Tüm Dünyayı Omuzlarında Taşıyan “Üç Orman Tanrısı”

Öfkenin berraklaştırıcı etkisiyle, yürürken başımızı kaldırıp görebileceğimiz türlü güzellikle, bütünün içindeki özle, yıldız fallarındaki tesadüflerle, sınırları geçmekten alınan hazla, yitimlerin ardından duyulan sessiz yasla karşılaşacağınız bu romanı; öldürülen, öldürülmese bile sömürülen her bir hayvanın masumiyetine karşılık saygı duruşuyla okumanızı dilerim.

Polonyalı Yazar Olga Tokarczuk, “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde” adlı romanıyla 2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu. İlk olarak 2009’da yayımlanan bu eser, ülkemizde yakın zamanda Timaş Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu.

Romanla buluştuğumda bir zaman makinesinde buldum kendimi her şeyden önce. Bu zaman makinesi beni 2017 yılına götürmüştü. “Pokot” (İz) filmindeydim ve bu benim için büyük bir sürprizdi. İngilizce Öğretmeni Janina Duszejko ile hemhal olma farkındalığı garip bir şekilde iyi gelmemişti bana, canımı acıtmıştı hatta bu durum. Duszejko’nun hissettiklerine aşina olmak, hem yalnız olmamak hem birçok şeyin yolunda gitmemesi demekti çünkü.

Yakın zamanda izlediğim bir başka filmi de hatırlattı bana Duszejko. Onu tanıdıkça “Attila Marcel” filmindeki Madam Proust’u hatırladım. Ve aslında “kaçık” ilan edilen tüm kadınları. Sistematik kötülükle baş etmeye çalışan, kendi steril dünyasını kurup bir köşeye çekilmiş gibi görünen ama kendinden başkasına yararlı olabilme fikrinin heyecanıyla hayatını anlamlandıran; anlamsız ritiüellerin, sorgulanmadan kabul edilen her şeyin devamının sağlanmasının farz olduğu bir düzende barışçıl tepki ve yöntemlerle sesini duyurmaya çalışan bu kadınlar, “adalet” kavramının içindeki her türlü oyuğu fark etmemiz için varlar. Varlıkları; deli, kaçık, akıl hastası ilan edilmelerine yetiyor çünkü ayan beyanlığın ortasına dalıp kötüleri kendi kötülüklerini görmeye zorluyorlar. Şüphesiz, bu yüzleşme esnasında karşılaştıkları en büyük his “öfke”dir. Bir başkasının yönlendirilemez öfkesi.

Kendisine “Janina” denmesini istemeyen Duszejko, sözcüklerin ruhu olduğuna inanan bir yaşlı kadın. Sözcüklerin ruhunu hayal gücünün belirlediğine inanan bu kadın, resmi isim ve soyisimlerinin saçmalığından yakınarak insan olmanın ilk işaret fişeğini ateşliyor aslında: Bağ kurup hatırda kalmak. Tanıdığı ve tanıştığı insanları gözlerken onların fiziksel ve duygusal özelliklerine odaklanıp kendine özgü sözcüklerle tanımlar her birini. Çok isimli olabilmenin mümkün olduğuna inanıp bağ kurdukça isimlerimizin artacağı ihtimaliyle mutlu olur.

Anlamından yoksun kalmış sözcükleri savurmak yerine dili kullanmanın en doğru yolunun bu olduğuna eminim.

İlerleyen yaşının hediyesi olan ağrılarıyla ve yaşlılık döneminin hissettirdikleriyle de mücadele ederken astroloji, ders verdiği öğrencileri ve iki güzel kızıyla (köpekleri) yalnız ama huzurlu bir yaşam sürmektedir. Ta ki yaşadığı kasaba peş peşe gelen avcı ölümleriyle çalkalanana kadar… Ölümlerin ilkine Koca Ayak’ın evinde komşusu Swierszczynski (Garip) ile şahit olurlar. Koca Ayak’ın cesetiyle karşılaştıklarında bir geyik kemiğinin onun boğazında kaldığını fark ederler ve bu yüzden ölmüş olabileceğini düşünürler. Koca Ayak’ın talan edici bir tip olduğunu söyleyen yaşlı kadın, evinin yakınlarında türlü hayvan ölüleriyle sürekli karşılaştığını ve bu cinayetleri Koca Ayak’ın işlediğini bildiğini belirtir komşusu Garip’le konuşurken. Duszejko olayın ardından defalarca polise gidip isterlerse onlara yardım edebileceğini söylese de polisleri buna ikna edemez. Koca Ayak’ın ölümünün ardından Komutan’ın, Muhteva’nın ve Başkan’ın öldürülmesi, yaşlı kadının zihninde bir ipucu belirlemesine vesile olur. Hatta Duszejko oldukça emin ve net bir ifadeyle etrafındaki herkese dillendirir bu ihtimali: Avcıları hayvanlar öldürmüştür! Kurbanlar, cellatlarından intikam almaktadır!

Av ve avcılık gibi içinden çıkılması pek de mümkün olmayan bir konuyu cesaretle gündemine alan yazar, Duszejko nezdinde sıklıkla sakinleyip sorgulatarak ilerletiyor romanın sayfalarında. Üç yıl önce bir ekolojik okuryazarlık eğitiminde sabredemeyerek araya girip sorduğum bir soruyla tekrar yüzleşiyorum: “Yasal avcılıkla avcılık arasındaki fark nedir?”

Yaşlı kadın yana yakıla bu sorunun yanıtını bekliyor kasabadaki herkesten. Onu sakinleştirmek için av yasalarından bahseden Peder Hışırtı; avcılık etiğinden, kültüründen de bahsediyor. Öldürmenin bir etiği, bir kültürü, bir yasası olurmuş gibi! Duszejko, bu vaazların öldürmeye övgüden başka bir şey olmadığını söyleyerek hiyerarşinin ve kibrin yönüne, kürsüye, doğru “Katilsiniz!” diye haykırıyor.

Kötülüğün sıradanlığına alışmak ve kötülükle yüzleşmemek için geliştirilen birçok savunma mekanizmalarından biridir kılıf uydurmak, süslü cümleler kurmak, olumlama yapmak. Katilin, kötünün, caninin kendisi eylemine devam edip ilişkilendiği “canlıdan” – “nesneden” yarar sağlamaya devam edebilmek için yapar bunu. Yolun sonunda vicdanının sesini asla duymamak için bir de elbette. Hayvanların yaşama hakkının sorgusuz sualsiz kabul edilememesinin destekçi yargılarından biri de insanların hayvanlar arasında kurduğu yapay hiyerarşidir. Bu hiyerarşi domuzun, tavşanın öldürülebilir ama kedinin, köpeğin öldürülemez olduğunu varsayar ya da deney hayvanları diye bir gerçek var ve insan hayatının devamlılığı için bu gerçeği görmek gerekir, gibi bir görüşe alan açabilir. İnsan, kendini doğanın bütünlüğünden azade kılıp en üst mertebeye tahtını kurmuştur bile. Derinlerindeki bağların tümünü koparıp köksüz ve yalnız olma pahasına hem de.

Zaman zaman baş gösteren ve gittikçe artan ağrıları ve yaşlılığın verdiği işe yaramazlık hissine rağmen anlaşılmamanın verdiği öfke ve bir yandan buna alışmış olmanın şaşırtıcılığındaki mizah duygusuyla Duszejko, susmayı değil; hareket etmeyi tercih eder. Koca Ayak’ın evine gittiklerinde Garip’in görmediği ama onun fark ettiği fotoğraf karesindeki bir detay, adalet kavramını muğlaklaştıracaktır. Belki de muğlaklığın kabul edilebilirliğidir onu hayata “keder”den baktıran. Hangi canlının yaşayıp hangi canlının yaşamayacağına karar veren insan, bir insana kederin her şeyi tanımlamak için yeterli olduğunu düşündürecektir.

Öfkenin berraklaştırıcı etkisiyle, yürürken başımızı kaldırıp görebileceğimiz türlü güzellikle, bütünün içindeki özle, yıldız fallarındaki tesadüflerle, sınırları geçmekten alınan hazla, yitimlerin ardından duyulan sessiz yasla karşılaşacağınız bu romanı; öldürülen, öldürülmese bile sömürülen her bir hayvanın masumiyetine karşılık saygı duruşuyla okumanızı dilerim.

İyilikle…

  • Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde
  • Yazar: Olga Tokarczuk
  • Çeviri: Neşe Taluy Yüce
  • Türü: Roman
  • Baskı Yılı: Ocak 2020
  • Sayfa Sayısı: 304 Sayfa
  • Yayınevi: Timaş Yayınları
Evrim Sayın
Latest posts by Evrim Sayın (see all)
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Barış Ormanı Çocuk Operası, CRR’de

Read Next

The French Dispatch’ten İlk Fragman Yayınlandı

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *