Yıllarca tiyatronun içinde yer alan Aslankara kanlı canlı insanları sayfalarda anlatmıyor da adeta bir tiyatro sahnesinde seyredermişiz gibi gözümüzün önünde canlandırmamızı sağlıyor.
İlk öykü ve yazılarını 1965’te yayımlamaya başlayan M. Sadık Aslankara, 1968’de Ankara’da Halk Oyuncuları Sahnesi’nde tiyatroya adım attı. 1993’te eylemli tiyatroyu bırakmışsa da tiyatroyla olan gönül bağını hiçbir zaman koparmadı. “Sadık Seyirci” başlığı altında Tiyatro Tiyatro dergisinde başladığı tiyatro yazılarına www.tiyatrodergisi.com üzerinden devam etmektedir. İlginç biçimde eylemli tiyatroyu bıraktığı yıl Bin Yüz Bin Giz ile tiyatroya özgülediği kitapların yayımına başlamıştır. 2008’de Cicoz ile devam eden üçlemenin son halkası Şano oldu. Her ne kadar roman olarak adlandırılsa da novella hatta belki de rolü gelenin sahneye çıkıp performans gösterdiği deneysel bir tiyatro eseri demek daha uygun gibi geliyor bana. Yıllarca tiyatronun içinde yer alan Aslankara kanlı canlı insanları sayfalarda anlatmıyor da adeta bir tiyatro sahnesinde seyredermişiz gibi gözümüzün önünde canlandırmamızı sağlıyor.
Bir şehir düşünün ki, Örentepe üzerine doğan güneş gün boyu caddelerinde sokaklarında dolaştıktan sonra Çöptepe üzerinden batsın. Örentepe yıllar öncesinden kalan antik tiyatro kalıntılarıdır. Bu kalıntılar kazılarla ortaya çıkartılır ve zamanla şehir büyüyerek amfitiyatronun kapılarına kadar dayanır. Doğudaki tepedeki tiyatroyu antik çağlardaki insanlar inşa ederken batıdaki çöpten tepe de günümüz insanının başarısıdır. Bir belediye başkanı bu duruma isyan eder ve antik tiyatro üzerinden doğup modern tiyatro üzerinden batan güneşin olduğu bir şehri yönetmek ister. Tepenin adını da tiyatro sahnesinden ilhamla Şanotepe’ye çevirir.
İlk iki bölümde alaycı, kendi bakış açısına göre olayları ‘keyfine’ göre özetleyerek aktaran bir tanrı anlatıcı var. Toplumsal göndermelerin ve eleştiri dozajının yüksek olduğu bu bölümler oldukça keyifli dil ve anlatımıyla da dikkati çekmektedir. “Zabıtaların da küsküslemesiyle kalabalık albenili gürültüsünü, rengini yitirdi önce, sonra beşerli onarlı gruplar halinde dağıldı. Çocuklar kımıldar mı hiç, ilgileri pörsüyünceye dek orasından burasından “ce”leyerek oyunlarını sürdürdü nitekim. Pantolon gömlekleri bile tere batmış zabıtalar, terden ışıl ışıl olmuş, yapış yapış sarkmış saçlarını havalandırmak için başlarındaki ütü masalarını çıkarıp mendilleriyle olmadı elleriyle terlerini sile kurulaya, hiç değilse biraz soluklandılar çocuklarla baş başa kaldıklarında.”
Tiyatroya bir ömür vermiş; ‘Halkevi kuşağından gelen, tunç yürekli, görev aşkı her şeyin üzerinde dayı’ ve onun sayesinde içine tiyatro aşkı girmiş ‘altmış sekizli, sınırları aşmaya, en azından zorlamaya eğilimli romantik, özgürlüğü için her şeye nane olmaya hazır bir hayalperest olan’ yeğeninin Şanotepe’deki anması Zil bölümünde yeğenin eşinin içsesiyle yengesiyle konuşur tarzda aktarılıyor. “Hep yakınırdı da, hiçbir oyuna istediği gibi hazırlanamadığını, yönetmen olarak hayallerini kısmak zorunda kaldığını, oyunculukta gerekli yoğunluğa ulaşamadan sahneye çıkmak zorunda kaldığını söylerdi. Ezbere de giremiyorum milletin donunu toplamaktan, demişti bir gün, ben tuluat oyuncusu değilim oysa. Ama hep de böyle kaldı zavallım, üstelik kötü bir tuluat oyuncusu, kendisine zorla gülünen, kentin komiği olarak. Ne oyunculuğunu gösterebildi ne yönetmenliğini yansıtabildi. Yaptığı iş, tiyatroculuk bile sayılmadı belki, kim bilir. Oysa bunun için bir hayat verdi o, hiçbir beklentiye girmeden.” Bir yandan tiyatroya âşık olan ama bu aşkının karşılığını alamayan bir aktörün eşinin iç dökümünü okurken bir yandan da satır aralarında ülke şartlarında tiyatronun nasıl çileli bir iş -aslında iş demek eksik kalır tutku- olduğunu okuyorsunuz.
Sonraki bölümde sanayide çalışan zamanında tiyatro tozu yutmuş Cin Necmi’nin tiyatroculuk zamanından kalma ses tiyatrocusu dostu Kör Remzi’ye anlatımından takip eder okur, sahnelenen deneysel tiyatro performansını. Kör Remzi’nin Gördükleri bölümünde ise görünürdeki performansın içi-özü anlatılır. Burada uhrevi ve masalsı bir anlatım vardır. Tiyatro aslında bir masaldır, seyredenlerin içinde yaşadığı. Oyun boyunca süren arayış ve bekleyişi Feridüddin Attar’ın dokuz yüz yıllık eseri Mantıku’t Tayr’daki (Kuşların Dili) Simurg efsanesine benzetebiliriz. Kuşların padişahı Simurg’u bulmak için Kaf Dağı’nın ardına uçan binlerce kuşun yedi vadiyi aşarken yavaş yavaş azalması ve en sonunda otuz kuş kalması ve kendilerini Simurg olarak görmeleri anlatılır ki, Simurg da zaten sî murg (otuz kuş) demektir. Oradan buradan toplanmış içlerindeki tiyatro aşkı dışında hiçbir meziyetleri ve güzellikleri olmayan ‘eciş bücüş çocuklar olan; liseyi bitirdikten sonra boşta gezerken tiyatroya uğrayayım deyip kalmış cebinde kavrulmuş leblebi taşıdığı için Kavrulmuş denilen Sadık’ın, sahneye çıktı mı repliği ya yanlış söyleyen ya da unutan bunun üzerine de eline alnına götürüp şak diye vuran Tühtüh Süleyman’ın, Vergi Dairesi’nde memur olduğu halde tiyatroda ışık kablolarını toplamaktan gün boyu elini kolunu halkalandıran Kablo’nun, babasının lokantasından kaçıp gelen Pilavüstü’nün, Gorki’ye benzetilen Maksim Kemal’in, kendisine bir faydası olmayan Eliyisi Volkan’ın, Cin Necmi’nin, Kör Remzi’nin yolculukları da adeta Kaf Dağı’nın ardınadır. Onların Simurg olduğunu yengenin ağzından dinlediğimiz Final bölümünde ışık topu halinde sahneden çıkmalarından hissederiz.
Gene siyasi göndermelerin yoğun olduğu Çöptepe bölümünde yıkılan tiyatro binasıyla birlikte Şanotepe’nin eski vasfına büründüğünü görürüz. Bu bölümü okurken sık sık kafası kesilen Mehmet Aksoy’un yapmış olduğu ‘İnsanlık Anıtı’nı hatırlarız. Kitap başladığı gibi güneşin doğduğu yerde biter. Cin Necmi ve Kör Remzi Örentepe’de konuşurlarken, Şanotepe’nin Çöptepe adıyla Hiroşima külleri altında yok oluşuna tanık olurlar. Atom bombasından geriye hiçbir şey kalmayacağı için umutsuz bir son olarak düşünülebilir. Ancak yazar tahta kukladan fırlayıp giden küçük bir kıymığı geride bırakır. İşte o kıymığın tiyatro ateşini yakarak içimize ışık taşıyacağını umut ederek kapatırız bu kısacık ama güçlü kitabın kapağını.
|
- KÜÇÜK ANATOLA’YI KURTARMAK - 2 Aralık 2019
- Hişt! Hişt! Hayal Kursana Dostum - 25 Mart 2019
- Jules’ün Bağladıkları - 17 Eylül 2018
FACEBOOK YORUMLARI