Tutuklandık | Can Dündar

Her satırında adil bir yaşam, her satırında özgürlük ve her satırında dayanışma kokan bu kitabı, günümüzde yaşananları gelecek kuşaklara taşımak adına bir belge olarak saklamanızı tavsiye ederim.

Can Dündar’ın ‘Tutuklandık’ ismini taşıyan kitabı Silivri Cezaevi’nden çıkmasıyla birlikte Can Yayınları etiketiyle yayınlandı. Biz de KitapEki olarak ‘Okuma Parçası’ kategorimizin ilk kitabı olarak ‘Tutuklandık’ kitabını ele almaya karar verdik. Bundan sonra her hafta gündemde ki kitaplardan bir tanesinden tadımlık bir bölümü sizlerle paylaşacağız.

Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan ‘MİT Tırları’ haberinin ardından gelişen süreçte yine gazeteci arkadaşı Erdem Gül’le birlikte gerçeğin aydınlatılması için yoğun bir çaba sarfetti.

Ancak tüm toplum gördü ki, bizim ülkemizde gerçeklerin açığa çıkarılması aşamasında bazı bedeller ödemek gerekiyor. Can Dündar ve Erdem Gül ise kendi paylarına düşen bu bedeli çekinmeden ödediler.

Parmaklıkların arkasında sanıldığının aksine küçük değil kocaman bir dünya vardır. Aslında seni teslim aldığını zannedenler hayallerini teslim alamadıklarını bilemezler. Demir parmaklıkların arkasında kurduğun düşler daha iyi bir hayata dairdir. O hayaller; şiirlerle, şarkılarla doludur.

Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanma kararının yüzlerine okunmasının ardından ortaya koydukları kararlı duruş tüm topluma örnek olacak niteliktedir.

İçinden geçtiğimiz şu kaotik süreçlerde üretkenliğin her koşulda devam ettiğini gösteren bir kitap okuyacaksınız. Baskı her nereden gelirse gelsin, hangi şiddette olursa olsun geleceğe dair güzelliklerden vazgeçmemeyi anlatacak size Can Dündar.

Her satırında adil bir yaşam, her satırında özgürlük ve her satırında dayanışma kokan bu kitabı, günümüzde yaşananları gelecek kuşaklara taşımak adına bir belge olarak saklamanızı tavsiye ederim.

Kitabın adın da anlaşılacağı gibi; biz ‘Tutuklandık’…

7Nisan2016_OkumaParcasi_icerik

  • Tutuklandık
  • Yazar: Can Dündar
  • 320 Sayfa
  • Baskı Yılı: 2016
  • Can Yayınları

Tutuklandık’tan Okuma Parçası

***

CAN DÜNDAR, 16 Haziran 1961’de Ankara’da doğdu. 1982’de AÜ, SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1986’da İngiltere’de London School of Journalism’i bitirdi. 1988’de, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde Siyaset Bilimi dalında yüksek lisansını tamamladı. 1996’da aynı bölümde doktora derecesi aldı. 1979’dan beri sürdürdüğü gazeteciliğinin yanı sıra belgesel yapımcılığı, köşe yazarlığı, öğretim üyeliği ve TV programcılığı da yapmış; 2015’te Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni olmuştur.

İçindekiler

Önsöz             ……………………………………………………………….           11
1 Suç               ……………………………………………………………….           17
2 Tehdit         ……………………………………………………………….           27
3 Ödül           ……………………………………………………………….           37
4 Ceza             ……………………………………………………………….           47
5 Mahkeme   ……………………………………………………………….           55
6 Yol               ……………………………………………………………….           67
7 Gece           ……………………………………………………………….           77
8 Gündüz       ……………………………………………………………….           87
9 Yazı              ……………………………………………………………….           97
10 Casus        ……………………………………………………………….           103
11 Görüş         ……………………………………………………………….           111
12 Dilek         ……………………………………………………………….           119
13 Beddua     ……………………………………………………………….           127
14 Zaman       ……………………………………………………………….           133
15 Volta         ……………………………………………………………….           139
16 Ege             ……………………………………………………………….           145
17 Tecrit         ……………………………………………………………….           151
18 Villa           ……………………………………………………………….           159
19 Hapis-hane          ……………………………………………………..          167
20 Dışarıda    ……………………………………………………………….           173
21 Avlu           ……………………………………………………………….           179
22 Sisyphos   ……………………………………………………………….           199
23 Nöbet        ……………………………………………………………….           205
24 Ajan           ……………………………………………………………….           211
25 Dünya        ……………………………………………………………….           217
26 Mektup     ……………………………………………………………….           227
27 Dışarı         ……………………………………………………………….           235
28 Yılbaşı       ……………………………………………………………….           243
29 Hastane    ……………………………………………………………….           255
30 Renk          ……………………………………………………………….           263
31 Kargo         ……………………………………………………………….           269
32 Erdem        ……………………………………………………………….           275
33 Aşk             ……………………………………………………………….           291
34 Tiyatro       ……………………………………………………………….           297
35 Güneş        ……………………………………………………………….           303
36 Teşekkür   ……………………………………………………………….           309
37 Çıkış           ……………………………………………………………….           315

 

Önsöz

Bir gün koğuşumun kapı deliği açıldı. Gardiyan, içeri bağırdı:

“Can Dündar, özel ziyaretçin var.”

“Özel ziyaretçi?”

Bu, hiç bilmediğim bir tanımdı.

Silivri’de üç ay içinde 350 konuk ağırladık.

Bunlar, her an giriş izni olan avukatlar, Adalet Bakanı’nın izniyle ziyaret edebilen milletvekilleri ve görüş günleri gelen yakınlarımızdı.

Ama –bizden önce yatan gazetecilerden farklı olarak– bakanlık, yüzlerce özel ziyaret talebinden bir tekine bile izin vermemişti. Ne yabancı delegasyonlara ne meslek örgütlerine ne meslektaşlarımıza…

Tek istisnası o gündü.

Bir kişi, her nasılsa bakanlığa başvurmuş, özel ve hem de açık görüş izni alabilmişti.

Büyük açık görüş odasına neredeyse koşarak gittim. Boş salondaki plastik masalardan birine oturdum. Her zamanki gibi “özgür atlar” fotoğrafına bakarak, merakla “özel ziyaretçi” yi beklemeye koyuldum.

Az sonra kapı açıldı.

Bekleyiş, bir izdivaç programının zirve noktası halini aldı.

Veee…

İçeri sımsıcak, sakallı gülüşüyle Can Öz girdi.

Gözlerime inanamadım.

Sıkı tecridi delmiş, açık görüşe gelmişti.

Kucaklaşırken, “Nasıl oldu bu iş? Sana nasıl izin verdiler?” dedim.

Can Yayınları’nın avukatı Ümit Altaş, Ankara’ya Adalet Bakanlığı’na gitmiş. Aramızdaki yayınevi-yazar ilişkisi nedeniyle ve telif, sözleşme vs. gerekçesiyle mutlaka yüz yüze görüşmemiz gerektiğini söylemiş.

Anladığım kadarıyla, işin içine “ticaret mevzusu” girince akan sular durmuş. Hemen izin verilmiş.

Can’la su gibi akıp geçen bir saat boyunca doludizgin sohbet ettik.

Ülke üzerindeki baskılardan, kitaplarımın yeni baskılarından, yeni çıkan kitaplardan, onun doğmak için gün sayan kızından söz ettik.

“Devlet sırları” konulu master tezimi, davam vesilesiyle yayımlamayı düşünüyordum. Tez, Silivri’ye gelmişti, ama 20 yıl önce yazıldığı için, içindeki veriler bir hayli eskimişti. Ciddi bir çalışma gerektiriyordu.

Bunu içeriden yapabilmem çok zordu. Vazgeçmiştim.

Bir yandan da içeride sürekli yazıyordum.

Hayatımın belki de en verimli üç ayıydı bu…

Yarım kalan Küba belgeselinin metnini bitirmiştim.

Sadece Cumhuriyet’e değil, dünyanın önde gelen gazetelerine çok sayıda makale göndermiştim.

“Umut Nöbetçileri”ne, ödül törenlerine, anma günlerine, meslek örgütlerine, yabancı devlet adamlarına mesaj yetiştirmiştim.

Mektuplara tek tek cevap vermiştim.

Ayrıca her gün düzenli günce tutuyordum.

İlerde yazacağım bir kitabın altyapısını oluşturuyordum.

O günlerde Hürriyet’te Ertuğrul Özkök, “En duygusal kitap geliyor,” diyerek Silivri külliyatına yeni bir hatıratın ekleneceğini duyurmuştu.

Gerçekten de, kütüphanemde Silivri anıları birkaç raf doldurmuştu.

Bazılarını –mesela Nedim Şener’inkini– okuyunca, benzer olay ve duyguları bir daha yazmanın gereği olmadığını düşünmüş, zihnimde kitabı ertelemiştim.

Ancak Can’la görüşürken söz ettiğim notlarımın, Silivri anılarımın ve kafamdaki kitabın onu heyecanlandırdığını fark ettim.

Bunu yazmaya başlamanın içeride beni zinde tutacağını anladım.

Ayrıca bu, bir tanıklıktı. Bir zorbalık devrinin ve onun simgesine dönüşmüş bir hapishanenin belgesi… Bir tutsağın güncesi… Issız adadan yazılan bir mektup…

Can’ı kucaklayarak uğurladım, koğuşa döndüm. Boş bir defter çektim ve yazmaya başladım.

* * *

Bu, benim elyazısıyla yazdığım ilk kitabım oldu.

Bilgisayar iznim yoktu; daktilom da…

Liseden beri elyazısıyla bir şey yazmamıştım. Küçükken hep doktor olmak istemiş, olamamıştım ama elyazım doktorlarınkine benzemişti. Başka birinin okuyabileceği halde değildi; o yüzden büyük harfle ve okunaklı yazmak zorundaydım.

Elim çabuk yoruluyor, yorgunluk, çirkinleşen yazıya yansıyordu.

O yüzden sık sık ara verip uyuşan elimin içinde gezinen karıncaları silkelemem ve kolumu dinlendirmem gerekiyordu.

Bir ara sol elimi yardıma çağırdım ama yeteneksizdi, beceremedi.

İki ayın sonunda ısrarlı başvurularımız sonucunda, haftada iki gün birer saat bilgisayar kullanma izni çıktığında ise kitap artık sona yaklaşmıştı; üstelik yazdıktan sonra bilgisayar çıktılarını incelemeye alan cezaevi yönetimine kitabın editörlüğünü yaptırmanın hiç lüzumu yoktu.

Bu kitap, uzun volta seanslarında, sarı duvar manzarasında, koğuşun üst katının demir karyolasında, alt katta kaloriferin yanı başında tasarlandı.

Günce olarak basma fikri iyi gelmedi; biriken anıları kendince bir kronoloji içinde, tek kelimelik temalar etrafında topladım.

Beyaz battaniyeden yapma minderi olan, plastik bir sandalyeye oturup muşamba örtülü beyaz plastik bir masanın üzerinde yazdım.

En güzel kitapların en muhteşem manzaralara karşı yazıldığını zannetmeyin. Tersine… Bazen güzel manzaralar karşısında uyuşup tembelleşen hayal gücü, duvarla karşılaştı mı, ardını görmek hevesiyle havalanıyor. Duvara tırmanıyor. Bu da ona yetişmeye çalışan kalemi kamçılıyor.

İki ayda, üç tükenmez kalem ve üç çizgili defter tüketerek, bazen hüzünlenip çoğu zaman gülerek, hep büyük iştahla masa başına geçerek ve çıktığı günü hayal ederek yazdım Tutuklandık’ı…

Mahkeme tutuklama kararını verdiğinde attığım bu Twitter mesajı, hapsedilmemizin başlangıcını mimlediği gibi, AKP iktidarı boyunca giderek ağırlaşan ve uzadıkça uzayan bir toplumsal tutsaklığı da ifade ediyordu.

Biz, o uzun tutsaklığın en şanslı esirleriydik belki…

Haksız yere yıllarca tutuklu kalan, adalet mücadelesi verirken canından olan, bir zindan köşesinde unutulan binlerce mağdurun yanında bizimki ancak staj sayılırdı.

Ancak mademki kalemimizin uzak bir menzili, yüreklere dokunma gücü, daimi bir okuru vardı, o halde bu haksızlığı tarih huzurunda kaydetmek, belgelemek, duyurmak, haykırmak, içeride kalanlara karşı da bir sorumluluk demekti.

* * *

Can geldiğinde duruşma tarihimiz henüz belli olmamıştı ama onun bebeğinin mart sonunda doğacağı belliydi.

Ben de bu kitabın ona küçük bir babalık hediyesi olabileceğini düşünüp yayın tarihi olarak 30 Mart’ı gözüme kestirmiştim.

Sonra bizim ilk duruşma için 25 Mart tarihi kesinleşti.

İki tarih kesişti.

Kitap, belki de benden önce çıkacaktı.

Halimi cümle âleme anlatacaktı.

Neyse ki öyle olmadı; ben, 25 Mart’tan önce çıktım. Son bölümleri dışarıda (mükemmel bir manzarada) yazdım.

Bu kitap, bir kolektif dayanışmanın ürünü…

Seferihisar’da Tarçın’la…

Can Öz’ün teşvikiyle başlayan bu seferberlikte, kütüphanemden sabırla bana kitap, akıl, moral taşıyan eşim Dilek’e; yazım sürecinin sancılarını paylaşan yoldaşım Erdem’e; ayların yorgunluğuna rağmen kitabı tamamlayabilmem için bana zaman tanıyan sevgili Tahir Özyurtseven ve Murat Sabuncu’ya; kitabın ilk okuyanı olup başımın daha fazla derde girmemesi için uyarılar yapan Akın Atalay’a; o kargacık burgacık yazıları temize çekip görsellerini bulan ve içerik konusunda yerinde öneriler yapan Özlem Yılmaz’a; mahkeme sürecinden hapishane sürecine kadar yanımdan ayrılmayan sevgili editörlerim Sırma Köksal ve Emre Taylan’a; tasarımcı dehasını bu

kapakta da konuşturan ve literatüre “hashtag’den bir zindan parmaklığı” armağan eden Utku Lomlu’ya; yayıneviyle aramdaki köprüyü kuran avukat dostum Ümit Altaş’a ve kitabın eksiklerini tamamlamaya yardım eden asistanım Ayçin Yenitürk’e teşekkür ederim.

* * *

Tahliyemizin Saray katında ve onun havuzunda yarattığı öfke ve panikten, bu kitabın henüz bitmediğini anlıyoruz.

Anıların kalanı için “yeni baskılar”ı bekliyoruz.

Onlar baskıyı artırdıkça biz de artırıyoruz.

Nihayetinde iktidarın baskısı mı, kitabın baskısı mı iz bırakacak; bunun cevabını tarihe bırakıyoruz.

Can Dündar
Mart 2016

 

1
SUÇ

28 Mayıs 2015, Perşembe.
Saat: 15:00…
Cumhuriyet gazetesinin beşinci katında, bir dönem İlhan Selçuk’un çalıştığı odada, olağanüstü toplantı vardı.
Odanın ağır havası, kurşun geçirmez perdeler kapanınca “kurşun gibi ağır” bir hal almıştı.
Yedi kişiydik.
Yazıişlerinden dört gazeteci:
Tahir Özyurtseven, Murat Sabuncu, Doğan Satmış ve ben…
“Karşımızda” üç avukat: Akın Atalay, Bülent Utku, Abbas Yalçın…
Aramıza sonradan Hikmet Çetinkaya da katıldı.
Gündemde bir görüntü vardı, görüntüde de bir suç…
Suç benim değildi; ama suçlanan ben olacaktım. Çünkü o suçun görüntülerini yayımlama kararı almıştım.
Görüntüde MİT’e ait bir TIR görünüyordu.
Jandarmalar TIR’ı durduruyordu.
İstihbaratçılarla jandarmalar arasında tartışma çıkıyordu.
Jandarma, MİT’çileri indirip savcılık emriyle TIR’da arama yapıyordu. Çelik kapılar açılınca önce kamuflaj amacıyla konmuş ilaç kutuları çıkıyordu ortaya… Sonra da onların altındaki ağır mühimmat: Havan topları, top mermileri, vs…
Görüntüler 19 Ocak 2014 tarihinde kaydedilmişti.
Aradan 16 ay geçmiş, konu basına, yargıya, meclise intikal etmiş, tartışılmış, eleştirilmişti.
Hükümet, tam da El-Kaide’ye destek verdiği, IŞİD militanlarına yardım ettiği iddialarının yoğunlaştığı dönemde adeta suçüstü yakalanmıştı.
“Türkiye’nin İrangate’i”ydi bu.
“İnsani yardım yapıyoruz” iddiası çökmüştü.
“Türkmenlere silah taşıyorduk” savunmasını da Türkmenler yalanlamıştı.
Tırları durduran savcılar konuşmuş, ifadeler sızmış, fotoğraflar yayılmıştı. Şimdi yeni olan, görüntülerdi.
Jandarmanın çektiği film, nakledilen malzemeyi, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belgeliyordu.
Uluslararası bir skandal söz konusuydu.
Ve seçime beş vardı.
Cumhuriyet uzun zamandır konuyu takibe almıştı. 8 Mart 2015’te Ahmet Şık, açığa alınan Savcı Aziz Takçı’yla görüşmüştü ve bu görüşmeyi manşete taşımıştık. Baskının görüntülerine çok yaklaştığımızı hissediyorduk.
Nihayet 27 Mayıs Çarşamba günü öğleden sonra solcu bir milletvekili dostum getirdi görüntüleri…
“Merak ettiğin şey bu flash diskin içinde,” dedi.
İzleyince kafamda hiçbir şüphe kalmadı:
MİT, Suriye’ye silah taşıyordu.
Bir gazetenin yöneticisiyseniz her gün elinize çok sayıda bilgi-belge gelir.
Kimisinin gerçek olup olmadığından emin olamazsınız; kiminde getirenin niyetinden…
Bir operasyon için kullanılmak, ciddi bir risktir.
Bu tür durumlarda iki soru sorarsınız kendinize:
Gelen belge gerçek mi?
Yayımlanmasında kamu yararı var mı?
İkisinin de cevabı “evet” ise yayımlamak değil, çekmecede saklamak mesleğe ihanettir.

*
*
*

Can Dündar’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

Lüsyen, 2010
Canım Erdalım Sevgili Babacığım, 2011
Anka Kuşu, 2012
Aşka Veda, 2012
Ben Böyle Veda Etmeliyim, 2012
Benim Gençliğim, 2012
Birand, 2012
Büyülü Fener, 2012
Sarı Zeybek, 2012
Savaşta Ne Yaptın Baba?, 2012
Uzaklar, 2012
Yağmurdan Sonra, 2012
Yakamdaki Yüzler, 2012
Yârim Haziran, 2012
Yüzyılın Aşkları, 2012
Ergenekon (Celal Kazdağlı’yla birlikte), 2013
Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, 2013
Yıldızlar, 2013
Nâzım, 2014
Köy Enstitüleri, 2014
Abim Deniz, 2014
Karaoğlan (Rıdvan Akar’la birlikte), 2015
İsmet Paşa (Bülent Çaplı’yla birlikte), 2015
Yükselen Bir Deniz, 2015
Gölgedekiler, 2015
O Gün, 2015
12 Mart (Mehmet Ali Birand ve Bülent Çaplı’yla birlikte), 2016
Demirkırat (Mehmet Ali Birand ve Bülent Çaplı’yla birlikte), 2016

 

Editör: Gün Çağ Aydın
Latest posts by Editör: Gün Çağ Aydın (see all)
Vinkmag ad

Read Previous

Çağımızın Vebası Unutkanlık

Read Next

Çocuklardan ‘Mini’ değerlendirmesi

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *