikrofonu şair Fikret Demirağ’a uzatınca ezberleri bozulur.

– Benim hikâyem çok kısa, diye başladım. 1974’te Lokmacı Barikatı’ndan iki mevzi yukarıda Yeşil Hat’taki 22. Bölükteydim, dediğimde şair Moleskis’in “Ben de karşındaki mevzideydim!” sözleriyle herkes olaya odaklandı. Aynı yerde “Düşman” olarak mevzilendiğimiz ortaya çıkınca, “Şimdi neler hissediyorsun?” sorusunu Moleskis’le göz göze gelerek şöyle yanıtladım: “İyi ki ölmedin Yorgo, iyi ki ben de ölmedim ve şimdi ülkemizin barışı için birbirimizden şiirler çeviriyoruz!” Yorgo’nun gözlerinden yaş süzüldü ve “İyi ki ölmedin, Fikret. Ben kimseyi vurmak istemiyordum. Şimdi buradayız!” dedi. Trajik bir rastlantıydı. O gün Moleskis’in çevirdiği şiirimin bazı dizeleri şöyle: “Yüreğimde Haç ve Hilal yarası değil/ Aşk ve Şiir yarası taşıyarak yaşamak/… bundan sonraki hayatımı!! Ve akacaksa/ Aşk’ın ve Şiir’in sunağından akmasını/ istiyorum, lir sesleri akan kanımın!/ Kedilerim, köpeklerim ve sardunyalarımla/ yaz geceleri Dilek Yıldızı’ma bakarak/ ‘insan gibi ihtiyarlamak’ istiyorum/… Bakarak gökteki Barış ve Aşk yıldızına.” Kıristina ve Eftihios’un yardımıyla çevirdiğim onun “Basın Toplantısında Kör Bir Konuşmacı” şiirini ise şöyle: “Sahneye çıktı konuşmacı,/ açtı yazısını/ ve parmaklarıyla tek tek dokunup sözcüklere/ konuşmaya başladı./ Rumca konuşan bir Türk;/ Türkçe-Rumca sözleri/ milliyeti belirsiz kuşlar gibi uçuverdi sınırlar üzerinden./ O konuştukça/ ve parmaklarının konduğu sözcükleri/ azat ettikçe// kuşlar, hayvanlar, insanlar yoğuran/ bir çömlekçiye benziyordu. Yuvarlak bir dünya biçimlendiren,/ birleşik bir ülke…/ Ölümün ara bölgeleri olmayan/ bir barış güvercini!/ Parmaklarıyla tek tek biçimlendirip/ hayat üfledi onlara/ ve uçurdu salona,/açık pencereler, kapılar bulup/uçsunlar diye dünyaya.” İşte böyle… Referandumda Rumlar “Hayır” deyince “İçten çürüdüm” diyen Moleskis çok insan biri. Moleskis’e nasıl kurşun atarım. Yıllar sonra kızım Uzay bana, “Savaşta neredeydin baba?” dediğinde, “Şair Moleskis’in karşısındaki mevzide!” dediğimde trajediyi anladı.

Sözün burasında şiirinin gölgesine saklanan mahcuplardan George Moleskis’in kısa hikâyesine girelim. İstanbul’daki bir etkinlikte şiirlerini Türkçe seslendirdiğimde tanıştığımız Rusça, Rumca, İngilizce bilen, bir dahaki sefere Türkçe konuşacağımızı söyleyen Moleskis 1946’da Mağosa yakınındaki Lisi’de doğan bir çiftçi çocuğu. İlkokuldan sonra yıllarca metal-demir bağlama ve boyacılık yaptıktan sonra gece okuluna giderek 25 yaşında İngiliz Koleji’ne başlar. Okul arkadaşlarından biri Dali’li Hüseyin’dir. 1973’de Kiev Lomonos Üniversitesi’nde Rus filolojisi okurken yaz tatili için adaya dönüşünde trajedi ayağına dolanır: “15 Temmuz 1974’teki Faşist Samson darbesini bir arkadaşımın evinde duyunca kendimi çok kötü hissederek direniş beklentisiyle sokağa çıkmıştım. Bir karakolun önünde polislere küfredip darbecilerin eline düştüğümde, Cunta’dan kaçan Yunanlı muhaliflerle dayanıştığımız sanatçıların uğrak yeri bara gelip-giden iki ‘muhbir’ beni kurtardı!” İlk günden darbecilerin evden aradığı Moleskis’in korkusu eğitiminin yarım kalmasıdır. Türk ordusunun 20 Temmuz çıkarmasıyla “çağrı” üzerine orduya katılarak Lefkoşa’da Lokmacı Barikatı’nda mevzilenir. Yeni baba olan bir Rum askerin ölümüne tanık olmayı “savaşın trajedisi” olarak tanımlayan Moleskis, “Aynı ülkenin insanları savaşırken aralarında sadece yol vardı ve her şey çok dramatikti” derken dalıp gidiyor. Ekim’de terhis olup Silapu köyünde ailesini bulunca sevinir. Yollarda rastladığı çaresiz Rumlar çocuklarının akıbetlerini sordukça içi acır. Ve bir sonbahar günü bir Sovyet vapuruyla adadan ayrılır. Beş yıl filoloji okuyan, doktorasını karşılaştırmalı filoloji üzerine yapan Moleskis şair Ataol Behramoğlu ile orada tanışır. Moskova’da Ermenistanlı filolog Nona ile evlenip Kıbrıs’a döner. 17 yıldır Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nda kültür bölümünde çalışan Maria, Eleni, Kiryakos isimli üç çocuk babası Moleskis Kıbrıs’ın en ünlü şairlerinden.

– Fikret’le karşılıklı mevzilerde oluşumuz ikinci çıkarmadaydı. Yıllar sonra tanışacak iki şairin, birbirinden habersiz karşılıklı “savaşması” kadar, iki adalının bu olayı yıllar sonra birbirinin şiirlerini çevirirken Gotland adasında öğrenmesi de bir trajedidir. Savaşta insan olmanın güzel örnekleri de yaşandı. Mevzideki evin su deposunu onarmak için çatıya çıkan Türk askerini vurmak yerine “Nasılsın?” dediğimde, elindeki tıkacı göstererek “deliği kapatacağım” demiş, “Çabuk ol Rumlar seni öldürebilir” diyerek “düşmanımı” uyarmıştım. O günlerde şiirler yazar, insanların acılarıyla ilgili notlar alırdım. 1980’de Moskova’da “Ne Kadar Büyüktü Ay” isimli acıyı, kaybolan arkadaşlarımı, göçmenliği içeren şiirlerimi yayımladım. Referandumda bizi kuşatan milliyetçiliğe rağmen gazetelerde görüşlerimi yazıp geleceği birlikte yaratmanın tarihi fırsatı olduğu için “evet” dedim. Rumların “hayır” demelerinin sorumlusu sadece Papadopulos değil. Rum politikacılar pozisyonlarını açıklamayarak teslim oldular. Rauf Denktaş’ın yıllardır korkuttuğu Rumlar korkularını yenip birlikte yaşayabileceklerini anlayamadılar. Çözümden başka çözüm yok.

“Kıbrıs’ta artık sünnetçi korkuları geçerli değil” 

“Küçük annem! Kimler açıklayabilir çocukların olarak bizi? Köklerimizin ne kadarı sende, ne kadarı artık o uzak ve bilirsiz yerlerde? Sen bizim ‘Garibimiz’, biz senin bazen yoluna ölen, bazen da ‘sütsüz’ çocukların değil miyiz? (Öz çocukların mı, piçlerin mi, melezlerin miyiz?) Hangi toprak senin anne kucağı sıcaklığını sundu bize! Bize bir ‘insan kazıbilimcisi’ gerek; herhalde gene kendimiz olmalıyız kendimizin ‘kazıbilimcisi!’ Kimler açıklayabilir çocukların olarak bizi?” (Fikret Demirağ,) 

Marksist olamayacak kadar Marksizm “cahili” olduğunu söyleyen, “Kapitali sonuna kadar okuyamamış biri olarak kendime Marksist demeye utanırım” diyen Fikret Hoca, Marksist bağlamın ideolojik olarak çöktüğüne inanmıyor. Kapitalizmi hem kendini hem de insanlığı yok edecek bir düzen olarak tanımlayan, “Savaş karşıtı bir muhalifim. Irkçılığı, milliyetçiliği aklım almaz” diyen Fikret Hoca, neredeyse kırk yıl önce bile Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan’ın federal çatıda birleşmesini hayal edenlerden. 1959’daki Londra ve Zürich anlaşmalarının Türk-Rum evliliğini yasaklayan maddelerine, Rumların ve Türklerin aralarında daha çok aşk yaşasalardı diye karşı çıkanlardan…

– İki dilli, iki dinli olsun aşk bir projedir. “Türk” ve “Rum” tanımları ırka dayalı bir tasniftir; adada ortak biçimlenen tarihsel-kültürel yakınlık nedeniyle din-dil dışında farklığımız yok. Türkiye’nin toplumumuzun üzerine ölü toprağı serptiğini, halkın “ganimet furyasıyla” düşlerini kaybederek sinikleştiğini, siyasi-sanatsal birikimin korkuyla tozlandığını düşünürken referandum öncesindeki isyanla yanıldığımı anlayarak sevindim. Türkler korkularını, hayal kırıklıklarını aşıp “çözüm ve birleşme” beklentisiyle meydanlardaydı. 200 bin nüfuslu Kuzey’de 50 bin kişinin sokaklara dökülmesi dünya çapında bir olaydı. Kıbrıslıtürkler “kader” diye sunulan hayatın “hayatımız” olmadığını sezerek Türkiye’nin plânı olarak dayatılan Denktaş rejiminin akla, tarihe ve vicdana aykırılığını anlamıştı. Artık Kıbrıs’ta “sünnetçi korkuları” geçerli değildi. Öte yandan “Sınıra yürür, Rumlarla kucaklaşır, işi bitiririz” beklentimiz naif ve karşılıksız çıktı. Yeni bir milliyetçi dalganın parçası olmamak için Rumların yarattığı hayal kırıklığını analiz etmeliyiz. Temel neden; kendilerini adanın esas sahibi sanan Rumların Türkleri eşitleri görmeyen bilinçaltıdır. Eşit ortaklar olarak yeniden birleşmek Rumlara haksızlık gibi geldi ve solcusundan-sağcısına aynı bilinçaltı işledi. “Hayır”cıların çoğundaki korku 1974 travmasıdır. Rumlar Kuzey’e bakınca “azınlık!” Türk toplumu görüyorlar. Türkiye’yi ve adadaki 40 bin Türk askerini görünce ise kendilerini “azınlık!” hissedip milliyetçi kesiliyorlar. 1974’ten sonra korkularıyla yüzleşemeyen Rumların korkularını anlayabiliriz ama onlar da Türklerin, 1958 ve 63’teki korkularını ve acılarını anlamalıdır. Sahici olmayan bir çözüm Türklere eski korkularını Rumlara güvensizliklerini anımsatıyor. Annemin “Gara gâvurlar!” dediği milliyetçilikle gözü dönmüş “Derin Rumlar” her zaman Türklerin korku ve güvensizlik nedeni. Halkların ve uluslararası toplumun güvencelerine dayanmayan her çözümü milliyetçiler bozabilir. Yani Rumlara belli konularda hak verirken, acılarını, korkularını anlarken, karşılıklı güven ayarı gerekiyor. Rum resmi politikalarına tarihsel olarak güvenmiyorum. Rumların görünüşteki gerekçeleri Türkiye, ordu ve yerleşiklerse de esas neden Türkleri eşit, kurucu ortak görmeyen bilinçaltlarıdır. Yine de AKEL “evet” deseydi her şey farklı olurdu. Çok sayıda “hayırcı” Rum “Evet’e hazırız ama korkularımız giderilsin” duygusuyla tavırlarını sorguluyor. Kuzey’deki kırgınlık ve öfke çözüm karşıtlarını güçlendirecek anti-Rum potansiyel taşıyor. Büyük bir baskı yaşayan, kendilerini yenilmiş sayan Rum “evet”çiler mahcubiyet içindeler. Referandumdan sonra “İki Toplumlu Sanatçılarla” gelişebilecek bir milliyetçi dalga tehlikesini konuşmak için buluştuğumuzda Rumlara, “Tümünüz ‘evet’ dediniz ama korkarım ki sizin gözlerinizde bile ‘evet’ ya da ‘hayır’ işareti arayacağım. Bu bir tarihsel şüphedir” demiştim. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye resmen girdiği gece Elefteriya Meydanı’ndaki şenlikleri protesto ederek tavır koyarak “Papadopulos’un günah çıkardığı şenliklere katılmıyor, Kıbrıs’ın bir kesiminin AB’ye girmesini desteklemiyoruz” diye basın açıklaması yapan İki Toplumlu Koro’daki Rumların gördükleri baskıları düşünün? AKEL’e ve milliyetçi kuşatmaya direnip “evet” diyerek tarihe geçen şair milletvekili Takis’e “Sen bir kahramansın” dedim. Rumların, “Türkler de insan onları da anlamak gerek!” şeklinde oryantalist yaklaşımı da sorunlu. Cebimdeki AB kimliği yeterli değil, kültürel-siyasal kimliğimin Birleşik Kıbrıs içinde tanınmasını savunuyor, Rumların beni azınlık görmesini istemiyorum.

Sırları(nı) toprağa götüren kuşak 

Seslen uzaklarda da olsan / o da oğlunu gömmüş olan / eski kapıkomşuna: / – Nerdesin idonisa? / – Burdayım komşu! // Sen de soyun küslüğünü Şerif’aba, / seslen eski kapıkomşuna; bak, yıllardır bıkmadan, hepimiz için açıyor / ölü sınırda kalan evin / -Barış Gücü’nün suladığı- / avlusundaki sardalya!// Seslen eski komşun Zoi kadına, / bak mart saatçıkları / umutla açtı bir daha : / – Neredesin komşu? / – Burdayım idonisa! / Aşsın artık küsrengini / ikinizin de yüreği, / akıp giden zamanlarla / yaşanacak günler hatırına” Fikret Demirağ

Tarih, anılar, anımsama, yüzleşme konularında Kıbrıs’taki belirtiler, bir kuşağın “susma hakkını!” kullanarak delilleri karattığının göstergesi. Çözümsüzlük ve sınırın varlığı “sırların” güvencesi gibi. “Otuz yıl geçmedim, geçmem” diyerek sorunu zamana bırakanlar kahveye gelen bir Rum’un veya Türk’ün “Seni tanıdım, sen şunu öldürmüştün!” cümlesiyle saptanabiliyor. Savaşın “zorunlu kötülüğüne” sığınmadan yaptıklarını zevkle anlatan, “Harp idi. Biz öldürmesek onlar öldürecekti” diyen bir kesim, öldürmeye hazır ruh hali içinde. İçki, bilinçaltındaki korkuyu ve vicdan azabını açığa çıkarabiliyor, masum bilinen biri, arkadaşının “Şu olayda birlikteydik” sözleriyle “suçüstü” olabiliyor.

– Kötülük yapanlar, “Bunlar yanlıştı ama mecburduk!” bile diyemiyor. “Rum da bunu hak etmişti” diye geçiştirenler var. Her iki taraftaki bazı kişilerin suç işlemiş ve saptanmış olmanın sıkıntısıyla “İntikam alırlar” korkusu sürüyor. Milliyetçilik “adalet korkusunu” besliyor ve gizliyor. Esas suçlular arka planda. Türk resmiyeti, Rumların Muratağa-Sandallar katliamlarını dünyaya göstererek, konukları şehit mezarlarında, “Barbarlık Müzesi”nde gezdirerek yapılanları gizleme çabasında. Kıbrıs’ın “sırlarını!” herkes biliyor. Adanın altı toplu cesetlerle dolu. Savaş’tan sonra, “eğitim tazelemesi” için Limnidi’ye gittiğimizde deniz kenarında dalgaların açığa çıkardığı Rum cesetleriyle karşılaşmak rezaletti. Annem Rumlardan çok Denktaş’tan korkardı. Muhalif olduğumu hisseden annem ne zaman bir işe girişsem, “Denktaş Bey kızmaz ya!” derdi. Kıbrıs’ın Kuzey’inde 50 bini aşkın kişi Denktaş Bey’i kızdırmaya devam ediyorsa, “Bu işte bir hayır var” demektir.

“Rum tarafına gittiğinde geleceğe, döndüğünde ise geçmişe yolculuk yapıyorsun” diyen Fikret Demirağ’ın, “Kıbrıs’ta artık sünnetçi korkuları geçerli değil” cümlesine inanmak istiyorum. Çünkü annesinin muhalif oğlunu korumak için söylediği; “Denktaş Bey kızmaz ya!” cümlesi hâlâ yürürlükte. Kıbrıs tarihini okumayı kolaylaştıran “Denktaş Bey kızmaz ya!” cümlesindeki ironiye inanmayanlar, “Büyülü geçmiş: Sırı (ve sırrı) dökülmüş o Kökayna”ya, tragedya adasına bakarak yanıtların izini sürebilirler…

Sezai Sarıoğlu
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Tek Yatakta İki Kişi

Read Next

Yüzyıllık Bir Barış Haykırışı

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *