Ulus; Sağ Marksizmle Polemik

Çalışmada ileri sürülen hipotez, geleneksel marksist tarihyazıcılığının “ulusu, ulusçuların ona yüklediği anlam referanslarıyla tanımladığı” eleştirisinden hareketle, ulusa ve ulusçuluğa tanınmış olan “mutlak hak”, “meşruiyet” ve “atfedilmiş kutsiyet”in “marksistçe” olamayacağını belirtir.

Fantazmagorik, gündelik hayatta çok da sık karşımıza çıkmayan bu sözcükle ilk kez, Marks’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’sının Giriş bölümünde karşılaştım. Dipnotundaki açıklamada sözcük; “(…) gerçekte olmadığı halde var gibi göstermeye ilişkin” şeklinde tanımlanıyordu. Bu tanımın zihnimde oluşturduğu ilk şey, Barmecide sofrası oldu.

Bağdatlı şehzade Barmecide’in, bir dilenciye boş tabaklarla “ziyafet çektiği” hikâyeyi bilirsiniz. Hani şu, hayali yemeklerden oluşan ziyafet hikâyesi… Ancak boş tabaklardan oluşan bu bahşedilmiş ziyafet, pek tabii ki Bağdatlı dilencimizin karnını doyurmaz. Barmecide’in (Binbir Gece Masalları’dan tanıdığımız) sofrasında, dilencinin, olmayan yemeklerle ziyafete alınması, aslında trajikomik bir olay anlatır bize. Buradaki trajikomiklik, (Hans Christian Andersen’ın Kral Çıplak masalında olduğu gibi) olmayanın zarafeti ve şatafatından yeşerir. Bu tıpkı günümüz insanının, yaratılmış (görkemli) sanal hikâyelerle beslenmesi mefhumunda olduğu gibi, özünde bir aldatma hikâyesidir. Şehzadenin, hayali ürünlerle, dilencinin zihninde sanal gerçeklik yaratmaya çalıştığını anlatan bu öykü; günümüz şehzadelerinin (siz kapitalizm diye okuyunuz), bir çeşit dilenciye çevrilmiş olan günümüz insanına sunduğu “ziyafet” öyküsüyle örtüşür. Her iki öykü de, tam bir fantazmagoryadır.

Ancak günümüz insanının, Bağdatlı dilenciden çok daha şanslı(!) olduğunu söylemeliyiz; çünkü önüne serilmiş olan Barmecide sofrası çok daha şatafatlı, zengin ve boydan boya boş tabaklarla dolu. Üstelik bu boş tabakların her birinin içinde, bireyi (ve dolayısıyla toplumu), geçici doyma hissine ulaştıran bir sürü hayali yemek var. Kuşkusuz “din” bu yemekler içinde en doyurucu olanı; ama itiraf etmek gerekir ki en lezzetlisi değil. “Futbol”, Barmecide sofrasındaki en lezzetli yemek olma konusunda liderliğini bir süre daha kimseye kaptırmayacak gibi. Lakin tüm doyuruculuğuna ve lezzetine rağmen “din” ve “futbol”; asla “ulusçuluk” kadar besleyici değiller. “Ulusçuluk”, sofradaki boş tabağa konduğu ilk andan itibaren, (günümüz dilencisi olan) sıradan birey için, her zaman besin değeri en yüksek hayali yemek oldu.

Yani günümüz şehzadesi; “doyurucu”, “lezzetli” ve “besleyici” ürünlerle bezediği sofrayı, bireyin önüne koyarak, hayali ziyafet eşliğinde kişiyi sanal bir doyuma ulaştırır. İşte bu sanal doyum, kapitalist toplumdaki bireyin köklü açlığını daha da körükler. Bu körükleme ağı içerisinde günümüz bireyi, kapitalizmin ürettiği Barmecide sofrasına daha bir yumulur ve yaşanan palyatif doyumlarla, bu yumulma hali süreklileşir. İşte bu süreklilik ile kapitalizmin kendini ayakta tutma sürekliliği arasındaki kopuksuz ilişki; Gramsci’nin hegemonya teorisinde dile getirdiği, devlet ve toplum arasında oluştuğunu gördüğümüz (toplumun aleyhine kırılan) rızalık ilişkisinin dinamosudur aynı zamanda.

Toplumun rızasını almadan, kapitalizmin kendi varlığını sürdürmesi zorlaşır. Bu “rıza” ise hiç kuşkusuz yukarıda bahsettiğimiz gibi, yaratılmış sanal ve hayali yemeklerle doyma hissine ulaştırılan toplumun aldatılmışlığında filizlenir. Bu aldatma, egemenin, gerçeği gizlemesi ve gerçeği çarpıtması gibi çeşitli yalan oyunlarıyla, kendi lehine üretmiş olduğu sanal gerçekler dünyasını hegemon kılma çabasından başka bir şey değildir. Bu fantazmagorinin belirlediği “doğruluk” ve “haklılık” ölçütlerine sadık her birey ise, sanal bir “gerçeğin” peşinden koşar ve bu eylemi gerçekleştirdiği ölçüde, egemenin çizdiği paradigmayı besler. Zira sınırları, bu paradigmanın belirlediği düşünsel fenomenlerin refakatinde yeşeren her eylem, bu sınırlar içine hapsolmuştur. Yani egemenin sunduğu doğruluk ölçütlerine dayanan bir yaklaşım, kaçınılmaz olarak günümüz şehzadelerinin çıkarına hizmet eder.

Biz de bu çalışma boyunca, egemenin çizdiği “doğruluk” ölçütlerince belirlenmiş olan; olay, olgu, kavram, veri ve süreçlerin ışığında beliren her fikrin, kaçınılmaz olarak egemen düşüncenin bir varyasyonu olacağını ileri sürdük. Egemen her düşüncenin bir ideoloji ile oluştuğu gerçeğinden hareketle, ideoloji ve tarihyazımı arasındaki doğrusal ilişkinin vurgulanması, bu noktada nesnel bir analiz yapmak isteyen her özne için elzemdir. Bu anlamıyla tarihyazımı ve ideolojinin birbirini besleyen karakterine yapılan vurgu, bu çalışmanın önemli bir ayağını oluşturur.

Kuşkusuz, tarihyazımı ve ideoloji tarafından belirlenmiş olan “hak” ve “meşruiyet” gibi kavramların taşıdığı metafizik ve öznel anlamlar vardır ve bu kavramların içeriği, tarihsel koşullara ve fikri aidiyetlere (ideolojilere) göre sürekli değişir. Biz bu belirlemeyi, çalışmamızda, ulus ve ulusun mutlak hakları bağlamında ele alarak; egemen Marksist tarihyazımının içinde bulunduğu sağ sapmayı teşhire yeltendik.

Ulusun çeşitli mutlak haklara sahip olduğu fikri, ulusçuluğun doğruluk ölçütlerinde geçerlidir ve demek oluyor ki; bu ölçütleri referans almış, ya da bu ölçütlerin tesirinde kalmış her birey ya da düşünce için ulusun çeşitli mutlak hakları vardır. Oysa bu mutlak haklar, tıpkı Barmecide sofrasında önümüze konan hayali ve farazi ürünler gibidir. Ulusçuluk tabağından yiyen her özne, ulusa, ulusçuların ona yüklediği anlamı yükleyerek bir tanım getirir, bu da kaçınılmaz olarak ona çeşitli mutlak haklar bahşetmekle sonlanır. İşte eleştirimiz tam da bu noktada, kendine Marksist diyen bir politik özneye ya da tarihyazıcısına çevrilir. Marksist sıfatıyla örülmüş herhangi bir özne ya da tarihyazımı, ulusun mutlak haklara sahip olduğu fikrine saplanamaz. Ulusu, ulusçuların ona yüklediği anlamları yükleyerek tanımlamak, bu tanımı yapan özneyi ulusçu yapar. Bu bağlamıyla egemen Marksist tarihyazımı, ulusu ve ulusçuluğu, egemen doğruluk ölçütlerinin belirlediği hak ve meşruiyet ölçütlerinin dışına çıkarak tanımlamadığı müddetçe, egemen düşüncenin tesirinde kalmış bir sağ sapma örneğini teşkil eder.

***

Yani elinizdeki bu dosya, “ulus/çuluk”, “ulus-devlet”, “ezilen ulus milliyetçiliklerinin meşrulu” ve “ulusların kaderini tayin hakkı” gibi meselelere ilişkin süregelen Marksizm içi tartışmalara bir “noktalı virgül” koymayı amaçlar. Bu çalışma, “tarihyazıcılığı”, “ideoloji” ve “ulusçuluk” arasındaki kopuksuz ilişkiyi teşhire yeltenerek; geleneksel marksist tarihyazıcılığının, ulusçuluk ekseninde şekillendiğini ileri sürer. Bu ileri sürüş, geleneksel marksizme, marksizm içerisinden/solundan yöneltilmiş bir eleştiri ve bu eleştiriyle birlikte açığa çıkan iddialarla örülmüş (yeni) bir hipotezdir. Çalışmada ileri sürülen hipotez, geleneksel marksist tarihyazıcılığının “ulusu, ulusçuların ona yüklediği anlam referanslarıyla tanımladığı” eleştirisinden hareketle, ulusa ve ulusçuluğa tanınmış olan “mutlak hak”, “meşruiyet” ve “atfedilmiş kutsiyet”in “marksistçe” olamayacağını belirtir. Kuşkusuz bu iddialı bir çıkıştır. Ancak bu iddia, çalışma boyunca ileri sürdüğü tezlerin tarihi örneklerle ispatlanmasıyla ve “hak”, “meşruiyet” gibi kavramların, toplumsal seyrin gelişimine göre şekil almış olan egemen toplumsal ilişkilerce “şey”e yüklenmiş farazi anlamlarla oluştuğunu belirten temrinlerle kanıtlanmaya çalışılır.

Yine çalışmanın seyri içerisinde, ezilen ulus milliyetçilikleri olarak; “Türk ulusal kurtuluş mücadelesi” ve “Kürt ulusal hareketinin” analizi, iki ulusçuluğun benzerlikleri üzerinden yapılmaya çalışılmış ve ezilen de olsa her ulusçuluğun, gelişiminin belirli bir aşamasında, bir “resmi ideoloji” ve “resmi tarih” yarattığı vurgulanmıştır. Zira bu çalışmada ileri sürülen hipotezin bir ayağını da; “ezilen de olsa, ulusçulukların kurguda türdeş, siyasal/sosyal pratikte karşıt oldukları” iddiası oluşturur.

Son olarak “ideolojik propaganda aygıtları”nı elinde bulunduran gücün, toplumsal bilinci ve bu bilince bağlı olarak gelişen toplumsal tercih, yönelim ve arzuları belirleyeceğini, dolayısıyla kaderini tayin hakkının ulusa ya da (başka bir söyleyiş biçimiyle) halka bırakılmasının mantıksızlığına değinilmiş, “halkın idaresinin halkın iradesine bırakılamayacağı” iddiası, çeşitli örneklerle ispata çalışılmıştır. Halkın kendi bilinciyle oluşturduğu “toplumsal tercihlerin”, aslında onun bilincini belirleyen egemenlerin tercihleri olduğu ifade edilerek, bunun (iradeyi halka devretmenin) tehlikesine dikkat çekilmiştir.

Ersin Vedat Elgür

  • Bir Sınırda Hapsolmak: ULUS
  • Sağ Marksizmle Polemik
  • Yazar: Serhat Halis
  • Türü: Politika
  • Baskı Yılı: Haziran 2018
  • Sayfa Sayısı: 192 Sayfa
  • Yayınevi: NotaBene Yayınları
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

İşte şimdi “yarım kalanlar T A M A M’lanacak!”

Read Next

Direnme ve dayanışmanın romanı; Üç Kırık Dal

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *